Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 88. Bölüm

Yatır-ağaç-su üçlüsü ve Tanrıların ağaç şeklinde temsili *

Bereket sağlayan ve şifa veren ağaçların hepsi, kutsal ağaçların büyük çoğunluğu ya çivi ve bazı hallerde gövdelerine kakılmış çeşitli demir parçaları, ya da dallarına bağlanmış bezlerle kendilerini belli ederler. Bir ağaç şifa verici olarak kabul edildikten sonra her çakılan çivi onun gücünün işareti olur, bu güç her çakılan yeni çiviyle artar. Pazar günü çivi çakılmaz (?). Mihli ağaç’lara saygısızlıkta bulunanlar daima fena sonuç alırlar; ağaçlar, bunu yapanlara daima kötülük ederler. Bunlardan bazılarının dalları üzerine, dibi yerine, iri taşlar denge halinde vaz edilir.

Ağacın “intikam” şekilleri arasında dölsüz bırakılma da var. Hele bir mezarın başındakini kesmeye görsün adam!…

“Amasya’nın Şeyhcu köyü yakınında… çamlarla örtülü bir dağın eteğinde… suyu tatlı ve çok gür bir kaynak bulunuyor… Vaktiyle bu köyde bir de tekke varmış. Şeyhcu, buradaki yatırın ismi (olup) kendisi Hz. Ali sülâlesindenmiş. Öleceği vakit: ‘benim ayrıca mezarım yoktur, beni ziyaret etmek isteyen bu dağdaki çamları ziyaret etsin’ demiş. Dağı örten çamlardan ayrı, Öküz Çam denilen tek bir ağaç var. Halk, evliyanın bu çama temessül ettiği itikadında. Bilhassa bu çama dua ediliyor, bu çama adak adanıyor. Su kaynağının üstüne türbemsi bir çatı kurulmuş. Kaynağın yanındaki direğe üzerlikten bir nazarlıkla bir çift boynuz asılmış. Bu su… aynı zamanda şifalı, kutsî bir su olduğu için bu suyun koruyucusunu memnun etmek lâzım. Asılı olan nazarlık bu koruyucuya karşı beslenen minnettarlığın daimî bir sembolü olmakla beraber bazen… su kesiliyor. O vakit bu kaynakta kurban kesiliyor ve derhal çoğalıyor. Çamlar mukaddes olduğu için kesilmiyor…”[1]

Burada yatır-ağaç-su üçlüsünün yanı sıra yukarda bahsetmiş olduğumuz tanrıların ağaç şeklinde temsil edilmeleri keyfiyetine (Attis ile çam, Osiris ile sedir…) de rastlıyoruz. Bir bitkisel epiphany bahis konusudur. Tanrı-yatır burada çam, özellikle Öküz Çam’la özdeşlik halinde oluyor. Çamın “öküzlüğü”, üzerine asılan çift boynuz’la vurgulanıyor, yani hep sözünü ettiğimiz (ve daha çok edeceğimiz) “bereket-verim boynuzları”yla, “öküz” kavramı da burada Tanrıça’nın “mümessili” (avatar) olan “boğa”nın yerini alıyor. Çatal Höyük’te ve bugün İstanbul’da mezar şahidelerinde, kuyu bileziklerinde gördüğümüz bucranion’lar şeklinde. Döneceğiz bunlara.

Thesmaphoria’lar sırasında Atinalı kadınlar, bu bayram arifesinin gecesini çoğunlukla, çorak yerlerde yetişen yaprakları zeytininkine benzeyen cnéron ağaççığının yapraklarından oluşan bir yatak üzerinde geçirirlerdi. Miletus’lu kadınlar da bu yaprak yatağın altına bir çam dalı koyarlardı.[2]

Bir de “suyun sahibi-koruyucusu” ile karşılaşıyoruz ki bununla A.R. Yalman’ın anlattığı ve “her sene bir kurban isteyen”, Zamantı-Küçük Seyhan çayının “sahibi sarı saçlı, gök gözlü kız” arasında koşutluk görülüyor. Kurban kesildiğinde azalan suyun tekrar çoğalması motifi ise çok yaygındır.

“işte benim yaptığım böylesi bir araştırma… Bedlis’in (Bitlis’in) Rumî İskender’in (Büyük İskender’in) ölmez eserlerinden biri olduğunu kanıtladı” diyor Şeref Han (XVI. yy.ın sonları) ve ekliyor: “… Kazvinî, Dicle ırmağının kaynağının İskender-i Zülkarneyn Kalesi’nde (Ergani Kalesi) olduğunu… zikretmiştir”[3]. Bu son ifade, suyun kaynağının “iki boynuz”un himayesinde olduğunu ima ediyor.

Tanrı (yatır) – ağaç özdeşliğine dair çok misal vermek mümkündür, Anadolu inançları arasından. Peygamber zamanında mevcut karaağaç, Ebu Cehil inanmayınca şahitliğe giden karaağaç, kuruduktan sonra (Merzifon yöresinde, Elvan köyünde) herkese görünmez (ama daima anlatanın bir yakınına görünmüş) uzun aksakallı bir dede halinde tezahür eder. Bu dede, karaağacın başında bulunduğu kaynağa tesahup ediyor, onu himaye ediyor…[4]

Yine ağaçla ilgili olarak, görünüp kaybolan aksakallı temasına bir başka eski misal verelim, Asya’dan: Kırgız’ların Manas Destanı’nda Manas’ın oğluna ad verilecek. Ulus toplanmış, ama ad bulunamamış. Derken aksakallı, elinde asa, akboz atlı bir ihtiyar peyda oluyor ve çocuğu eline alarak şöyle diyor: “dolaştığı tepede kızıl söğüt bitsin, Tanrı yardımcısı olsun, çevresinde dolaştığı evlerin etrafında kızıl söğütler bitsin, Koca Hızır arkadaşı olsun… bunun adı kahraman Semetey olsun!”. Ve gözden kayboluyor…[5]

Geri dönmeden önce Asya – ağaç sembiosis’i hakkında söylenebilecek çok söz arasından yine bir seçme yapalım: “Kazan Bey’in oğlu Uruz, ağaca asılmak üzere getirildiği zaman… ağaca şöyle hitap ediyor:”

“Mekke ile Medine’nin kapısı ağaç

Musa Kelim’in asası ağaç

Büyük büyük suların köprüsü ağaç

Kara kara denizlerin gemisi ağaç

Şah-ı Merdan Ali’nin düldülünün eğeri ağaç

Zülfikar’ın kınıyla kabzası ağaç

Hasan ile Hüseyin’in beşiği ağaç

…”

“Her hikâyenin sonunda, Dede Korkut’un ‘alkış’ (dua) formülünde ‘gölgelice kaba ağacın kesilmesin’ cümlesi tekrarlanmaktadır. Bu ‘alkış’lardaki “kaba ağaç” unsurunu Osmanlı tarihlerinde de görüyoruz. Neşri Tarihi’nde Geyikli Baba ile Osman Gazi hikâyesinde bir kavak ağacına ‘devletlû kaba ağaç’ denilmektedir. Beyrek’in esaretten kurtulduğunu gören Banu Çiçek ‘Kola ağacın kurumuştu, yeşerdi ahi!’ diyor”[6]

[1]              H. Tanyu.- Ankara ve civarı, s. 164.

[2]              V. Magnien.- Les Mystéres d’Eleusis. Leurs origines. Le rituel de leurs initiations, Paris 1950, s. 187.

[3]              Şeref Han.- Şerefname, Kürt tarihi I, İst. 1975, s. 427.

[4]              H. Tanyu.- Ankara, s. 169.

[5]              A. İnan.- Eski Türk dini tarihi, s. 139.

[6]              ibd., s. 145-6.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.