Dört kola ayrılan ve cihanın dört cihetine hayat götüren nehir, Âdem’in bakıp yetiştirmekle mükellef olduğu ağaçlarıyla cennet bahçesi Eden, Mezopotamya tasvirciliğini hatırlatır. İncil’in dahi bu hikâyeleri bir Babilonya geleneğinden almış olması muhtemeldir. İlk insanın iskân ettiği aslî Cennet mitosu ile nev-i beşerin zor ulaşabileceği “firdevsî” bir mahal mitosu, Akdeniz ve Fırat’ın ötesinde biliniyordu. Bütün “Cennet”ler gibi Eden de cihanın merkezinde, dört kollu nehrin çıktığı yerde bulunur. Bahçenin ortasında Hayat Ağacı ile iyilik ve kötülüğün vukuf ağacı yükselir. Yahveh şu emri vermiştir: “bahçenin bütün ağaçlarının meyvelerinden yiyebilirsin. Ama iyilik ve kötülüğün vukuf ağacından yemeyeceksin, zira bunu yaptığın gün mutlaka öleceksin!”[1] Hikâyenin üst tarafı malûm. Ortada, tıpkı Gilgameş’inki gibi, kaçırılmış bir “ölümsüzleşme” var. Zira bir kere âlim-i küll oldu mu Âdem, Yahve’nin kendisine bahşetmediği Hayat Ağacı’nı keşfedip ölümsüz hale gelebilirdi. O yüzden karı koca cennetten kovuldular ve yaşamak için çalışmaya mahkûm edildiler. Aksi halde “Allah”a benzeyeceklerdi! Bundan büyük günah olur mu?…
Kitabın ilk sahifesinden itibaren mevcut tarımcı-çoban (hayvancı) karşıtlığını belirtmiştik. Habil adı “çoban”ı ifade ediyorsa da Kabil, “demirci” demektir. İhtilâf, demircinin bazı hayvancı toplumlardaki iki ayrı cepheli durumunu, kâh itibar gören, kâh görmeyen, ama her zaman korkulan zat olması keyfiyetini yansıtır. İncil’de muhafaza edilen gelenek, “saf ve temiz” gezginci yaşam mefkûresinin ve tarımcılarla kent sakinlerinin yerleşik hayatlarına mukavemetin bir ifadesi oluyor. İlk katil vakasının kahramanı “şehir kurucusu”[2] ve “bütün demirci ve bakırcıların atası”[3] teknoloji ve kent uygarlığının bir nevi sembolü olan Tubal-Kabil oluyor.
Zımnen, bütün teknolojilere “sihir”in bulaşmış olduğu kabul ediliyor.[4] Başka bir ciltte derinleştireceğimiz konuyu şimdilik kapatmadan önce “cennet” karşılığı batı dillerinin paradis – paradise – Paradies sözcüklerinin İranî pairi-daeza’dan müştak olduğunu belirtelim. “Eden”in de İbranîce é’dén, “nefaset” kelimesinden geldiği iddia ediliyor.[5]
Özellikle Orta Doğu ve Ege dünyasında ülfet edilen muvazi tasvirler bir Büyük Tanrıça’yı bir Hayat Ağacı ve can veren bir pınarın ya da ejderhaların korudukları bir Hayat Ağacı’nın yanında gösterirler.
Muhammed de varmıştı böyle bir Ağaç’ın yanına, Miraç gecesi: “Sonra Cibril tâ Sidretül Müntehâ’ya (semaları, cennetleri gölgesi altına alan ağacın ismidir. Peygamberlerin ve meleklerin erebilecekleri ilmin müntehasıdır.[6] Yalnız Resûl-ü Ekrem daha ileriye gitmiştir. Sidretül Müntehâ Arş-ı Âlâ’nın altıdır. Ondan ileriye ne bir melek, ne de bir peygamber yaklaşabilir. İlerisi Gayb Âlemi’dir ki Allah’tan başka bir kimse ilim dairesine giremez) götürdü. Sidre’yi öyle garip renkler kaplamıştı ki bilmem. Sonra Cennet’e götürüldüm…”[7]
Ağaç’a da Kuş konduğuna göre Kuş’un da özelliği olmalı; gördüğümüz gibi o da alelade bir kuş olmuyor. Çoğu gelenekte Hâlik bir kuş şeklinde tasavvur ediliyor. Burada ilk sembol “tasallüp” ediyor; İlâhî Ruh ma’î (aquatic) kütleyi teali edip hareket serbestisini iktisap ediyor, kuş gibi “uçuyor”.[8]
Yukardan beri sözü edilen “Ahid”, Nuh ve ahfadı ile icra edilmişti ve bunun nişanesi de gök kuşağı olmuştu.[9]
“Def edeceğiniz milletlerin yüksek dağlar, tepeler üstünde, her yeşil ağacın altında ilâhlarına hizmet ettikleri bütün mahalleri yok edeceksiniz!…” emri[10] de bu Ahid’den sonra geliyor ve yüksek dağların, tepelerin, yeşil ağaçların bundan önce birer tebcil konusu olduklarını gösteriyor.
Hayat suyu vesilesiyle Asya’nın Hayat Ağacı – Kayın’ından yukarda söz etmiştik. Daha önce de Buddha’nın karamuk ve Şâka ağacı, Oğuz ile Kıpçak’ın yine ağaçlarla ilişkilerini anlatmak suretiyle konuya az çok girmiştik. Ağaç kültünün Anadolu adamının dinî yaşamında önemli yer tutması itibariyle konu üzerinde biraz daha duracağız. Böylece de Anadolu düşünce sistemine, standart felsefeden ayrı olarak, bir kez daha değinmek fırsatını bulmuş olacağız. Gerçekten, daha önce de ifade ettiğimiz gibi geleneksel Anadolu toplumu, mukaddes-cismanî (laik) sosyal sınırında ilkine meyledip “dinî” olarak nitelediğimiz tavır toplumun her safhasına nüfuz etmiştir. Günlük her faaliyet kutsîde yaşanmaktadır; bu yöneliş sosyal düşüncenin her geniş tahlilinde bir kez daha belirir.
Asya mitolojisinin önemli bir parçası olan Yakut Er-Şogotoh efsanesi, bir Yaratılış ve Türeyiş efsanesi olup çeşitli metinleri, aralarında bazı farklar arz ederler.
Er-Sogotoh, gökte yaşayan ve yaratılmış olan ilk insandı. Eşi de yoktu. Bu yüzden “bekârlık”ın bütün sıkıntılarını çekmekteydi. Cennet, evinin doğu yönündeydi. Hayat Ağacı, bu A. Th. von Middendorf metninde Hakan-Ağaç diye geçiyor. Bu destanda Hayat Ağacı, klasik manasını kaybetmiş ve Yakut’ların yer ve göğü birleştiren Demir-Ağaç’larının mahiyetine girmiş oluyor.
Er-Sogotoh da Âdem gibi birdenbire gökten kovulup yere indiriliverir.
“İnsanın atasının adı Er-Sogotoh’du.
…
Bir oba ortasında büyük bir evi varmış
…
Evden içeri girip giden doğu yönüne
Ağaç Hakan’a rastlar, gelirmiş tam önüne.
…
Ağaç Hakan büyüktü, her şeyin anasıydı,
Varlık ona bağlıydı, gökle yer burasıydı.
Kökleri kaplar idi, yeraltı dünyasını
Zirvesi deler idi göğün dokuz katını
…
Ağacın tam kökünde görülürdü bir kaynak
Hayat suyu bu idi, akar giderdi ap ak.
…”
Bu Hayat Suyu’nun da marifetlerini saymak zait. I. A. Hudyakov metninde de şöyle deniyor:
“Dünyamız Yakut’larca sekiz köşeli imiş
Yerin ortası sarı göbekli imiş
Dünyanın göbeğinde bir de ağaç var imiş
Bu ağaç büyük imiş, göklere çıkar imiş.
…
Ağa’cın gövdesinden bir usare akarmış.
Bu kutsal suyun rengi altın gibi parlarmış
…
Ağacın tepesinden bir usare çıkarmış
Köpük köpük kaynayıp sarı renkte akarmış
Bu ağacın yanına hiç kimse gidemezmiş
Bundan içenler ise açlık hissedemezmiş
Bu sudan içebilen artık mes’ut olurmuş
Her şeye erişirmiş, Tanrı’dan kut bulurmuş.
…”[11]
Uygur’ların ağaçtan türeyişlerini tekrar etmeyeceğiz.
Altay mitolojisine göre gökyüzüne doğru çok büyük bir çam ağacı yükseliyordu. Gökleri delip geçen bu ağacın tepesinde de Tanrı Bay-Ülgen otururdu. Şaman davullarını bu gök ağaçları süsler. Ancak burada ağaçların kökleri yerde olmayıp göğün başladığı yerde bulunur. Bunların dal adedi dokuzdur ve gökteki bir dağ ya da tepe üzerine oturmuşlardır. Bir yanında güneş, bir yanında ay vardır.
Müstakbel şaman sırra vukufu sırasında rüyalar görür. Bunlarda birçok tanrısal suretle karşılaşır (Su’ların Hatunu, Cehennem’lerin Efendisi, Hayvan’ların Hatunu), sonra hayvan-rehberleri onu Cihan’ın Merkezi’ne, Dünya’nın Ağacı ile Evrensel Efendi’nin bulundukları Kozmik Dağ’ın tepesine götürürler; orada Kozmik Ağaç ve Efendi’nin kendi elinden, davul yapacağı ağacı alır. Efendi, Ağaç’tan kopardığı bir dalı yere düşürür, şaman namzedi de onu alıp davulun kasasını onunla yapar. Buradaki sembolizm “Dünya Ağacı, yani Cihan’ın Merkezi’nde bulunan Mihver aracılığıyla Gök’le yer arasında bağlantı” şeklinde yorumlanır. Davulun kasasının Kozmik Ağaç’ın kerestesinden çıkmış olması itibariyle şaman, davula vurduğunda, sihrî olarak bu Ağaç’ın yanma fırlatılmış olur; Cihan’ın Merkezi’ne fırlatılmıştır ve aynı anda Gök’lere çıkabilir.
Bu vesileyle davulun şaman ayinlerinde birinci derecede rol oynadığını ifade edelim. Sembolizmi haylice çapraşık, sihri görevleri müteaddittir:
Cihan’ın Merkezi’ne şamanı fırlatmasının yanı sıra ona havalarda uçma olanağını sağlar, ruhlar çağırıp onları “hapseder”…[12]
Anadolu, zurnasız bile olsa, davuldan bunun için mi ayrılamaz?… Amasya da, belli günlerde, kente nazır kaleden top atılıp davul zurna çalınırdı (1949) (fot. 82).
Altay ve Tanrı Dağları bölgesinde kayın, Batı Sibirya’daki Fin-Ogur kavimlerinde ise sedir ve çam ağaçları önemlidir. Kayının teknolojik yanı bu önemi ayrıca artırmış olmalı: en iyi oklar bu ağaçtan yapılıyor ve toz denilen yay kılıfları da bunun kabuklarından çıkarılıyordu. Ağacın kendisine esasen tos denirdi. Altay şamanlarına göre “insanlar türediği zaman, Umay-Ana’mızla beraber iki kayın ağacı da yere indi”. Efsanelerde de Tanrı hep, kayın ağacının üzerinde “gök sakallı bir ihtiyar” olarak görülür.
Bunların yanı sıra insanlara kötülük getiren ağaçlar da vardır, sincap şekline girmiş şeytanları kovuklarında barındıran. Bu yüzden arada bir Tanrı ağacın birini yıldırımla yakar.[13]
Manihaist Uygur’lara göre Beş Hayat, Beş Ölüm Ağacı vardı.
Zehirlenen Manas ölüyor. Ulu-Hatun’u Kanıkey, rüyasında evin ocak’ından bir kavağın göverdiğini ve bunun göğe kadar yükseldiğini… görüyor. Bu düş, Manas’ı diriltiyor.[14]
Altay yaratılış efsanesi İrano-Manihaist düalizmine (Hürmüz = Ormazd – Ahriman, iyilik-kötülük) koşut olup herhalde ondan esinlenmiş olmalı: bunda da kâinatın başlangıcında yalnızca iki varlık vardır. Bunlar da Tanrı Ülgen ile Kişioğlu (Erlik)dir. Erlik başlangıçta Tanrı’nın yardımcısıyken sonradan Şeytan olmuş ve Ahriman’ın yerine geçmiştir. Bugün Yezidi’ler onun itibarının bir gün iade edileceğine inanmaktadırlar…
Bu ikili düşünce sistemi eski Türk Manihaisminde iki yıldız, yani “iki kök” sembolü ile ifade edilmiştir. Bu “kök” terimi, Prof. Pelliot’ya göre “Hayat” ve “Ölüm” ağaçlarının köklerini ifade ediyordu. Kâinat hiç yoktan (ex nihilo) yaratılmamıştı. An asl, hiçbir şey yokken bu iki prensip vardı: Ülgen’le Şeytan Erlik büyük deniz üzerinde uçup duruyorlardı. Eski İran ve Orta Asya inançlarına göre bir de “Gök boşluğu” (Ether) vardı ki buna “Kök kalığı” denirdi. Yaratıcı Tanrı’nın yeri aydınlıklar içinde olan bu gök boşluğuydu. Şeytan’ın dünyası ise, karanlıklar diyarı, Cehennemdir.[15]
Gerçi Altay dillerinde doğruca cehennemi ifade eden sözcük bulunmamaktadır. Ayrıca belli yeni bir tarihten önce ondan söz edildiğine rastlanmamıştır. Bununla birlikte M. Stein (Architecture et pensée religieuse en Extrême Orient, in Arts Asiatiques, IV, 1957) kuzey Asya’da mesken yapısını ve özellikle sakinlerin birçok kademeli bodrumlar kazma itiyatlarını tetkik ederek dünyevî âlemle semavî âleme tekabül eden bir yeraltı âlemi fikrinin çok eski olabileceğini ileri sürüyor.[16] Bu konuya “İnşa Teknikleri” cildinde, türbelerin yapısını tetkik ederken, döneceğiz.
“Her var olan şeyin bir ruhu vardır ve ölebilir, eşyalar, şahıslar, görünüş- hayaller (apparition) sadece yaşama derecesi bakımından fark ederler. Otlar, ağaçlar, taşlar, dağlar, her şey yaşar” (Sieroszewski, “Du chamanisme, d’aprés les croyances des Yakoutes. Revue d’Histoire des Religions 46, 1902)[17] Taşın, en eski ataların dikip üzerlerine mesajlarını kazıdıkları günden beri değişmeden kalması itibariyle mängü (taş) (Moğolca mögkä), yani ebedî olması, dolayısıyla statik yaşamın sembolü olmasına karşılık ağaç, hayat ve ölüm devrelerine tabi olup üstünlüğünü sadece boyu, gücü ile değil, aynı zamanda müebbet yeniden doğuş kabiliyetiyle kabul ettirir. O, dinamik yaşamın sembolüdür. Ebediyet düşüncesi Tu-kiu devrinden itibaren mevcuttur.
Bundan bin beş yüz yıl önce de Homeros Penelope’ye (Ulysse’ye hitaben) şöyle dedirtiyor: “… Her şeye rağmen kendi aslını bana söyle; neredensin? Zira anladığım kadarıyla, bir efsanevî meşe ya da bir kayadan doğma değilsin…”[18]
Kaşgarlı Mahmud “Yere batası kâfirler göğe “Tenğri” derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye “Tenğri” derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler (secde ederler.) Yine bunlar bilgin kimseye “Tenğrigen” derler. Bunların sapıklıklarından sakınırız”[19] diyor, sağlam, Sünnî Müslüman olarak. Hemen ekleyelim ki “Tanrı kulu” kavramının Türk’lerde sanıldığı gibi İslâm ve abdullah ile ilişkisi yoktur. Gerçekten tamamen putperest olduğunda şüphe bulunmayan bir metinde üç yerde “Tenğri kuli bitidim”, yani “(ben), Tenğri’nin kulu, (şunu) yazdım” deniyor. VIII. yy.a ait yazıt, Orhon ile Tola arasında, İslâm’ın etkisini belirtmediği bir bölgede bulunan Gürbelcin’dedir.[20]
“… haber gelince, bütün Manghol ve Taiyiçi’ut ((halkı) Onan nehri boyundaki Horhonak isimli sahil ormanında yaptıkları bir toplantıda Hutula’yı han seçtiler. Manghol’lar sevinçlerini umumi meclislerde raks etmekle ifade ederlerdi. Hutula’yı han intihap ettikten sonra, onlar Horhonah civarındaki ağaçların etrafında, kaburgalarına (bellerine) kadar çukurda ve dizlerine kadar toz içerisinde kalacak derecede raks ettiler”[21]
Timuçin (Cengiz han) ile Çamuha anda olduklarında, yani dost olduklarında, yeminli dostluk kurduklarında, bunu “Horhonah-Cubur’da, Huldahar kayalığı civarındaki koyu yapraklı bir ağacın altında…” yapmışlardı.[22]
Asya’da ağaç kültüne dair çok sayıda örnek bulunabilir. Fazlası konumuz dışına çıkabileceğinden bize önemli gibi gözüken bazı ayrıntıları vermekle yetineceğiz.
Her ne kadar dikkat önceleri münferit ağaç üzerinde toplanmışsa da bir ağaç topluluğu, koru ya da orman, kısa sürede önemli şekilde mukaddes karaktere bürünebilir: “sonunda ağaçların münferit ruhları, ormanın müctemi (toplu) bir ruhu halinde çoğalır” (Mannhardt.- Wald und Feltkulte, 2 cilt 1875-77, tab. 1904-5). Ötüken ormanı kutsaldı (iduk)…
Mekânın mı ormanı, ormanın mı mekânı mukaddes kıldığını bilemeyeceğiz. Bu toprak “tanrılığı” ile ağaç arasındaki karışmaya Moğol bilgini Rıntchen parmak basmıştır; ona göre Moğol’ların ünlü kutsal Burkan-Kaldun dağının adı şöyle izah edilmektedir: burkan = Şamanî tanrı ve kaldun (xaldun) — kerestesinden ongun yapılan bir çeşit söğüt. Şu halde “Burkan Kaldun, tanrı-söğüt’ü taşıyan dağ olmalı”…[23]
Böylece tazim edilen ağaç, bir sabit dua mahalli, bir mabet olmaktadır. Dibinde kutsal raks, dostluk yemini, dua edilir, kurban kesilir. Ama belli bir gelişme kademesinde ağaç, bulunmadığı yerde, bir sopa ya da kazıkla temsil edilir. Ağaç kâh canlı, kâh kuru, aynı sembolizm içinde kendini devam ettirir. Çok kere de mezbah yerine bir sırık, direk ve bazı hallerde de bir ağaç dikilir. Mamafih kurban kazığı şaman ayinlerinde elzemdi. Kesilen hayvan ona geçirilirdi. Ayrıca akla gelen bir husus da bazı rituslara uyularak kesilecek hayvanı belli bir sabit noktada tespit etme keyfiyetidir. Gerçi bütün büyük ayinler bir ağaç ya da onun yerini tutmak üzere özel olarak dikilmiş bir direğin dibinde cereyan ederdi.[24] Bunların hepsinin birer axis mundi telakki edildiklerini hatırlatalım.[25]
Hayvanın evren içindeki yeri ağacınki kadar müteâlî değildir. O, insana o derece uzak değildir, ona az çok benzer: “ilkel kişi hayvanla insan arasında, içinde yaşadığı insanî koşulla aşağı kardeşlerinin koşulu arasında büyük fark görmez (J. Caseneuve.- Les rites et la condition humaine, Paris 1958, s. 410)”. Ancak bu konular bir noktada o derece karışıyor ki artık eski ve yeni tarihçiler de işin içinden çıkamaz oluyorlar. Ağacın altında saklanarak kurtarılan, sonra da büyüyüp kutsallaşan kişiler mi ağaca kutsiyeti aşılıyor, yoksa ağaç daha önce kutsal tanındığı için mi yavru buraya “emanet” bırakılıyor?
Ağaçtan türeyiş mitosu Türk folklorunda iyice kök salmış gibidir. Görmüş olduğumuz metinlerde eski öykülerin az çok bütün unsurlarını buluyoruz: içene açlık hissettirmeyen… usare salan bu hem kozmik hem de hayat ağacı, ilk insanın meskenidir. “İlk insan, dünyada zuhurunda ne için orada olduğunu bilmek ister ve … (yukarda tarif edilen) cesim ağacın yanına varır. Olağanüstü ağacın gövdesinden aniden bir kadın beline kadar kendini göstererek nev-i beşerin atası olmak üzere dünyaya gelmiş olduğunu kendisine söyler”. Bu temanın birçok da varyantı vardır: “Ağacın yanında bir süt gölü yayılır. Adam ondan bir refika ister. Bir sıcak meltem kendini hissettirir, ağaç çatlamaya başlar ve kökünden bir dişi varlık yarı beline kadar zuhur eder. Saçları serbestçe dalgalanmakta, memeleri açıktadır. Delikanlıya mahsuldar göğsünün sütünü ikram eder, o da, tadar tatmaz, gücünün on misline vardığını hisseder. Dişi yaratık aynı zamanda ona mut vaat edip hayır duasını eder”.
Ağaç, ışık kavramına (altın renginde, köpüren sarı usare) bağlı bulunuyor. Bu usare hayat azığı olan qut veriyor, “açlık ve yorgunluğu dağıtan kuvveti on katına çıkaran” qut. Kadın ağacın gövdesinde ve hatta kovuğunda bulunuyor ve çok iri memeleriyle mümbitliğin sembolü oluyor. Uzun saçları Oğuznâme’nin “akarsulara nazir saçlar”ını hatırlatıyor. Nihayet sütün (süt gölü, memenin sütü) oynadığı büyük rolü kaydedelim.
Zamanla efsanenin değişikliğe uğramış olması melhuzdur. Gök’ün “baba”lığına ilk zamanlarda Altay halklarında rastlanmıyor. Keza kendine atalar bulma kaygısı zamanla yerini beşerin kökenini keşfetme keyfiyetine bırakıyor.
Belgelerin tahlili bizi, fark ettirmeden, ağaç içinde doğum temasından, hayli farklı ağaç-kadın’ınkine götürdü. Gerçi bunlar birbirlerine bağlı olup nasıl kaynaştıklarını tasarlamak zor değildir. Sorun, ağacın bir yaşam gücüne sahip bulunduğunu ifade etmektir.
Ağacın ölüm sonrası üzerindeki etkisi de kolaylıkla fark edilir. Plano Carpini Oktay Han’ın kendi ruhu için bir küçük ağaç dikmiş olduğunu ve halefinin bunun hiçbir dalının kesilmemesini emrettiğini anlatıyor. Türk-Moğol’lar ölülerini genellikle bir ağaç altına gömerler. Ağaç, kendinde olan hayat gücü dolayısıyla su, ışık, toprak gibi kozmik güçlere yakındır ve bu sebeple de Altaylı ulusların dinlerinde ciddi yer tutar.[26]
Ağaç’ın, Dünya Ağacı’nın, Hayat Ağacı’nın, Dünya’nın Ekseni Ağaç’ın Kayın’ın, Servi’nin… dosyası gerçekten çok kabarık.
Edirne Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde dört adet mendil teşhir ediliyor. Bunların üzerinde birer el ve avuç içlerinde de birer hayat ağacı işlenmiş. Elin sembolik anlamı üzerinde ayrıca duracağız. Ve yakın tarihten de bir yaprak: 1905 İran devrimi sırasında Kajar sülâlesinden Muzafferüddin Şah’ın tutumuna karşı direnişe geçen on dört bin çarşı esnafı İngiliz sefaretinin Gulhak köyündeki yazlık ikametgâhının bahçesine iltica edip orada çadırlara yerleşiyorlar. Her ne kadar disiplin ve temizliğe azami derecede riayete gayret sarf ediliyorsa da “çiçek tarlaları çiğneniyor ve ağaç kabuklarına dinî metinler kazınıyor”[27]
Şaman davula vurmakta, ruhlar davete icabet etmektedirler. Bu çok sayıda ve güçlü koruyucuları yanına alarak şaman, yurt’un içindeki kayın ağacının etrafında birkaç defa döner. Bu ağaç burada, Evren’in ortasında bulunan Dünya Ağacı’nı, Gök, Toprak ve Cehennem’i birleştiren kozmik ekseni temsil eder; üzerinde bulunan yedi, dokuz veya on iki çentik (taptı) “Gökleri”, semavî seviyeleri ifade eder. Şaman bunlara basarak göklere tırmanacaktır.[28]
“Ötüken ormanlarının (Ötüken yış) Göktürk’ler ve Uygur’lar devrinde bütün Türk’lerce mukaddes sayıldığını biliyoruz. Orman kültü ilkel toplumların orman mahsulleriyle ve avcılıkla geçindikleri devrin hatırasıdır. Ziraatçı ve geniş bozkırlarda çobanlıkla geçinen uluslarda orman kültü eski önemini kaybetmiş, orman tanrıları da kötü ruhlar sayılmıştır. Bununla beraber hayat şartları ve dinî telakkileri bakımından epeyce gelişmiş ve yükselmiş olan bazı uluslar orman kültünü yeni dinlerine sokmaya muvaffak olmuşlardır. Meselâ, İran’da Makû hanlığında yaşayan Karakoyunlu Alevî Türkmen’lerde orman kültü V. Gordlevski tarafından tespit edilmiştir. Makû hanlığının güneydoğusunda yirmi altı köyden ibaret bu Karakoyunlu’lar “Ali ilâhî”lerdenmiş.[29] Köylerinden birinin (Sofu Köyü’nün) çevresinde mukaddes orman vardır. Bu ormanlardaki ağaçlara dokunmak kesin olarak yasaktır. İlkbahar gelince Karakoyunlu kadınları bu ağaçlara çiçekler bağlarlar. Kurban edilen hayvanların kemiklerini bu ormana gömerler. Orman için kesilen hayvanların erkek hayvanlar olması şarttır. Orman ayini yapmak için beş gün koyun sütü toplarlar, ayin gününe kadar bu sütleri içmezler. Bu ormana “Karacaoğlan” derler. Ormanda mukaddes ocak vardır. Burada ‘Şah Ahmet’in tahtı’ bulunuyormuş”.
“Bu mukaddes orman hakkında Karakoyunlu’lar şu efsaneyi söylerler: Şah Ahmet Karakoyunlu’lara gelmiş; elinde bulunan asasını bir tandıra atarak yarı yarıya yaktıktan sonra buraya saplamış; bu asadan şu mukaddes orman meydana gelmiştir. Karakoyunlu’lar “bu ormanı kim yarattı?” diye sormuşlar. Şah Ahmet de ‘Karaoğlan’ diye cevap vermiş. İşte bundan dolaylıdır ki ormana bu ad verilmiştir. Bu aziz adam Rum memleketine gitmiş, orada ona (yarı yanmış asadan orman yarattığı için) “Ateş Bey” demişler”…
“… ‘Karaoğlan’ efsanesi bilhassa dikkate değer. Anadolu Türkmen’lerinin ayıya ‘Karaoğlan’ dedikleri malûmdur.[30] Şamanistlere göre ayı orman tanrısı-ruhu’nun timsalidir, adı da tabu’dur… ‘Karaoğlan’ adı da ayı adının tabu olduğu eski devirden kalma bir hatıra olsa gerektir”[31] Bizse uzun süre bu “karaoğlan-kocaoğlan” sözünü bir cana yakınlık ifadesi olarak almıştık. Bunun, her şeye rağmen, bir doğru tarafı da bulunabilir.
Evliya Çelebi Kuzey Kafkasya’ya yaptığı seyahatini anlatırken “ağaca tapan âdemi kavmi” ve taptıkları ağaç hakkındaki bilgileri veriyor: “Her sene bu dar-ü rahtın altına gelüp bey ü şira edip gidenler elbette bu ağacın etrafına nice kere yüz bin balmumu ve yılmumu yakıp her gice çırağan edüp âyin-i bâtılları üzere ağaca taparlar… Zu’m-u bâtılları üzere ağaca demir kakarlar ki her kimin bu ağaçta alâmeti olursa ağaç bu adamı unutmayıp cehennem azabına komaya yahut şefaat edüp kurtara…” (C. VIII, s. 7404-42)[32] Bizse uzun süre, ağaçlara (ceketlerini asmak için diye sandığımız) çivi çakanları uygarsızlıkla itham etmiştik…
İran’da Arşakî sülâlesi adını muhtemelen Avesta dilinde “ayı” (totem) manasında olan areşa veya “erkek, kahraman” karşılığında arşan’dan almaktadır.[33] Orman “anlayışı” olmayanların da ayıyı totem olarak kabul etmeleri akla aykırı düşer.
“Şah Ahmet” hikâyesine dönerek tandırın bir Ön Asya aleti olduğunu söylemiş olduğumuzu hatırlayalım.[34] Bu itibarla Karakoyunlu’ların bu inançlarının, Asya’dan hicretlerinden sonra “nihaî olarak şekillenmiş” yani teması içine bir de tandırı almış olduğunu söyleyebiliriz. Zaten bir orthodox Sünnî’yi “hurafe, bâtıl, bid’at!” diye “zıvanadan çıkartabilecek” davranışları, aslında “Ahit’ten önceki” inançlarının bir devamından başka bir şey değildir.
“Kırgız’larda, Şamanizm devrinden kalma mukaddes ağaçlar, ataların ve büyük şamanların mezarları İslâmlaştırılmış ve evliya türbeleri olmuştur”… “Kırgız-Kazak’ların ‘şeriata aykırı’ âdetlerinden şikâyet eden Molla Gazi Hoca ‘kadınları kısır olursa sahrada tek başına biten bir ağaç, bir kuyu (pınar) veya su yanında koyun kesip gecelerler’ diyor…”[35]
Birunî, Oğuz Türklerinin bir pınar yanındaki kayaya ve üzerindeki izlere secde ettiklerini söylüyor ve pınarı şöyle anlatıyor: “Tus ile Abraşehir arasında bulunan küçük göle benzeyen tatlı sulu bir pınar Kimâk ülkesinde Menkûr denilen dağda bulunuyor. Bu pınar büyük bir kalkana benzer… Bu pınardan ordu içse bile suyu bir parmak kadar dahi eksilmez. Bu pınarın yanında (kayada) secde eden bir insanın ayak ve parmaklarıyla elinin ve dizlerinin izi vardır. Yine bir çocuğun ayak ve eşeğin tırnak izleri bulunuyor. Oğuz Türkleri bunları gördüklerinde yere kapanırlar (secde ederler)”.
Ve Abdülkadir İnan devam ediyor: “Eski Türk’lerde su kültü de çok yaygın olmuştur. XI. yy.da İrtiş ırmağı boyunda yaşayan Kimâk kabilesi Gardizî’nin verdiği malûmata göre İrtiş ırmağına taparlar, su, Kimâk’ların tanrısı derlerdi”.
“Aynı müellif, Türgiş ve Çiğil Türklerinin bir dağı Tanrı’nın makamı saydıklarını yazıyor…”.
“Su kültü çok eski müşrik dinlerin kalıntısı olarak cihanşümul bir hurafedir. Bu hurafe Hristiyanlarda da yaygındı. İstanbul’daki ayazmalar Bizans paganizminin hatıralarıdır”.
“… Kazan vilâyetinde eski Bulgar merkezine yakın bulunan ‘Hocalar Dağı’ denilen dağda yapılan bidatlerden Kazan’lı bir din adamı şöyle şikâyet ediyor: Cahil halk nerede bir dağ veya pınar görürse oraya bir kayın ağacı diker ve oraya ‘keramet’ derler… Hocalar Dağı’nda bir pınar vardır. Hocalar ‘bu pınarın suyu Zemzem kuyusundan geliyor; buradaki Kız Dağı, Arafat Dağı gibidir. Bu dağa çıkmakla haç sevabı kazanılır’ derler. Burada kurbanlar kesilir, ibadet yapılır”.
“Dikkate değer ki bu pınarı Rus köylüleri de kutsal sayarlar, buraya küçük bir tapınak yapmışlardır…”[36]
Sahrada tek başına bitmiş ve manzaranın yeknesaklığını bozmuş olması, ormanda da kesreti itibariyle ağaç, insanoğlunun her zaman dikkatini üzerinde toplamıştır. Doğanın genel görünümünde, özellikle kıraç bölgede, bir “leke“ olma cesaretini gösterebilmiş olması itibariyle işbu tek ağaçta bir takım fazilet-meziyet’in bulunması gerekir. Bu düşünce, onun “sacrality”si için yeterlidir. Dionysos’un mürebbisi, üzerine asmanın sarıldığı “Ağaç”tı, Osman Gazi’nin rüyasında karnından çıkan Ağaç gibi. Müstakbel kayınpederi Şeyh Edebalı bunu Cihan hâkimiyeti şeklinde tefsir edip kızını vermişti ona.[37]
Filistinlilerin kralı ünlü Nabukonosor ise bu aynı rüyayı Osman Gazi’den çok, çok önce görmüştü: “… bir ağaç gördüm, arzın ortasında; boyu çok büyüktü. Ağaç büyüdü, güçlü oldu, başı göğe, görünümü arzın sınırlarına erdi. Yaprakları güzel, meyvesi boldu; herkes onda yiyeceğini bulurdu… Ama bir uyanık, bir aziz gökten indi ve ‘devirin ağacı, kırın dallarını, koparın yapraklarını, atın meyvelerini!’ diye bağırdı…”. Danyal (Peygamber) bu rüyayı şöyle yorumlamıştı: “… bu görmüş olduğun büyük ve güçlü, göğe eren ağaç… sensin ya kral, büyük ve güçlü olan sen… Ama insanlar arasından atılacaksın…”[38] Bu misaller çoğaltılabilir.
İslâm geleneğinde olduğu gibi kökleri gökte, dalları yer ve yerin altında bulunan Kut Ağacı’na (Tuba) Upanishad’larda ve Rig-Veda’da da rastlıyoruz. Belki de bunun bir şemsî manası vardır. Ağaç sembolizmi bakımından Mazdehist İran hiç de geride kalmıyor. Burada da ana tema doğurganlık, bereket, mümbitlik. Bina ve güncel yaşamın çeşitli aletlerinde görülen ağaç yine bir pınarın başında olarak tasvir edilmiş. Günümüzde İran göçebeleri arasında bu sembolizm, bazı kadınların vücutlarını kaplayan dövmeler şeklinde devam ediyor: köklerini cinsî uzuvlardan itibaren alan ağaç göğüs ve boğazda açılıyor ve yayılıyor. Zerdüşt akidesi bitkiyle ebedî hayat arasındaki bağa önemle işaret ediyor.[39]
Bazı şekil ve karakterler ağaçlara özel bir mana verdirmiştir. Meselâ Japonya’da “cüce ağaç” (bonsai), doğayı ezelî ciddiliği, sadeliği ve hikmeti içinde temsil eder. Şekilleriyle doğanın tanrısal dengesini ifade etmelidir.[40] Bunlardan birini, özellikle büyük bir tapınağın (Kyoto’da Heian Jingu tapınağı), üzeri “istida” ile dolu olarak görüyoruz (fot. 83). Manzara, kalabalık bir yerde olmasa Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görülebilecek bir münferit ağacınki olmakla birlikte burada küçük bir fark vardır: sanayileşmiş ülke olarak “özel teşebbüs”, insanların muhtemel dileklerini elektronik beyin vasıtasıyla önceden tasnife tabi tutup bunları peşinen kâğıda yazmış ve köşedeki aktara bırakmış. Dertli Japon aktara derdini söyleyip “ona göre bir dilekçe” alıyor, ağaca bağlıyor ve fotoğrafta görüldüğü gibi, birkaç adım geri çekilip ellerini kavuşturarak “dilekçenin kabulü” için niyazda bulunuyor.
Anadolu’da ise bağlanan paçavra sadece “ruh”a kendini hatırlatmak içindir: ruhta ise kimin ne istediğini hatırlayacak kadar “beyin” vardır… (fot. 84).
Ve Attis, altında öldüğü ve sonra başından çıkan çam ağacı ve Buddha’nın Şâka ağacı, altında “tenevvür” ettiği ağaç; çamlar, kayınlar, serviler kavaklar, çınarlar, zeytinler…
[1] Tekvin 2/9-17.
[2] ibd., 4/17.
[3] ibd., 4/22.
[4] M. Eliade.- Histoire I, s. 180-1.
[5] ibd. s. 179 not 8.
[6] Hep bahsi geçen “Bilgi Ağacı”
[7] M.Hüseyin Heykel.- Hz. Muhammed Mustafa, terc. Ö.R. Doğrul, İst. 1948, s. 188-9.
[8] M. Eliade.- Histoire I, s. 176, not 2.
[9] Tekvin 9/13.
[10] Deuteronome 12/2.
[11] B.Ögel.- op.cit., s. 97-105.
[12] M.Eliade.- Le chamanisme, s. 51, 144-5.
[13] B.Ögel.- op.cit., s. 90-5.
[14] ibd., s. 514.
[15] ibd., s. 421-3.
[16] J. P. Roux.- Faune et flore, s. 35-6, not 7.
[17] ibd., s. 25.
[18] Odysseus XIX/163.
[19] DLT III, s. 337.
[20] J. -P. Roux.- op.cit., s. 41.
[21] Gizli tarih, par. 57.
[22] ibd., par. 96 ve 117.
[23] J. P. Roux.- op. cit., s. 56.
[24] ibd., s. 217.
[25] M. Eliade.- Traité, s. 255.
[26] J.-P.Roux- op. cit., s. 374-380.
[27] E. Abrahamian.- The causes of the constitutional revolution in Iran s. 406.
[28] J.-P. Roux,- op. cit., s. 163.
[29] Bunlardan, yine A. İnan’ın kaleminden olmak üzere I. ciltte söz etmiştik. Bkz. s. 335.
[30] Bizim kayıtlarımıza güre “Kocaoğlan”
[31] A. inan.- Şamanizm, s. 62-3.
[32] ibd., s. 65.
[33] R.N. Frye.- op. cit., s. 202.
[34] Bkz. C.I.-s. 355, 371.
[35] A. İnan.- op. cit., s. 168.
[36] A. İnan – Eski Türk dini tarihi, s.183-5.
[37] Bkz. C.I, s. 187.
[38] Ahd-i Atik, Danyal 2/3, 4/2, 7-8, 11, 17, 22.
[39] J. Chevalier et A. Gheerbrant.- Dictionnaire des symboles, mad. “arbre”.
[40] ibd.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.