Kozmogonik sembol, bütün tohumların haznesi sıfatlarıyla su, en mükemmel sihrî ve tıbbî madde olmaktadır; tedavi eder, gençleştirir, ebedî hayat sağlar. Bunun prototipi “akarsu” ve “âb-ı hayat” olup bu sonuncusunun çoğu kez semavî bölgelerde bulunduğu farz edilir, tıpkı bir semavî soma, gökte beyaz bir haoma’nın bulunuşu gibi. Âb-ı hayat çeşmesi, akarsu, aynı bir dinî ve metafizik gerçeğin mitosa yansımış şekilleridir: suda hayat, dinçlik ve ebedîlik bulunur. Tabii, bu suya herhangi bir kişi herhangi bir şekilde erişemez. Ejderhalar ona bekçilik etmektedirler…
Halk sihir ve tedavi yöntemlerinde bir de günlük kullanmayla “kirletilmemiş” kabın içerdiği ilk su vardır ki aslî Su’yun ilkah ve yaratma gücünü kendi içinde toplar: hastalığı sağaltır çünkü hilkat işlemi yenilenmiş gibi olmaktadır.
Suyla “temizlenme” aynı hassalara maliktir; suda her şey “erir”, her “şekil” çözülür, bütün “tarih” ilga olur; önceden var olmuş olandan, suya daldıktan sonra, hiçbir şey kalmaz, günahlar dahil.
“Tarih”i tasfiye edip bir an için dahi olsa mebde-i zuhur’un saflık ve tamamiyetini tazelemesi itibariyle sular her şeyi temizleyip yeniden canlandırır. İran’ın sular tanrıçası Ardvî Sûrâ Anâhitâ, “sürüleri… varlıkları… zenginlikleri… toprağı çoğaltan… bütün insanların tohumunu…. bütün kadınların rahmini temizleyen… onlara, gereksindikleri sütü veren azize” tesmiye edilir. Abdestler cinayetten (Virgilius, Eneid II, 717-720), ölülerin şeametli mevcudiyetinden (Euripides, Alceste, 96-104), cinnetten (Vitruvius, De Architectura 8), temizler. Kulak verelim Vitruvius’a:
“Yedi Âkil Kişi’den biri, Miletus’lu Thales, her şeyin anasının su olduğunu iddia ediyor; Heraklitus da bunun ateş olduğunu söylüyor; Magi’ler ise suyla ateş; Anaxagoras’ın şakirdi ve Atinalıların sahne feylosofu diye adlandırdıkları Euripides, hava ve toprak. ‘Toprak, diyordu o, göğün yağmurunun taşıdığı tohumla insanlığı ve yeryüzünde yaşayan bütün yaratıkları doğurmuştur; yeryüzünde ne doğmuşsa, zamanın kaçınılmaz zorunluluğuyla çözüldüğünde, bu aynı toprağa döner’. Havadan ne doğmuşsa gökyüzünün bölgelerine döner… Pythagoras, Empedokles, Epikarmus[1] ve daha başka fizikçi ve feylosoflar dört unsurun varlığını iddia ediyorlar: hava, ateş, toprak, su… Her şeyin doğuştan bunlardan sadece oluştuğunu değil, aynı zamanda bunlarla beslenip büyüdüğünü ve kendi gücüyle korunduğunu görüyoruz… Bu itibarla İlâhî Akl, insanlığa özellikle gerekli olan bu unsurları inciler, altın, gümüş ve saire gibi ne bedenimizin, ne de ruhumuzun gereksindiği nesneler gibi ulaşılmaz ve pahalı kılmamış, aksine fani hayatımızın emniyeti için gerekli olanı dünyaya yayıp elimizin altında tutmuştur… Mısır geleneği rahipliğini yerine getirenler[2] her şeyin su unsurundan (prensibinden) neşet ettiğini gösterirler. Bu itibarla, suyu bir kap içinde çevre ve mabede saf bir huşu ile taşıdıktan sonra dize gelip ellerini havaya kaldırırlar ve onun halkedilmiş olmasından dolayı şükranlarını arz ederler…”[3]
Böyle takdim ederken suyu bize Romalı mimar Vitruvius (M.S. I. yy.), sorun’un felsefî geçmişini de özetlemiş oluyor. Gerçi, sırası geldikçe, konuya çok dokunduksa da bu kere onu özgül olarak ele alacağız. Hele bir varalım tekrar Asya’ya.
Başlangıçta tanrı Ülgen’le şeytan Erlik vardı, kaz ve kuğu şeklinde “uçsuz bucaksız” denizler üzerinde uçarlardı. Her ne kadar ilki diğerine göre güçlü ve egemen ise de aralarının fazla fena olduğu söylenemez, önemsiz nizaları anlaşma, barışmayla son bulurdu. Yine de son bulacağına inanıyor, bugünün Yezidî’si.
Bu denizlerin bir kısmının nasıl karaya dönüştüğünü daha önce görmüştük. Üzerinde fazla eğlenmeyip biraz güneye, Hint diyarına yeniden inelim.
Ahura’nın “salih zevceleri” (Ahurâ’nî’ler)den söz edilir; bunlar Su’lardır. “Ahurânî’leri, Su’ları tazim ve tebcil ediyoruz” diyor Yasna kitabı. Ve Haoma da kült içinde önemli bir mevki işgal eder oluyor: “Şanlı altın Haoma’ya tapıyoruz, hayatı mutlu kılan parlak Haoma’ya tapıyoruz, ölümün kaçtığı Haoma’yı tebcil ediyoruz” diye ekliyor aynı Kitap.
Peygamberler devri İsrael’inde kral, kerim, nafi, müfit yağmura teşbih edilmektedir. O, bütün şark hükümdarları gibi, Tanrı’nın mümessili sıfatıyla kozmik nizamı koruyacak, adaleti icbar, zayıfları himaye edecek, ülkenin mümbitliğini sağlayacaktır. Tanrı (Yahvé) ona evrensel hâkimiyeti bahşetmiştir. Tahtı, Allah’ın yanında durur: Davut’un oğlu Süleyman, Kudüs’te Mabet’i kral sarayının yanında inşa etmişti. Osmanlı Süleyman’ın şairi de:
“Kim bu nizamı vermedi âlem serayına
İllâ ki yümn-i devlet-i cihan-sitan” (Baki)
diyor.
“Ya Tanrı!
….
Dağlar ve bayırlar, adaletinle halka sükûn verecek
O (kral) halkın mutsuzuna hak verecek,
Fakirin çocuklarını kurtaracak
…..
O, biçilmiş tarlaya düşen yağmur,
Kırları sulayan sağanak olacak.
….
Bir denizden diğerine
Nehirden karaların ucuna kadar hükmedecek.
….
Bütün krallar önünde dize gelecek
Bütün uluslar ona hizmet edecek
Zira feryadeden fakiri
Ve yardımsız zavallıyı kurtaracak
….
Onları baskı ve şiddetten esirgeyecek
Onların kanının, nazarında değeri olacak
Onlar yaşayacaklar ve ona Sabâ altını verecekler
…..
Ülkede buğdaylar, dağların tepesinde bol olacak
Başakları Lübnan ağaçları gibi sallanacak
……”
Davud’un oğlu Süleyman’a tahsis edilmiş Mezamir 72 de bunları söylüyor. Selçukoğlu’na Anadolu’nun, Osmanoğlu Süleyman’a Rumeli’nin fakir, topraksız, feodal senyörün zulüm ve sömürüsünden bizar olmuş kitleleri kucağını açmıştı, Mezamir’deki ümitleri besleyerek. Onlar da buraları çok küçük kuvvetlerle zapt etme olanağını bulmuşlardı…
Ahmenî’ler İran’ında Anâhitâ kültü çok önemliydi, tanrıçanın unsuru da her şeyden önce suydu. Mithra’nın da güneş kültüyle olan yakın münasebeti mukayyettir. “Sistemlerinde Zeus, göklerin tüm kubbesi olup ona dağ tepelerinde kurban sunarlar. Bunlar aynı zamanda güneşe, aya ve toprağa, ateşe, suya ve rüzgârlara taparlar; bu unsurlar onların yegâne aslî tanrılarıdır…” diye anlatır Herodotus, İranlıların dinini.[4] Yine ünlü seyyah Magi’lerin Xerxes’e ayın İranlıları olduğu gibi güneşin de Helenleri gelecek hakkında ikaz ettiğini söylediklerini tespit etmiş.[5] Asya’da ayın eril olduğunu görmüştük (Ay-Ata, Ay-Dede). Her ne kadar Strabon, İranlılar onu dişil farz edip onu “Aphrodite” tesmiye ediyorlar diyorsa da metinler ayın bu ülkede de eril olarak kabul edildiğini gösteriyor. Her ikisi de doğurganlık sembolü olan ay ile su, birbirine yakından bağlıdırlar. Sembolü su olan Anâhitâ’nin Grek Aphrodite adının arkasına gizlendiğinde şüphe yoktur. Ama her şeye rağmen Ateş ile Su’yun, en önemli unsurlar olduğu bir gerçektir: bu ülkenin bütün uzun din tarihi boyunca bunlar beraber zikredilmişlerdir.[6] Çok çeşitli örnekleriyle göreceğimiz gibi gerek Müslüman-Osmanlı, gerekse Yahudi mezar taşları üzerinde servi, işbu ateş ve suyun stilize örgeleriyle işlenmiştir.
Strabon’a doğruca kulak verelim: “İranlılar heykel yontmazlar, mezbah inşa etmezler ama, göklere Zeus diye bakarak bir yüksek mevkide kurban sunarlar; bunlar aynı zamanda Mithras tesmiye ettikleri Helius[7] ve Selenê[8] ve Aphrodite’ye ve ateşe ve toprağa ve rüzgârlara ve suya taparlar… kurban törenini idare eden Magi, eti taksim ettiğinde herkes tanrılara bir şey bırakmadan payını alıp gider,[9] zira tanrıların sadece zebihanın ruhuna ihtiyaçları olduğuna inanırlar…”
“Ama özellikle ateş ve suya kurban sunarlar. Ateşe kurbanı, kendi üstüne kabuğu soyulmuş ve tepesine iç yağı konmuş kuru odun ekleyerek takdim ederler; sonra üstüne zeytin yağı dökerler,.. Suya kurban sunmak için de bir göl ya da dere veya pınarın yanına giderler, yakında bir yerde bir çukur açıp zebihayı orada boğazlarlar; bunu yaparken de kanın suya bulaşmamasına çok dikkat ederler zira kan, suyun safiyetini bozar; sonra etten parçaları mersin[10] veya defne dalları üzerine koyup Magi’ler bunlara ince değneklerle dokunurlar ve afsunlu sözler söylerler, bunu yaparken de ateş veya suyun üstüne değil, yere süt ve balla karışık yağ dökerler; bundan sonra uzun süre afsunlu sözler devam eder, bu arada ellerinde ince mersin dallarından10 bir demet tutarlar”.[11]
Her ne kadar ateş kültü bizi esas itibariyle müteakip ciltte meşgul edecekse de, ağaç ve atla ilişkisi itibariyle bir Türkmen âdetinden şimdiden söz edelim.
“Ölünün mezarı başında ateş yakmak, Türkmen’lerde eskiden kalma bir âdettir. Türkmen’ler, genç ölmüş bir adamı gömdükten sonra onun atını süslerler ve ölünün üstünden çıkarılan elbiseyi bir ağaca giydirirler. Köyün kadınları donatılmış bu at ve giydirilmiş ağacın karşısına geçerek ağıtlar okur ve ağlarlar… Ateşe hürmet çoktur, ateşe işeyen çocuklar dövülür; ocağa ayakkabısıyla basanlar azarlanır. Ateş için şöyle bir dua etmek Türkmen âdetlerindendir:
“Ey Allah bizi nurdan, nardan ayırma”.[12]
Ölünün ruhunun ağaçta tecessüt ettiği inancı burada açıkça belli oluyor. Asya’da atın da, müteveffanın mezarı başında kurban edilip bütün teçhizatıyla birlikte beraberce gömüldüğünü, atın öbür dünyada hizmete devam edeceği inancını biliyoruz. Türkmen bugün onu süsleyip mezarın başında tutmakla yetiniyor…
Atın ekonomik ve askerî önemi, Ana Tanrıça’nın bir “Atlı Hatun” haline de gelmesini intaç etmiş olduğu söylenebilir. Kimi doğruca ata binmiş, kimi harp arabasını bu hayvana çektirmiş. Hint Asven’ler, adlarını asva, “at”tan alırlar. Hint-İran çağında Asven’ler Arî olmayan bir isim altında bilinip bunlar muhtemelen Yukarı Asya bozkırlarının sakinleriydiler.[13]
Met-cezir hareketleri gibi ittıratlara tabi olmaları ve ilkah kabiliyetleri itibariyle suların “yuları” ayın elindedir. Hint Kitap’larına göre “ay suların içindedir” ve “yağmur aydan gelir”. Babilonya’nın ay tanrısı Sin, aynı zamanda ayın dizginlerini tutardı. Bir İlâhi onun bereketli epiphany’sini hatırlatır: “bir kayık gibi sular üstünde dolaştığında… pâk Fırat ırmağı suya doyar…” Daha birçok başkası aynı yönde örnek olarak gösterilebilir.
Bütün kamerî tanrılar az çok belirli şekilde suyla ilgili vasıflar arz ederler. Ay, yağmur ve bunlar arasındaki ilişkiler daha tarımın keşfinden önce gözlenmişlerdi. Kamerî ittıratlar tarafından denetlenen devrî harekete bağlı bitkiler âlemi aynı evrensel mümbitlik kaynağından iştikak eder. Bir İran metni, “bitkiler onun hareketinden büyür” diyor.
Bugün Fransız köylüleri dolunayda tohum atarlarsa da ancak ay küçüldükten sonra ağaçları budayıp sebze toplarlar; bunda her halde güçlerin artması sırasında, yaşayan bir uzviyeti koparmak suretiyle kozmik ıttırada ters düşmeme düşüncesi hâkim olmalı.[14] Nitekim Türkmen’lerde de “kara üzümlerin dalları ay aydınlığında budanırsa o asmanın üzümü sözde kurtlanırmış. Ay aydınlığında sütten kesilen çocukların dişleri vakitsiz dökülürmüş. Ay aydınlığında budanan ağaçların meyveleri cinsini değiştirirmiş”![15]… Boşuna mı Prof. H. Z. Koşay, Bask’larla Ön Asya arasındaki ilişkiyi vurgulayıp duruyor?
Abdest’in her şeyden temizlediği akidesini içeren eserlerden bazılarını yukarda özellikle belirttik (Virgilius, Euripides…); böylece bunun dört bucağa, İran’dan Roma’ya kadar yaygın olduğunu göstermiş olduk. Ama bu sınırların daha çok ötesinde de aynen rastlanır bu inanca. İslâmi kaideler, daha önceki çok ve tek tanrılı dinlerin ritüellerinin devamından başka bir şey değildir. Hele çöl bedevisinin fizikî temizliğiyle abdest’in ilişkisi yoktur.
Anadolu’nun evlenme törenlerinde bir “düğün hamamı” ritüeli vardır.[16] Siirt’te kızın hamama giriş ve çıkışında, gerek törene dahil olanlar, gerekse alayın yolu üzerinde bulunanlar avuç içlerini ağızlarına vurup çekerek sürekli bir la, la, la, lû, lû, lû…! sesi çıkarırlar. Ortalık çınlar![17] Arap’ların da mümasil hallerde lû, lû, lû. ..! diye bağırdıkları bilinir.
Biz bununla, Sinagog ve Kilise’lerde, özellikle evlenme törenlerinde söylenen “Halleluyah” arasında bir ilişki görmekteyiz. Şöyle ki:
Bir Yahudi liturgical tabir olan “hallel”, yeni ay ya da hilâl’e övgü terennüm etmek manasına gelen Arap hallala köküyle aynı olup bazı festivallerde inşat edilirdi. Özellikle tali bir festival olan yeni ay festivali ile Hamursuz Bayramı’nın son altı gününde söylenirdi.[18] “Hallel” İbranî hälâl (meşru, kanunî, mubah – helâl) ile de yakınlaştırılmaktadır.[19] Tabernacle’larda (Yahudi’lerin çölde dolaşarak önleri sıra taşıdıkları mabet, cemaat çadırı) Hallel sırasında lulab, palmiye dalı sallandırılır. Mezamir’lerin sonunda, ya da bazılarının başında, “Halleluyah”, yani İbranîce “Yah (ve) yi öv!” ibaresi bulunuyor.[20] Son hecenin Tanrı’yı, ilk üçünün de “öv, yücelt!” emir kipini ifade ettiğini tahmin ederiz. Bu tahminimiz doğruysa yukarıdaki “lû”, işbu “hallelu”nun zamanla kısalmış şekli, Siirtli de bunu daha zahmetsizce çıkarılacak bir ses haline sokmuş olmalı… Şu halde hamama girip çıkarken bir şeyin övülmüş, yüceltilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu da herhalde gelini (ve ayrı olarak da damadı) “ilk günlerin temizliği”ne iade eden su olmalı, hilâl’le ilişkili su.
Akla başka bir şey daha geliyor. Lu’lu’, suyun içinde doğmuş, zengin bir sembolizmi haiz “inci”dir…
Sularla aynı tecdit ritüeli eski dünyada tanrı heykellerinin suya daldırılma eylemini izah eder. Mukaddes banyo (istihmam) ritüelinin tarım ve doğurganlık Büyük Tanrıçalarının kültünde uygulanması mutattı. Böylece tanrı tükenmiş gücüne yeniden kavuşup iyi bir mahsul ve malların çoğalmasını sağlardı (daldırmanın sihri yağmuru intaç ederdi). 27 Mart’ ta (hilaria) Kybele “abdest alırdı”, Pessinonte’de Gallos suyuna, Ankyra (Ankara) ve Magnesia (Manisa) da gölcüklere daldırılırdı. Aphrodite’nin “banyosu” da Paphos’ta bilinirdi. Keza milâdî III. yy.da Callimaqus tanrıça Athena’nın suya daldırılışını anlatıyor.
Demirciler tanrısı topal ve çirkin Hephaistos, karısı Aphrodite’yi güzel Ares’in koynunda yakalamıştı. Durumu sair tanrılara ispat edebilmek için de eliyle yaptığı bir demir ağla bunları suç halinde tespit etmişti. Ama Poseidon’un şefaatiyle suçlular fidye karşılığı kurtuldular… “biri Trakya’ya doğru gitti; diğeri, zarif tebessümlü Aphrodite Kıbrıs’a, Paphos’a gitti; onun orada buhur tüten mihrap ve mezbahı bulunuyor. Mabudeler onu orada yıkayıp ölümsüz bir yağla ovdular…”[21]
Bu ritüel Girit ve Finike’de de sık uygulanırdı. Haç’ın suya atılmasından daha önce söz etmiştik. Aynı şekilde, kuraklıktan kurtulup yağmur elde etmek için Meryem ve Aziz’lerin heykellerinin de suya daldırılma âdeti günümüze çıkmıştır.
Vaftiz’in de bir tasfiye ve necat aracı olduğunu ekleyelim.[22]
Evet, su hayat verir! Er-Sogotoh da Âdem gibi gökten yere indiğinde
“Ağacın tam kökünde görülürdü bir kaynak.
Hayat suyu bu idi, akar giderdi ap ak.
Ak ve kara inekler ihtiyar olmuşlardı
Bu sudan içenlerse, yeni can bulmuşlardı.
Ağaçta uçan kuşlar yorgun bitâp olurdu.
Gelip bu sudan içen yeni kuvvet bulurdu”.
“Hayat Suyu’nun da nevileri vardır. Bazı masallarda Hayat Suyu yalnızca ölüleri veya hastaları iyileştirir. Bazı efsanelerde ise ihtiyarlara gençlik verir. Yakut destanlarındaki Hayat Suyu da Er-Sogotoh’a yeni ve sonsuz bir güç vermişti. Buna benzer Hayat Suları’nı Anadolu masallarında da görebiliyoruz…”[23]
Bu masallara bir iki örnek vermeden önce “hayat suyu – âb-ı hayat”ın lügatlerdeki tariflerine bir göz atalım. Bürhan-ı Kaatı’ Tercemesi “Ab-ı Hayat, çeşme-i mâruftur İskender talebedip Hızır’a müyesser oldu ve şiir ıstıllahında saf ve nazik ve lâtif kelâmdan ve mahbubun dehanından ve kelimat-ı ruhbahşasından dahi kinaye olunur ve ehl tarikat indinde aşk ve muhabbet-i hakikîye işarettir ki bais-i hayat-ı cavidanîdir”. “Ab-ı hayvan, ab-ı hayat manasınadır”. “Ab-ı harabat, bade-i engûrden kinayedir”… “Ab-ı Hızır, ab-ı hayattır ve ilm-i ledünîye de ıtlak olunur ve ol bir ilm-i hastır ki enbiya-i âzam ve evliya-i kiram hazaratina mahsustur” diye anlatıyor.
BTL da “âb”ın tasavvuf manasını “mazhar-ı müzahir ü esmâ olan nefes-i kâmile, akl-ı kül, nefs-i mülheme, ruh-ü zam; hüsn, güzellik, letafet” diye verip sairlerine geçiyor: “şaşaa, parlaklık”. Acaba bugün bir kızın güzelliği anlatılırken ”bir içim su” diye nitelendirilmesi bunlardan mı kaynaklanıyor? Aksi halde Türk’lerin iyi suya düşkünlüğü ile izah edilmeye kalkılsa, fazlaca edna bir yaklaşım olmaz mı, güzele?
‘Taan etme zahid ehl-i gamın söz ve tabına
Seyret azar-ı dilberi bak ab ü tabına” (Nabi)
“Mecazen şarap manasına gelen terkipler; âb-ı ateşrenk, âb-ı ateşnâk …, âb-ı ateşfürûz, … âb-ı âzer, …, âb-ı engûr, âb-ı erguvanî, …, âb-ı zerr, âb-ı zehre, … âb-ı nâfî…”
“O dur sakiya âb-ı ateşsûz
O dur sakiya âb-ı ateşfürûz” (Taşlıcalı Yahya)
“Âb bi’l-cam, mecazen devlet, ikbal, saadet, yaver-i talih, baht”.
“Âb-ı hayat, zulmette bulunduğu zannedilen bir memba, ki suyundan içen hayat-ı ebediyeye malik olurmuş; mecazen nazik ve ruhbahş söz; tasavvuf, bais-i hayat-ı cavidanî olan çeşme-i aşka ve muhabbet, aşk-ı hakiki, ilm-i ledün”,
”Âb-ı hayat manasında kullanılan terkipler: âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı bekâ.”
“Beni sirâb-ı hayat eyledi bir nükte ile
Âb-ı hayvan leb-ı canbahşına kurban olsun” (Rami)
“Âb-ı hûr, âb-ı hurd, mecazen nasib, kısmet”.
Âb üzre mürekkep isim, mecaz vs.nin burada tekrarlanamayacak kadar çok olması neler ifade etmiyor ki?… Halı ve seccadelerdeki ibrik motifi de aslında işbu hayat suyunu, kutsal şerbeti ifade eder.
Bu konuda Hızır, Hayat Suyu ve daha önce de irdelediğimiz gibi Hayat Otu kavramları birbirlerinden pek ayrılmıyorlar. Gelelim bunların Anadolu efsanelerindeki yerlerine. Gilgameş’in aradığı Hayat Otu’nu Yörük’ler Toros’ların yaylalarında bulmuş olmalılar: bu ot, sürülere yedirildiğinde o yıl fazla döl almıyor, hayvanların dişleri altınla kaplanmış gibi olup bu rengi uzun süre muhafaza ediyor. Kaynatılıp insanlara içirildiğinde, içen kişi çok yaşlı da olsa, “ateşli bir gençliğe” kavuşuyor!…[24] Ne de çok marifeti varmış, bu “Boğa Dağı”nın?… Köroğlu günün birinde ava gidiyor; vurduğu kuşu uşağı temizleyip gölde yıkamaya davranıyor ki kuş canlanıp uçuveriyor elinden. Köyde akşam müşaveresinde bu gölün suyunun Âb-ı Hayat olduğu sonucuna varılıyor ve hemen göle koşuluyor. Ama ne görülsün ki, göl birken bin olmuş! Aradıklarının hangisi olduğunu bulan olmamış. Olay Bingöl dağlarında geçiyor.
Evliya Çelebi, buna benzer bir öyküden sonra işbu “bin”den birkaçının niteliklerini sayıyor: avratların içinde semizledikleri, çıkıp doğururken acı çekmedikleri Harem Gülü; erkeklere “yarayan” Er Gölü; baliğ olmamış şebabı üç kez yıkamakla kıllı eden Kıllı Göl; yedi kez[25] suyundan içende hiçbir dert bırakmayıp onu tendürüşt hale getiren Aynülhayat Gölü; içindeki balığı yiyeni çok cima edici kılan Buz Gölü; içen hatuna gebe kalmasını teshil edip onu cimada leziz kılan Hatun Gölü.
Bunlardan başka Çelebi, Bingöl dağlarındaki Kimya Otu’ndan da söz ediyor: nice kere binlerce koyunun dişleri altın ve gümüş gibi cilâlı görünmüşmüş.[26]
Cehennem, “beşerî şartı, çürümüş, solucan haline gelmiş, ama ıstırap çekebilme kabiliyetini muhafaza etmiş halde tutmak ister. Âdemoğlu da işin çaresini bulmuş: ölüyü “öldürmek”, beşeri şartı kökünden yok etmek suretiyle cehennem’in elini boş bırakma yolunu tutmuş. Bunda kullandığı araç yine su olmuş. Suyun kozmogonik, sihri ve tıbbî işlevi, onun bir cenaze unsuru olmasını intaç etmiş. Gerçekten su, “ölünün susamışlığını giderir”, onu eriterek Sünni imamın çok ürktüğü cehennemin elinden kurtarır.
Bir Orpheus tabletinde “susuzluktan yanıyorum…” yazısı okunuyor. Hydrophoria töreni münasebetiyle toprakların çatlakları arasından ölülere su dökülürdü. İlkbahar yağmurları arifesinde Grek’ler ölülerin susadıklarına inanırlardı. Ölülerin ruhlarının susuzluktan ıstırap çektikleri fikri özellikle Mezopotamya, Anadolu, Suriye, Filistin gibi sıcaklık ve kuraklığın daimî tehdidi altındaki ülkelerin insanlarını daima dehşet içinde bırakmıştı.[27] Sebil, Küçük Asya adamının ve sonunda Osmanlı’nın, yerleşmiş müesseselerinden olmuş.
Kâhinler genellikle suların yakınında karargâh kurarlar. Oropos’ta Amphiaros tapınağının yakınında, kâhin tarafından iyileştirilen hastanın suya para attığını Pausanias bize anlatıyor. Kâhin de geçinecek…
Bugün içine para atılan çok sayıda havuz ve su birikintisi biliyoruz, “kutsal” neviden. Merkez Efendi’deki balıklı havuz, Topkapı Sarayı Has Odası önündeki havuz, ziyaretçi paralarıyla ışıldar.
Ejderhalar, yılanlar, yunuslar, kabuklar, balıklar vs. suyun simgeleri olmaktadırlar. “Su gibi aziz ol” sözü ona izafe edilen kutsiyetin bir ifadesidir. Göllerin dibinde uyuyarak ya da akarsuları geçerek yağmur, rutubet, sel dağıtıp böylece dünyanın verimliliğini denetlerler, bu yukarıki hayvanlar, bir yandan da tarlaları ve kadınları ilkah ederek. Ejderha ve yılanlardan yeterince söz etmiştik. Diğerleri daha sonra konumuz olacaklar.
Suyun işlevi, tezahür ettiği dinî çevre ne olursa olsun, hep aynı görünmektedir: o, şekilleri “öğütür”, yok eder, “günahları yıkar”, bir taraftan da tathir edip taze hayat verir. Onunla, dinî maksatlı her temas, kozmik itidalin iki anını toparlar: sürekliliğin sağlanması ve yaradılış.
Hammurabi Kanunnamesi’nin ikinci maddesi, suyun “günahtan temizleme” işlevine misal olarak gösterilebilir: “’Şayet bir kimse, diğer bir kimseyi tel’in etmiş ise, fakat onu ispat etmez ise, aleyhine lânet vaz edilmiş olan kimse nehre[28] gitmeli, nehre dalmalı. Şayet nehir onu alırsa, ikame-i dava eden, evini alabilir; fakat nehir o kimseyi kabahatsiz olarak gösterir ve o sağ salim kalır ise, aleyhine lânet vaz etmiş kimse ölmeli; nehre dalmış olan kimse kendisini tel’in eden kimsenin evini alabilir”[29]
Başka bir ciltte inceleyeceğimiz cenaze rituslarının burada ayrıntılarına girmeden, Tahtacı’ların, ölümün kırkıncı günü, kurban kesip bir “müşterek yemek – kazma takırtısı yemeği” yedikleri (communion), dağılmadan önce de mezar üzerine müteveffanın resmi ile küçük bir aynayı, ölüm sırasında göğsüne koydukları aynayı vaz ettiklerini, bir testi ile bardak bıraktıklarını zikredelim.[30] Biz de, İstanbul-Pendik’te, fot. 103-a’da görüldüğü üzere mezarların baş ve ayakuçlarına testi gömüldüğüne rastladık. Ancak bunun ne zaman yapıldığını tespit edemedik zira iştirak ettiğimiz bir cenaze töreninde böyle bir şeye tevessül edilmedi.
[1] Syracuse’li komik dramatist ve feylosof.
[2] Su, Osiris’e teşbih edilir. Thales’in Mısırlı rahiplerin etkisinde kalmış olduğu söylenir.
[3] Vitruvius.- De Architectura VII, Önsöz, Transl. F. Granger, Loeb, Cambridge 1970.
[4] 1/130
[5] VII/37
[6] G. Widengren.- op. cit., s. 144 ve dev.
[7] Güneş.
[8] Ay.
[9] Yani Türkmen’lerde gördüğümüz gibi “sen de ye, ya mübarek!” demeden…
[10] Tarafımızdan belirtildi.
[11] XV-3/13-14.
[12] A.R. Yalman.- op cit. I, s. 61.
[13] J. Przyluski.- op cit., s. 147.
[14] M.Eliade.- Traité s. 143 ve dev.
[15] A.R. Yalman.- op. cit. I, s. 134.
[16] Ayrıntıları “İnanç ve Âdetler” cildinde verilecektir.
[17] Müşahedemiz 1951 ile 1956 arasında geçen süre içindedir.
[18] EB, mad. “hallel”.
[19] EA, mad. “hallel”.
[20] Mezamir 104-6, 111-3, 115-7, 135, 146-50; I Vakayinâme 16/36. Bkz. “Halleluja”, in Die Religion in Geschichte und Gegenwart. Hanwörterbuch fiir Theologie und Religionwissenschaft II, Tübingen 1928.
[21] Odysseus VIII/362-66.
[22] M. Eliade.- Traité, s. 169-71.
[23] B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 98-9, 107.
[24] C. Öztelli.- Hızır ve Ab-ı Hayat’ın yeri hakkında, in TFA 147, Ekim 1961, s. 2525 ve dev.
[25] Tarafımızdan belirtildi.
[26] Zikreden C. Öztelli, in ibd.
[27] M. Eliade.- op. cit., s. 173-4.
[28] Nehirden maksat Fırat ve belki de bunun belli bir yeridir.
[29] A. Galanti.- Hammurabi kanunu İst. 1341-1925, s. 14.
[30] J.P. Roux.- Traditions, s. 347.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.