Kutsal ağaç o denli “güçlü” bir varlıktır ki bir kült merkezi olduğunda gücü dal ve yapraklarından tezahür ediyor ve bu güç orman ya da korulara da teşmil oluyor; bu arada yapraksız gövde kısmı da mukaddes direk veya sütun şeklinde gelişiyor. Samî mihraplarındaki asherah’lar. Mason localarındaki, üzerlerinde narlar (yine bolluk, doğurganlık sembolü) bulunan sütun-dikmeler işbu mukaddes gövdelerin devamından ibarettirler.
Her ne kadar bunların kesin anlam ve yorumlanması bir tartışma konusu olmakta ise de bir kültürel ortamda tekerrürleri, kutsallıkları gibi, münakaşa kabul etmez, ister kendileri bizatihi tanrısal olsunlar, ister bir kutsal orman ya da korunun veya mabedin ayrılmaz bir parçası olsunlar, isterse de herhangi bir tanrının tecessümünü temsil etsinler.
Direk veya sütunların kutsal ağaçtan çıkmış olmaları çok muhtemel görünür. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi de ağaç kutsallığını, gelişme gücü ve mahsuldarlığı, en eski orman ve korulardaki numinös vasıflar ve sihri bitkiler, hayat suyu, göbek (omphalos) ve ölümsüzlükle başlangıçtaki ilişkilerinden alır. Hayatın tanrısal merkezi ve kaynağı olarak onun etrafında, hep gördüğümüz gibi haylice muğlâk ve içinde simge ve sembollerin dolup taştığı bir tapınma şekli meydana çıkmıştır.
Bugün yaşayan bir küçük misal bu konuda bize çok şey anlatmaktadır: Kilis’de (Gaz) çille tesmiye edilen bir evlenme ritusu görürüz ki bunda gelin, koca evine gitmeden bir gün önce bir ağacın ya da bir havuzun etrafında şarkı söyleyerek dolaşır.[1] Yani kutsiyet bakımından koşut durumda olan ağaç veya sudan istianede bulunarak bunları tavaf eder… Aynı sözcüğü, sair manalarının dışında, DS (1968), yine aynı mahalle ait olmak üzere “gerdek gecesi gelin ile güveyi el ele dolaştırma âdeti” olarak veriyorsa da bu tarifte eksik bir tarafın bulunduğu anlaşılıyor.
Ama öbür “uç”ta da benzer işler oluyor. Brahman evlenme törenlerinde damat, gelini üç kez ateşin etrafında dolaştırıyor. Bazı hallerde mezbah (yani kutsal ağacın sembolü, omphalos…) ateşin yerini tutuyor. Orthodox Rus-Rum törenlerinde de aynı şekilde çiftler mezbahı üç kez tavaf etmektedirler.[2]
Ağaçlar arasında kutsiyet, önem ve mana dereceleri tefrik edilmiştir. Hepsinin tepesinden bakan yaygın ve geniş bir ağaç veya Zeus’un meşesi gibi bir alî tanrıyla müzdeviç, ya da Buddha’nın, altında tenevvür ettiği Bodhi ağacı gibi fevkalâde görünüme sahip olanlar bariz şekilde bir tapınma odağı teşkil edip hayli âbid celp ederler. Bütün bunlar mantic (kehanete ait) ve tedavi edici özellikleri itibariyle ün salmış olanları da kapsar. Bunların varlığı, yakınında veya hemen yanında bulundukları ibadethane, türbe, yatır vs.nin de ün ve önemine katkıda bulunurlar. O koca çınar olmasa kim Kabataş’taki (İst) ”… Mahmud efendi Hazretlerine mum dikerdi? (Fot. 85’de, ön planda mum camekânı görülüyor). Hele o ağaç bir de Hayat ya da Bilgi Ağacı olarak tanınmaya görsün! Bu kez ondan çok daha başka şeyler de beklenir: Demeter ve Dionysos’la ilgili Hayat Ağacı ile kurdun, altında Romulus ve Remus’u beslediği ficus ruminalis (incir ağacı), kehanet gibi marifetlerle de donatılmıştır. İbranî geleneğinde ise ılgın, meşe ve servi, epiphany ve theophany’lerle bir tutulmuştur.[3] Servi böyle olmaya devam ediyor, diğerleri gibi.
Bu gibi ağaçların bazen karın doyurdukları da olur: “… Eşçarı meşe ağacı olup bunun unundan ekmek yapılıyor” diye anlatıyor İbn Batuta.[4]
Peki, iş böyle olunca Türk-Osmanlı mezar taşı ile ağaç ve onun kutsiyetini haiz sütun, direk arasındaki ilişki ne mertebede oluyor? Özellikle, sadece bediî mülâhazayla hafif bir koniklik verilmiş üstüvanî taşlar, ağaç-sütuna bir de malzemenin cinsi itibariyle, gerçek ebediliği eklemiş olmuyor mu? Ya doğruca üzerine Hayat Ağacı’nın resmedilmiş olduğu taşlar, şahideler? Çok eğleyecek konu bizi. Şimdilik bir iki örnek vermekle yetinelim (fot. 86 ve 87).
“Hayat veren” ağacın sadece koruluklar, ya da sihri bitkiler, kutsal ağaçlar ve taşlarla ilişkili ibadethanelerde işlevini sürdürdüğü düşünülemez. Ona en uygun “tarla”, cennet olmaktadır, içinden sudan, şaraptan, baldan, sütten ırmaklar akan cennet. Bu konudaki kozmolojileri incelemek bizi gereksiz yere uzağa götürür, hatta Eden’deki Tuba bile…
Geleneklerin tümü, işbu Ağaç’ın, türlü bekçiler, yılanlar, ejderler.., tarafından korunduğunu öğretiyor bize. 1752’de Mehmet Paşa, Tokat’ta bir han yaptırıyor, bugün Paşa Hanı olarak bilinen hanı. Ana giriş kapısının üstüne her iki yana bu Ağaç’lardan birer servi dikmiş, bunların dibine de, bekçi olarak, birer çoban köpeği bağlamış, çok daha gerçekçi bir mülkî idareci olarak… (şek. 4)[5]
Şek. 4. Tokat’ta Paşa Hanı giriş kapısı kabartması. (A. Gabriel’den)
Ama İran’da “cennet” adı, bir park veya bahçe şeklindeki ölüler toprağını ifade ediyordu. Burada Zerdüşt ve muakkipleri tarafından ağaç ve sair bitkilerin kutsiyeti korunuyordu. Bütün bunlar Hint-İran zamanına ve Zerdüşt ibadetinin esas unsurunu teşkil eden, önceden sözünü çok kez ettiğimiz, Haoma kurbanına bizleri götürüyor. Âkil Efendi ve tek Hâlik Ahura Mazda, onu ekmişti Elburz dağlarına. Ağaç kültünün şekli, yöreden yöreye göre, doğanın animistic kuramına, insanoğlunun ağaçla ruhlar arasındaki münasebet şeklini tefsirine göre değişir. Yani ağaçta kendi öz hayat ve ruhu bulunmaktadır veya diğer başka ruhlar onu bir nevi mesken ya da beden edinmişlerdir. Geleneksel toplumlarda dünya canlıdır ve ağaçlar da bunda istisna teşkil etmezler. Onlar da ıstırap çekerler, inlerler bile.
İsis süluk (intiation) ritüelinde kutsal ağaç sembolizmi, altın yapraklı bir hurma ağacıyla alay halinde taşınan bir caduceus, yani tepesinde çift kanat bulunan ve üzerinde çift yılan sarılmış zeytin-fındık ağacından bir asa ile belirirdi.[6]
Kayaya vurmakla on iki dere akıtan Musa’nın bu işte kullandığı asadan daha önce söz etmiştik. Yahudi-Hristiyan geleneğine göre bu asa, Âdem’le Havva’nın cennetten kovuldukları zaman beraberlerinde götürdükleri Bilgi Ağacı’nın bir dalı olup Nuh’a, ondan da İbrahim’e ve nihayet kayın pederi Jethro eliyle Musa’ya geçmiş.
Ondan da galiba Ali Cebbar’a: Merzifon’da “Sarıköy’den yaya üç saat kadar ilerde “âb-ı hayat” diye vasıflandırılan Ali Cebbar Suyu, beş lüleden akan bol bir sudur. Bir muharebede Ali Cebbar’ın askeri susuz kalınca… “bana darlık mı var?” diyerek asasını vurduğu gibi bilek kalınlığında su çıkarmış (Bu zatın türbesi olmamakla beraber burası kutlu tanınıyor)”[7] Adamın adı Ali, cebbarlığına da Ali gibi cebbar…
[1] A. Caferoğlıı.- Güney-Doğu illerimiz ağızlarından toplamalar, İst., 1945. s. 269.
[2] W. Simson.- Buddhist praying wheel, Delhi 1979 (First ed. London 1896), s. 83-4.
[3] E. O. James.- The Tree of Life, Leiden 1966, s. 33.
[4] Seyahatname, s. 210.
[5] A. Gabriel.- Monuments Turcs d’Anadolie II, Paris 1934, s. 108.
[6] E. O. James.- op. cit., s. 91.
[7] H. Tanyu.- Ankara, s. 167.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.