“Lydia’ya girildiğinde yol ayrılır, bir kolu sola Karia’ya doğru götürür, diğeri sağa, Sardis’e doğru. Bu sonuncu yoldan giden bir yolcu Menderes’i geçip Callabetus’dan mürur etmesi gerekir; bu kent ılgın usaresi ve buğday unundan bal yapmakla ün salmıştır. Xerxes bu yolu tutmuştu ve buralarda o derece güzel bir çınarla karşılaşmıştı ki onu altınla bezemekten kendini alamadı ve kendi ölümsüzlerinden birini, onu muhafaza etmek üzere, geride bıraktı. Müteakip günde Lydia başkenti Sardis’e vardı” diye anlatıyor bize Herodotus[1]. Bu beyanıyla İran dünyasının da aynı yolda olduğunu gösteriyor.
Kürt’lerde de, ormanın ağaçlarına tapınan kabilelerin bulunduğunu öğreniyoruz. Aynı şeyi Rey ve Gilan’da Oset’lerde görüyoruz, Abaza’larda olduğu gibi[2]. Küçük Asya’da bütün Alevi’lerde bu kültün varlığı inkâr götürmez deniyor. Onlarda bu, eski mahalli putperest kültlerin bir tortusu olmalıdır. Bunu Orta Asya’ya bağlayacak olursak, İslâmlaşmanın, İslâm öncesi büyük mitoslardan bazılarını yok edemediğini ifade edebiliriz; onları sadece biraz değiştirmiştir. Osman Gazi bunların birinden yola çıkmıştı… öyküsünde, göğsüne ay girmişti, sair “ışıklar” gibi. Neler doğmadı hem ışıktan, hem de ağaçtan!…
Tahtacı’ların işi ağaç kesmek olmakla birlikte bunlar çok büyük veya çok yaşlı ağaçları kesmenin şeametli olduğu hususunda birleşmektedirler. Bu ağaçlardan “meşhur” olanları yatır, ya da evliya tesmiye edilir. Kızılbaş’lar da, Türkiye’nin, İstanbul dâhil, az çok her tarafında bulunan bu “koca” ağaçları ne keser, ne dallarını tıraşlar. Hatta yere düşenleri bile toplanmaz. Orman İdaresi’nin zoruyla böyle bir ağaç devrildiğinde hissesine düşen kısmı almayı reddedenler bile vardır. Yine anlatılan hikâyelerden birinde ağa iki kutsal ağacın kesilmesini emreder. Tahtacı’lar ürkerler, başlarına bir şey geleceğinden emindirler. Ama ağa daha az korkunç değildir! Onun için duaya koyulurlar: “Allah’ım, biz, günah işlemiyoruz, emir kuluyuz!…”. Ve ağacı keserler. İki saat sonra da ağa ölür! Cezayı, baltayı tutan el değil, o eli harekete geçiren çekmiş, Tahtacı’lar da, dualarıyla felâkete yön değiştirtmişlerdir.
Çok büyük ve çok yaşlı ağaç çoğu kez yarı ölü haldedir. Bu itibarla “kuru ağaç”, tebcil edilen ağaçlar sınıfına dâhil olur, Thermessus’daki bin bir yeşillik arasında kimsenin el sürmediği heybetli tek kuru ağaç gibi (fot. 114). Buralarda olduğu gibi göçebeliğin cari olduğu bölgelerde tamamen kabuğu dökülmüş bitkilerin ateş yakmada kullanılmaması keyfiyeti dikkati çekmektedir. Kuru ağaç, Asya’da ve özellikle Küçük Asya’da büyük “tek ağaç”la karışıp efsanesi yaygın olduğundan bir genel sorun halinde belirir. Dinî sembolizm yönünden, dirilme fikrini uyandırmayacağından, yeşil ağacınkinden tamamen farklı bir mana ifade etmesi gerekir. Tek ağaç yalnızlığıyla tesir ederse de bozkırda bir ağaç topluluğu hayret ve ululama duygularını uyandırır.[3] Bu gibi korular Asya efsanelerinde çok geçer: “… ‘korunan yer’ manasına gelen korığ = koru…”[4] “Korığ = beylerin veya başkalarının korusu; korunan ve gözetilen her yere ‘koru’ denir”[5] “Ol manğa korığ korıştı = o bana koruyu korumakta yardım etti”[6] tarifleriyle Mahmud bugün sade “küçük orman” manasına gelen “koru”nun daha geniş kapsamlı anlamını vermiş oluyor. Gerçekten koru, hem kıymetli av hayvanlarını barındırması, hem de belli bir kutsiyeti haiz olması itibariyle korunur. Bu bapta O. Ş. Gökyay da “yasak bölge, tabu bölge; mania; özel olarak faydalanmak üzere tutulan bir çayır veya orman parçası; çit çevrilmiş veya çitle çevrildiği farz edilmiş yer; özellikle çayır mevsiminde kapatılmış yahut korunmuş arazi parçası” tariflerini veriyor.[7]
Yukarda Tahtacı ve Yörük’lerde gördüğümüz inançların Asya’ya, Türk-Moğol inançlarına bağlanmasında hata yoktur.
Ağaçta tebcil edilen, istisnaî vüsatı, uzun ömrü, yaratma gücüdür. Fakat daha çok, kendine yeniden taze hayat verebilme kabiliyetidir, ululanan: ölür, ölür, dirilir ağaç.
O ise ki Tahtacı’lar Koca Ağaç diye “büyümeyen küçük ağaççıkları” tarif ederler. Bunlar, Mayis’te kabuğunu döküp onu güzde giyinen sandal ağaçlarıdır. Bu küçük ağaç devamlı yeniden dirilmenin sembolü olmaktadır ki bu tasavvur aslında Altaylı kavimlerce çok tutulur. Ancak, yukarıdaki tabir daha başka bitkilere, bu arada çileğe de tatbik edilir. Bu nedenle koca ağaç teriminin manasını anlamak için Yörük’lere başvurmak gerekiyor. Gerçekten bu hayvancı göçebelerde buna benzer, her ebatta şayanı dikkat kutsal ağaç için kullandıkları ulu ağaç tabiri vardır.
Genellikle mezarlıkların ağaçlı olması itibariyle halk efkârı ağaçlarla evliya arasında ilişki kurmakta gecikmemiştir. Çok eski zamanlardan beri bir masal türünden, bir velinin toprağa sokulan bastonun nasıl yeşerdiğini değişik şekillerle dinleriz. Ölü, hatta önce gördüğümüz gibi, ateşten çıkmış ağacın yeşermesi teması birçok Türk menkıbesinde bulunur.
Veliler ağaçları korurlar ve hatta onlarla söyleşirler bile: “bir gün halvete çekilmiş Kaygusuz Abdal, kesmekte olduğu ağacın kendisine acı acı tazallüm ettiğini duymuş: ‘neden vuruyorsun bana?’…” diye anlatıyor Tahtacı’lar.
Çok yeni bir gazete haberine[8] göz atalım: “Sultanahmet’ten sahil yoluna inen ve tren yolunun altından geçen Aksakal sokağı (Çatladıkapı)dan bugünlerde geçenler ilginç bir görüntü ile karşılaşıyorlar”.
“… yeni bir geçit yapılmış ve tümüyle tamamlanmıştır. Ancak yeni geçide giden yolun tam ortasında bir çitlembik ağacı ve taşları yeşile boyalı bir mezar bulunmaktadır… Yıllardır…, (bu) ağacın altında bulunan ‘Nurbaba’nın türbesi ikinci geçidin açılmasıyla yolun tam ortasında kalıyor… greyderler işe girişiyor… çitlembik ağacı oldukça direniyor yıkılmamakta ve greyderi iyice sarsıyor. Bu sarsıntıyı ve zorluğu “Nurbaba’nın gücü”ne veren işçiler de tası tarağı toplayarak işi terk ediyorlar. Ogün bu gün Çatladıkapı geçidi… ortasındaki çitlembik ağacı ile olduğu gibi duruyor… Karayollarının konuyla… ilgilileri ise Nurbaba’dan söz etmemekle birlikte, işlerin neden yürümediğini bir türlü açıklayamıyorlar…”. Çatladıkapı geçidinin bu halini bizzat uzun süre gözledik.
“Yapraklarında ayet’ler yazılı” olduğundan Yörük’ler karadutu tekrim ederler[9]. Ama dutun Bektaşî’ler nezdinde mahsusî yeri vardır. Menkıbe şöyle gelişir, Vilâyetnâme‘de: Hacı Bektaş Bedahşan halkını İslâm’a sokmuş ve bunları burada tutmakta büyük gayret göstermiş olup bunun için de veba salgını ve kuraklık yaratmak, karanlıklar indirmek ve nihayet ortalığı kasıp kavuran, tahrip eden bir ejderhayı ortaya salmak gibi silâhlar kullanmış. Halk sonunda ona inanmış ve onu kendilerine Sultan yapmak istemiş. O ise bunu reddederek büyük üstadı, mürşidi ve onu bu işlere itmiş olan Ahmet Yesevî’nin yanına dönmüş. Yine O’nun emriyle Hacı Bektaş Hünkâr, Rûm’a (Küçük Asya) yollanmış. Ona Soluca Karahüyük bölgesinin kendisine verildiği söylenmiş. O da ocaktan, yanmakta olan bir dut dalını çekip, daha önceden Rûm’a varmış olan dervişlere gelişini haber vermek üzere havaya fırlatmış, yanık dal, Konya civarında oturan ve kendisi dahi dutluk bekçisi olan Ahmet Sultan’ın eline varmış. O da onu Hünkâr’ın eşiği olacak yerin önüne dikmiş. Dal derhal filizlenmeye başlamış ve Vilâyetnâme‘de, üst ucu hâlâ yanar halde olan bir ağaca dönüşmüş.
Hâcim Sultan Vilâyet-nâmesi de bunu şöyle hikâye ediyor:
“Pes Sultan Ahmed Yesevî Hazretlerinun bir ağaç kılıcı var idi. Getürüb tekbîr idüb Sultan Hacı Bektaş-i Veli el- Horasanî’nun biline kuşadtı… Ve dahi ocakda tut ağacından od yanar idi. Bir eğsi kavrayub Rûm’a doğru pertav idti ve ol eğsiyi Horasan’dan Rûm’a er gönderdügi ma’lûm ola Rûm’da bunı tutarlar diyü. Ol eğsi hevâda yana yana geçerken Konya’da bir er var idi Sultan Hâce Fakih dirler idi ol odı kapub hücresinün önüne dikdi. Kudret-i İlâhî ol eğsi bitdi. Tepesi yanuk aşağısu tut idi. El-hâleti hâzihi şimdi yimiş virür”.[10]
Hacı Bektaş’ın Anadolu yolculuğunun her merhalesinde mucizeler yardımı sürdürmüşler. Bir keresinde iki aslanın hücumuna uğramış, ama hayvanlar derhal, taş kesilmişler. Kalabalık refakatinde bir dereye vardığında balıklar sudan çıkıp beliğ ifadelerle “hoşamedi”de bulunmuşlar…[11]
Son zamanlara kadar bu dut ağacının olduğuna inanılan kurumuş kabuğun hastalık sağaltılmasında etkili olduğu kanısı devam etmiştir. Ağaç Balım Sultan türbesinin karşısında dikiliydi. Üzerinde görülen, çok sayıda bıçakla yapılmış işaret ne kadar çok müridin bu inanca sahip bulunduğunu ispatlar.[12]
Yere kakılan sopanın yeşermesi temasının eski bir örneğine Tevrat’ta rastlıyoruz: “Lem Yezl Musa’ya ‘git İsrael Oğullarıyla konuş ve baba evlerine (sülâlesine) göre onlardan birer değnek, yani prens adedine göre on iki değnek al. Her birinin adını, değneğinin üzerine yaz ve Aaron[13]unkini Levi’nin değneğine yaz. Bunları Mülâkat Çadırı’na[14] bırak. Seçeceğim adam, değneği yeşerecek olandır’…”
“Ertesi günü Musa Mülâkat Çadırı’na girdiğinde Aaron’un değneğinin, Levi sülâlesi için, yeşerdiğini, tomurcuk verip çiçeklendiğini, bademlerin olgunlaştığını gördü…” [15]
[1] VII/30-33.
[2] Bzk. C. I, s. 217.
[3] J.- P. Roux.- Traditions, s. 189-181.
[4] DLT 1/17.
[5] ibd., I/375.
[6] ibd, II/98.
[7] O. Ş. Gökyay.- Dedem Korkudun Kitabı, s. 251.
[8] Cumhuriyet, 10.8.1979.
[9] J.-P.Roux.-op.cit., s. 192-4.
[10] A. Fakih.- Kitabu evsafı mesacidi’s – şerife, Ank. 1964, s. 10.
[11] J.K. Birge.- The Bektashi Order of Dervishes, s. 37.
[12] ibd., not 2.
[13] Musa’nın kardeşi Harun.
[14] Tanrı ile Musa’nın buluştukları çadır.
[15] Adât, XVII/1-9.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.