İster Asya’dan, ister Ön Asya ve Anadolu’dan veya bunların hepsinden birden alınmış olsun, bazı varlıklar ne ortadan kalkabilmiş, ne de tam olarak İslâm akidesiyle bağdaşabilmiştir. Putperest devirlerin tali tanrıları, doğanın “hâkimleri” ve meskensiz, gezici ruhlar ya “cin”ler, ya da “aziz”ler şekline bürünmüşlerdir. Bu sonuncular, tahminlerin hilâfına, putperestlik artıklarına kucaklarını çok daha fazla açmışlardır: eski hayvan ve bitki totemler, hayat ağaçları bu artıklardan olup bazıları ancak kısmen İslâm, “kodeks”ine sığınabilmiş, kısmen de özerkliklerini muhafaza etmişlerdir. Bu baptan olmak üzere, meselâ anlattığımız Uygur prenslerinin mucizevî doğuşlarında olduğu gibi tipik ışık (erkek) ile ağaç-toprak (dişi) izdivacı zikredilebilir. Bu “toprak”ın kaya da olabileceği hatırda tutulmalıdır. Bu kabil hikâyeler hiç eksik olmaz Anadolu’da. Bir dağın tepesinde veya açık arazide mezara benzer şey veya evleviyetle, duvarla çevrili bir mahal, bu duvar ne cinsten ve boyutta olursa olsun, bir (veya bir kaç) azizin mezarı olarak telakki edilir. Böyle bir durumla bizzat çok karşılaştık. Bunlardan bir tanesini zikredelim: Ulukışla ile Çiftehan arasında Gümüş köyü civarında, alçak kuru moloz taş duvarla çevrili dört mezar, sadece köylülerce değil, oraya konmuş askeri birliğin subaylarınca da tekrim edilirdi (1950). Tokat’ın Gıjgıj dağındaki “Şirvanî şeyh” de aynı türdendir.
Aslında bu gibi şeylerin kültü ile ağaç, taş-kaya, mağara ve suyunkiler birbirlerine yakından bağlı görünürler. Gümüş köyündeki mezarın bulunduğu düzlüğün yaslandığı çıplak tepenin üstünde tek bir meşe ağacı vardı. O da mezar kadar itibar görürdü, bu kere sadece köylülerden.
Taş, kovuklar içermeye, ya da delik olmaya görsün. O zaman rahme teşbih edilir. J.-P. Roux, phallus şeklindeki taşların Güney Anadolu gezgincilerinin kadınlarınca revaçta olduklarını, onlara sürtünüp sarıldıklarını anlatıyor.[1] Biz de buna karşılık I. ciltte toprak yediğini anlattığımız[2] yaşlı, iri yarı, onun üstünde çocuk sahibi Sivaslı kadının çok kere bahçemizdeki asma kabaklarıyla aynı “oyunu oynadığına” tanık olmuştuk (1940’lar)…
“Çayır Yakası’nda, Dede Ahmet’e ait olduğu sanılan mezarda, dairevî, elli altmış santimetre çapında ve otuz ilâ kırk santimetre yüksekliğinde on beş taş yığını görülür. Burada bu yığınlar “taş atan” yolcuların ısrarlı davranışlarının ürünüdür. Bir on altıncı cairn, halen teşekkül halindedir.[3] Kutsal bölgeyi beş adet muazzez ardıç ağacı gölgelendirmektedir. Dalları paçavrayla doludur”[4]
“Damla Tepesi (Alanya) üzerinde bir “evliya” mezarı vardır. Etrafı duvarla çevrilidir. İçi taş dolu olduğundan girilemez. Tam karşısında mağaranın girişi vardır… Tepeye tırmanırken taş atmaya başladık, abdest aldıktan sonra duvarın etrafında yedi defa dönüp yedi defa Kul’uv Allah (Sure 112), bir defa da el-ihlâs’ı okuduk, sonra reçine veren bir tespih ağacı‘na gidip reçinesinden aldık ve bunu taşlar üzerinde yaktık. Güzel kokar. Ailem buna mum diyorsa da bu mum değildir. Çarşıda satılmaz, evde kullanılmaz. Söylendiğine göre önemli olan kokusudur. Duadan sonra çevrili yere bir erlik (armağan), bir kaç madenî para attık, sonra mağaraya girdik. Kadın erkek hep beraber burada yemek yedik ve biraz uyuduk. Sonra çocuk sahibi olma talebinde bulunuldu ve içimizden birinin çekmekte olduğu hastalıktan kurtulması için niyaz edildi. Mağaraya bunun için gitmiştik” diye anlatıyor Yörük Ali Efendi aşiretine mensup bir liseli.[5]
Yedi rakamı ve communal yemekten başka bir de communal uyku ile karşılaşıyoruz ki hemen ashab-ı kehf-i getiriyor akla, mağarada uyuya kalmış o yedi “aziz”i…
Bazen “kutsal-şifalı” suların, ancak suladığı toprakla karışık olması halinde etkili olacağı da söylenir. O zaman bu çamur alınıp yakı yapılır. Çoğu kez de toprakta görmek istenilen kudret suyunkinden ayrıdır. Meselâ Güney Anadolu Yürükleri için “kutsal topraklar ve sular” olmayıp “kutsal suların yanında kutsal topraklar” vardır. Bu topraklar, arazide dağınık parseller halinde bulunur, kutsiyetlerini de ya bir azizin mezarından, ya da yine kutsal pınar veya ağaçların varlığından alırlar: “toprak, azizin baraka‘sına iştirak eder”. Bu ifade, İslâm kodeksine “sığınma” olarak yorumlanır. Taziz edilen mezarın kime ait olduğu çoğu kez bilinmez, ama etrafındaki toprak özellikle etkilidir. Bununla yara bereler, egzamalar ovulur, yakılar yapılır. Batı Trakya’nın Osmanlı sınırları içinde olduğu çağlara ait bir gözlemde Selanik Rum’larının bazı koruyucu eksirlerinin terkibine mezar toprağının da dahil edildiğinin tespit edilmiş[6] olması bunun eski bir Osmanlı geleneğine bağlı olduğunu gösterir.
Göçerlerin göç yolları üzerinde bulunan “kutsal parseller” üzerinde biten ağaçlar tebcil edilmeden geçilmez. Evvelce de sorduğumuz gibi toprak mı ağaca kutsiyet aşıladı, yoksa kutsal ağacın varlığı mı toprağı yüceltti? Pek bilemeyeceğiz. Parsellerin ölçüleri bazen bir namaz seccadesininkini geçmez, bazen daha da küçük olur. Bu takdirde kazıdıkça önce bir çukur, sonra hayli derin bir delik teşekkül eder ve toprak, ısrarla dipten alınır. Bu kutsal topraklar bir kült konusu olmaz. Eğer yakı olarak kullanılmazlarsa “besin” olarak iş görürler. Bunlara kuvvet toprağı denir. Bunlar çoğu kez de yalanır. Bazı yerlerde de yenmeden önce orada bulunan ağaç ya da ağaçların kovuklarında birkaç gün bırakılır: şifa verici kudreti bu suretle çok artar. Bunu sadece hastalar değil, sıhhatli kişiler de yapar: “iyi gelir!” (koruyucu tedbir). Göçebeler, az çok her menzil arasında bir iki tane bulunan bu “kuvvet toprakları”nın yanından geçerken kendileri yiyip hayvanlarına da yedirmek için mutlaka dururlar. Hayvanlar bundan pek hoşlanmadıklarından toprağa tuz karıştırıp bir hamur yapılır ve bir yassı taş üzerine serilir. Sadece keçiler buna iltifat ederler.
“Kemal Baba, Merzifon’un Türmük bucağına bağlı bir köydeki yatırdır. Sar’ası olan ve bir şey kaybetmiş olanlar buraya adak adamaya gelirler… Bu yatırdan cevher (toprak) alma ve suya konularak içme ve hastalığı iyi etme gibi davranışları görüyoruz…”[7]
“Çorum yolu üzerindeki Şucaeddin (Sucu Hatun) adlı mezarın yanında yine mutat üzre bir pınar çıktığına, bunun yanındaki topraktan (halk ‘cevher’ diyor) tuzla karıştırılarak demreği, duvar, kara bohçası (ötürü), ishal hastalıklarına iyi geldiğine dair bilgi ile Ankara ve çevresindeki topraktan faydalanıp şifalanma arasında bir benzerlik bulmaktayız”[8]. Yine Çorum’da “Elhaç Yusuf Bahri’nin mezarının ortasındaki toprak şifalı tanınarak yalanıyor…”[9]
Ankara civarında “Ayaş’ın Yukarı Mahalle’sinde… Toprak Dede-(Ahmet Dede) ve Bayram Dede yatırları yine ilgi görmektedir… Bayram Dede’den toprak yalatılıyor. Bu bilhassa rastgele toprak yiyen çocuklar için yapılıyor. Buradan alınan toprak yalatılınca o çocuk ağzına bir daha toprak koymuyormuş… Toprak Dede’de çocuklara yalnız yalatılmak değil toprak da yediriliyor. Toprak yiyen çocuklar buraya getirilerek cebine toprak dolduruluyor ve ‘istediğin kadar ye!’ deniyor ve bunu yiyen çocuk bir daha toprak yemez oluyormuş”[10]
Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çakraz (Yolkaya) köyünde bulunan Kevgir Baba yatırı her türlü adak, niyet, hastalık, çocuk dileği vs. için ziyaret edilir. “Küçük yassı taşlar alınır, büyük dik olan taşlara yapışırsa dilek kabul edildi denir. Onun üzerine ziyaret yerinin toprağından alınıp yenir… yanıbaşındaki sudan şifa niyetine bol bol içilir”. Aynı şey Kaman köyündeki Köse Ziyaret’te[11] de yapılır.[12]
Böylece de, I. ciltte konu edindiğimiz geophagy’ye bir kez daha temas etmiş olduk.[13]
Konunun başka bir yanına geçmeden önce yukarda zikrettiğimiz Tokat Şirvanî Şeyh “evliya”sı vesilesiyle bir hususu belirtelim: Şirvan, bilindiği gibi Hazer Denizi’nin batı yönünde bir vilâyettir. Ancak Nasırî, “Şirvan selvi ağacı manasınadır; ‘serv’ Arapçadır” diyor.[14] İş böyle olunca Gıjgıj tepesindeki şeyh, kutsiyetini bir serviden mi almış? Hemen ekleyelim ki civarda servi olmayıp da başka bir ağacın bulunması halinde bir şey değişmez. Zira gerek X. de Planhol, gerekse ondan önce K. Kannenberg’in gözlemlerinde çeşitli ağaç tiplerinin tanımlanmasında terminoloji bakımından büyük bir kararsızlık vardır. Gerçekten Türkmen Anadolu’ya vardığında orman çevresiyle büyük ünsiyete sahip değildi: “aynı bir ‘kavak’ adı, yörelere göre hem çınar, hem de kavağa; aynı ‘gürgen’ adı hem kayın-ak gürgen, hem de karağaca bağlanabilir… O ise ki ‘karağaç, kızılağaç’ gibi her yere uyar sözcükler çok değişik cinslere yakıştırılır”[15]
Tahtacı’lardan, Ağaç Eri’lerden… I. ciltte yeterince söz ettiğimizden[16] bunları yeniden ethnoloji açısından ele almayacağız.
[1] J-P. Roux.- Traditions, s. 146.
[2] Bkz. s. 781.
[3] Bunu kaydeden Roux’nun kitabı 1970 basılmıştır.
[4] ibd., s. 148.
[5] ibd., s. 173.
[6] L.de Launay.- Chez les Grecs de Turquie, Paris 1897, s. 183-4. Zikreden J.–P. Roux.- ibd., s. 176.
[7] H. Tanyu – Ankara ve s. 170.
[8] ibd., s. 167.
[9] ibd., s. 193.
[10] ibd., s. 97-8.
[11] İlerde üzerinde önemle duracağımız androgyne kavramıyla karşılaşıyoruz.
[12] M. Demirci.- Yatırlar ve ziyaretler, in SF 1, Kasım 1975.
[13] Bkz. s. 781.
[14] GG, mad. “şirvan”.
[15] J.-P. Roux.- op. cit.., s. 182.
[16] Bkz. s. 244 ve dev.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.