Süryanîce yazılmış bir Hristiyan vakayinamesinde söz Magi’lere veriliyor: “Babalarımızdan yol erkân ve bütün sırları (mysterion) öğrenip oğullarımızı haberdar ettik… Ve Zaferin Dağı’na çıktık. Hepimiz toplanınca… dağın eteğinde bulunan kaynakta vaftiz olduk: bu kaynağın sanı “tathir kaynağı”dır. Bu kaynağın üstünde yedi ağaç biterdi: bir zeytin, bir asma çubuğu, bir mersin, bir servi, bir limon, bir sedir ve fıstık çamı…”
“Ayın başlangıcı geldiğinde zirveye kadar çıktık ve mahrem sırla mağarasının ağzında durduk ve… ulu Tanrı’ya ibadet ettik…”[1]
Yukardan beri, bugün Anadolu’da cari mağara ve dağ kültünün tarih içinde muhtemel emsallerinden birkaçını zikrettik, daha evvel sözünü ettiğimiz “açkısız, kurgusuz, anahtarsız, kilitsiz… Bozoğlan’la Karaoğlan Mağaraları’nın emsallerinden.
Amasya kalesi, yüksek bir kaya-dağı çevreler, bunun hemen bitişiğinde de (kuzeyine düşen) Kırklar Dağı vardır. Halk, her sene 22 Mart, yani Nevruz günü çoluğu çocuğuyla buraya çıkar, yenilir, içilir, eğlenilir. Yani Yeni Yıl bu dağ üzerinde kutlanır.
Bunun, Hannibaîin savaş hilesini hatırlatan öyküsünü H. Hüsameddin’den dinleyelim: “…bu dağa Kırklar dağı deniyor. 686 (1287) tarihlerinde yazılmış olup ele geçen vesaik-i atikede bu dağ Cebel Erbain namıyla kaydolduğu görülmüştür… Elsine-i ammede mütevatır olan bir rivayet, bu tesmiyeyi intaç eylediği zannolunur: Danişmend Gazi Amasya kalesini muhasara eylediği esnada müdafiler pek ziyade ısrar-ı mukavemet eylediklerinden bahadiran-ı İslâm’dan kırk kişi bu dağda topladıkları birkaç sürü koyunun boynuzlarına mumlar dikip gece sabaha karşı dağdan aşağıya kaleye doğru asker nizamı üzere sürdüklerini gören müdafiler azim bir kuvve-i imdadiye geldiğine zahib olarak kale kapısını açmışlar ve kırk bahadır bilâ ifate-i zaman kaleye girip…” (Amasya Tarihi I, s. 701).
Bu hikâyeden anlaşıldığı gibi, dağa kutsallığını kazandıran, işbu kırk rakamından ibaret olmalıdır.
Şimdi de benzerlerini doğuda, Asya içlerinde izleyelim.
“Büyük Hun Devleti’nde kutsal bir Ata-Mağarası’nın bulunduğunu Çin kaynaklarından öğreniyoruz. Bu kutsal mağaraya yalnız şamanlar veya kişiler değil, bütün devlet teşkilâtı saygı gösteriyor ve senenin belirli aylarında bu mağara ziyaret edilerek büyük bir tören yapılıyordu… Toba’lar da, kayaları Ata mabedi şeklinde oyuyorlar ve mağaraya benzeyen bu yerlerde göğe, yere ve Han soylarının ruhlarına kurbanlar sunuyorlardı. Bu kurban merasiminden sonra da, kayın ağaçları dikerek o bölgede bir kutsal orman meydana getiriyorlardı…
“Göktürk’lerde de bir Ata-Mağarası’nın bulunduğunu kesin olarak biliyoruz. Göktürk Kağanı da senenin belirli zamanlarında devletin ileri gelenlerini ve kabilelerin soylularını yanına alarak ecdâd mağarasına gidiyor ve oraya kurbanlar veriyorlardı… Yine Göktürk’lerin menşe efsanesinde de, dişi kurt çocuğu alıp bu mağaradan içeriye götürmüş ve orada türemişlerdi”.
“Kırgız’lar kendilerini kurttan türeyen Türk’lerden ayırmak istemiş olacaklar ki bir başka menşe efsanesine bağlanmışlardır. Onlara göre, kendilerinin ilk ataları bir Ata-Mağarası’nda bir melekle yaşıyordu…”
“… Türk’lerin ilk atası olan Ay-Ata da yine bir mağarada meydana gelmişti. Mağara ilk insana, bir “ana rahmi” vazifesini görmüştü…”
“Mağaralar, yeraltı dünyasını, yeryüzüne bağlayan birer kapı gibi idiler”[2]
Bütün bunlarda dağ ile mağara birbirlerinden ayrılmıyorlar. Mağaralar yine kutsal dağların üzerinde bulunuyorlar. “Mogol’lar dağlara çoğu kez huşu ile bakarlar ve bunların çoğunu kutsal sayarlar. Yabancının biri civardaki dağın adını soracak olursa, bilmelerine rağmen adını ağza almaktan kaçınabilirler, dağın adının yeke gacar, yani “büyük yer” olduğu yanıtını verirler…”[3]
“Doğal olaylar Şamanizm’de önemli rol oynarlar. Bozkırda dolanan Mogol’lar, yerden anî olarak yükselen dağın bazı mistik nitelikleri haiz bulunduğunu hissederler. Ayrıca, engebenin yerel tanrısal varlıkları barındırdığına da inanırlar; nitekim bütün Mogol oboo’ları dağ veya tepelerin üstünde bulunur…”[4]
“…Sabah güneşinin şebnemi kurutması gibi Himâchal’ın (Himalaya) seyri de beşerin günahlarını kurutur” diye ilk Hindu’lar bu tanrılar makarrına bakarlardı. Daha ilk devirlerden itibaren Himalaya vadileri akil ve zahitlerin mercii olmuştu. Az çok bütün tepe ve akarsular, özgü efsaneleriyle kutsallaştırılmışlardı.
Dağlara karşı bu derin saygı Arî’lere, bunlardan önceki Arî olmayan ırklardan geçmiş olmalıdır. Zira bu sonuncular, yani Dravidian’lar dağlara, yağmur tanrısı ile ilişkili olarak taparlar. Himalaya’da olduğu gibi başlıca sivrilerden biri olan Nandâ Devi, dağ tanrıçası Pârvatî ile bir tutulmuştur.[5]
Aynı şekilde Hint’te mağara ruhları, yeraltı dünyasıyla münasebette olmaları itibariyle, habis olarak kabul edilirler. Somadeva folklorunda Pâtâla’ya, yani “girişi cehenneme götüren yarık kaya”ya ait çok sayıda atıf vardır. Bazıları ise Asura bakirelerinin oturduğu perili köşklerin girişini teşkil ederler. Maden galerileri de doğal mağara muamelesi görmektedir. Birçok tanrısal varlık buralarda ikamet etmektedir.
Keza birçok mağara, ünlü Hindu ve Müslüman azizlerine mesken olmuş olmakla kutsallaşmıştır. Bunlar hakkında da hayli ilginç efsane dillerde dolaşmaktadır.[6]
Bugün bazı zümrelerce kutsal sayılan geyik’in de bu işlere karıştığı görülür: delikanlı bu hayvanı kovalar, o da bir mağaradan içeri girer, her ikisi burasını geçip cennete varırlar. Geyik, aslında, ister gerçekte, ister tasavvurda, arzulanan sevgilidir. Bazen de aracıdır: onu kovalayan avcı, mağaranın öbür çıkışında bir düzlüğe varır ve orada yavuklusuna kavuşur.
Türk-Memlûk Yaratılış Efsanesi’nde de:
“Dünya sele boğulmuş, bu şiddetli yağmurla,
…
Kara-Dağcı dağında, bir mağaraya dolmuş,
Mağaranın içinde, kayalar yarılmışmış.
Yarıkların bazısı insanı andırırmış,
Kayaların yarığı insan kalıbı olmuş,
…
Onlara göre sanki mağara bir kadınmış,
İnsana vücud veren, içi de bir karınmış
…”
cümlelerini okuyoruz.
Bunda anlatılmak istenen şey şöyle: insan suretinin kalıbı halindeki mağaraya seller çamur yığıp onu doldurmuş, sonra “ateş olmuş” güneş, bunu kurutmuş.
“Dokuz ay süreyle de serin bir rüzgâr esmiş
Su, ateş, toprak, rüzgâr, Dört Unsur derler buna
Bunlar temel olmuşlar ilk insan vücuduna
Tam dokuz ay geçince bir insan çıkıvermiş
Nedense adını da “Ay-Atam” alıvermiş
Ay-Baba’yla Ay-Dede Türkçeye buradan kalır
İnsanın ilk ceddi de, kökünü aydan alır …”[7]
Bu hikâyenin bir başka şeklini de A. İnan’dan dinleyelim:“…ilkçağda yağmurdan hâsıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi ve bu çamurları insan kalıbına benzeyen yarıklara döktü. Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kaldı. Güneş Saratan burcunda idi ve sıcaklığı çok kuvvetli idi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. Mezkûr mağara kadının karnı (batını) vazifesini gördü. Su, toprak ve güneşin harareti (ateş) unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mutedil rüzgâr esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu. Dokuz ay sonra bu yarıktan insan şeklinde bir mahlûk çıktı. Bu insana Türk dilinde Ay-Atam denildi ki “Ay baba” demektir. Bu Ay-Atam denilen kişi sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi. Kuvvet ve neşesi günden güne arttı, orada kırk yıl kaldı. Sonra seller bir daha aktı, yukarda zikredildiği gibi mağaradaki yarıklara toprak doldu. Güneş Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh bu toprağın pişmesi zamanı güneşin aşağı indiği devre tesadüf etti ve bundan dolayıdır ki bu topraktan yaratılan kişi dişi oldu. Bu dişi kişiye Ay-va adı verildi ki “ay yüzlü” demektir. Ay Atam ile Ay-va evlendiler. Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi. Yarısı erkek, yarısı dişiydi. Bunlar birbirleriyle evlendiler. Ana ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapı ile kapadılar ve kapının yanına çiçekler koydular”[8]
Zamanlar geçti, geldik Kırşehir’e. Burada Obruk dağı ile aynı ismi taşıyan bir mağara vardır. Bunun ağzı kente bakar. Rivayet edilir ki buraya girildiğinde mağara ikiye ayrılır. Birinin giriş yerinde bir kadın, ötekinde de bir erkek, süresiz olarak nöbet bekler. Bunlar bizim yukarda sözünü etliğimiz “kalıp”lar oluyor.
Bir gün bir örümcek, şöyle bir boğayı bacakları arasında ezecek cinsten bir örümcek, bunun ağzını örmüş. Bir kuş da oraya yumurtlamış, onun himayesinde. O da oraya göz koymuş yılanın hakkından gelmiş. Ve kutsal sayılmış örümcek, Kırşehir’de[9]. Böylece de mezkûr yaradılış efsanesi, az çok varyantlarıyla, yaşıyor demektir o ilde.
Dönelim yine geriye. Bir de Altın-Dağ’da yaşayan Dokuz Tanrı var, Oğuz Destanlarında. “Dış tesirler altında kalan Altay Şamanizm’ine göre bu kutsal Gök Dağı’nın üzerinde “Süt Denizi” vardı…”[10]
“Türk mitolojisinde kahramanların hatunları, umumiyetle Tanrı tarafından gönderilmiş kutsal kadınlardı. Burada erkek İnsanî, kadın ise ruhanî bir kisveye bürünmüşlerdi. Burada da Bögü-Han’ın Hatun’unun Tanrı tarafından gönderilmiş olduğunu görüyoruz. Bögü-Han ile bu kızın Ak-Dağ’da buluşarak sevişmeleri önemli bir motiftir… Han ile kızın başka bir yerde değil de kutsal bir dağda buluşmuş olmaları…”[11] özellikle dikkate değer. Asya Türk mitolojisinin Bakır-Dağ, Demir-Dağ, Dünya-Dağ, Gök-Dağ’ı üzerinde durmayalım ve Uygur’ların, iki suyun buluştuğu bir yerde bulunan kutsal dağdaki kayın ağacından nasıl doğdukları temasına kısaca değinelim: “Mu-Yeh dağında Kitan’ların en eski ataları için bir mabet yapılmıştı…”[12]
Toros’ların meşhur zirvelerinden Demir Kazık Sivrisi de (fot. 78), çevresinin adamına heybetiyle tesir etmiş.
Dağla yıldız, özellikle kutup yıldızı arasındaki ilişkinin devamına bu Demir Kazık örnek teşkil eder şöyle ki Anadolu’nun hemen her tarafında Demirkazık, Demirdirek, Demirzikke, Dırkazık, kutup yıldızını ifade eder.
Biraz önce sözünü ettiğimiz Talih yıldızıyla Zaferin Dağı arasındaki ilişkiyi hatırlattı, Demir Kazık: Zerdüşt bize yıldızın “Büyük Kral’ın işareti olduğunu öğretiyor. Bu dahi bir ölçüde mihrî tanrı olarak telakki edilen Mithra’nın bir yeniden tecessümü oluyor. “Hükümdarın (Kai) doğduğu gece dünyaya bir işaret verilir: gökten bir yıldız düşer; bu kai doğunca, yıldız bir işaret verir” diyor Bahman Yast kitabı.[13]
Dönelim Anadolu’nun Artemis’ine, hayvanların ve bitkilerin hayatının sembolü tanrıçaya. Mabet ve mağara bu verimli kadının rahmi gibiydi. Gökten başka kocası olmadığından kendinde, kutup takımyıldızlarıyla burç mıntıkalarını içerir ve bunları ışığıyla ziyaret ederdi, ayın gökte yaptığı gibi.
Ephesus’a Hristiyanlığın çoktan yerleşmiş olmasına rağmen Artemis’in kültü burada daha yüzyıllarca, bütün ihtişamıyla devam edecektir.
Grek metinleri mağaranın Artemis’ce tekrim edildiğini bildiriyorlar. Mağara, yedi saadetli magfurun, bir rahimde gibi, bahtiyarlık içinde basübadelmevt’i bekledikleri bir mahfaza oluyor. Takımyıldız şeklinde toplanmış bu insanlar, yeraltı dünyasıyla yedi seyyareninkini kendi üzerlerinde birleştirmişler, asırlar boyu Hristiyan Kilise’leri ve İslâm üzerinde ışıldayan yeni bir manevî merkez teşkil etmişlerdir.[14]
Demir Kazık, yedi magfur… Şamanlığın bir önemli tanrısı da Mogol’lar tarafından Dolo’on-ebügen ya da “yedi ihtiyar adam” (Büyük Ayı) diye anılmaktadır. Uçsuz bucaksız ve de yön tayini için herhangi bir işaretsiz bozkırda dolanan göçebeler, kerteriz için Kutup Yıldızı Altan-khadaas (“Altın Kazık”)a özel bir saygı gösterirler.[15]
Adı “parlak ışık” manasına gelen Kleitophôn, birçok serüvenden sonra nişanlısı Leukippe’yi Ephesus’ta, Thersandros’un karısı ve zina ettiğinden şüphelenilen Melitte’nin yanında bulur, Leukippe (harfiyen “beyaz kısrak” olup yine güneşi ima eder), Artemis’in bir adıdır. Melitte (“arı”) dahi bir diğeridir. Artemis Leukippe’yi zebiha olarak ölmekten kurtarmış, o da ona bekâretini adamıştır. Sadece bakirelerin kabul edildikleri Artemis’in Ephesus’taki tapınağına sığındığından, ölümden kurtulabilmek için kızlığını ispat etmesi gerekmektedir. Bunun için de Pan mağarası imtihanından geçecektir. Keza Melitte de, suçsuzluğunu kanıtlayabilmek için, Pan mağarası gibi Ephesus Artemision’unun civarında bulunan Styx çeşmesi denemesinden geçecektir. Başrahip, mağarayı şöyle tarif ediyor tapınağın arkasındaki mukaddes koruda (Ortygie korusu) kadınların girmesinin memnu bulunduğu bir mağara vardır. Buraya sadece kızoğlan kızlar girebilirler. Pan’ın bir neyi (syrinx) burada bulunur. Bir kadın, bikrini kaybetmiş olmakla suçlandığında, Ephesus halkı onu oraya gönderir, kapılar arkasından kapanır; davayı ney halleder: kız çıkarsa neyden ahenkli ve ilâhî ilhamlı (etheos) bir nağme yükselir, kapılar açılır ve ritüel elbiseleriyle bakire, başında fıstık çamı dallarından süslerle görünür. Ama “saf” çıkmamışsa ney susar ve hoş seda yerine mağaradan iniltiler duyulur: kadın ise bir daha görünmez…
Styx çeşmesinde de mümasil bir kehanet kabiliyeti vardır: itham edilen kişi buraya, bir tablet üzerine yazılı ahdi boynuna kurdeleyle bağlı olarak gelir. Ahdine sadık kalmışsa çeşme, mutat seviyesinde kalır. İşe şeytanlar karışmışsa su kaynar, boyuna kadar çıkıp tableti kaplar.[16]
“Yedi Uyuyan”ın (“Ashab-ül Kahf”) mağarası, Artemision, Ortygie korusu ve daha uzakta Delos doğrultusunda, ilk Ephesus’u Roma Ephesus’undan ayıran vahşî kayalıklar arasında, yukarda mezkûr Pan mağarasının bulunduğu yerdeydi; bugün Panayırdağ tesmiye edilen mahal, zamanında Piôn, Priôn veya helios’dan (güneş) müştak olması melhuz Celion diye anılırdı. Mucize, Milâdî V. yy.a aittir. Bir işçi, ya da yer sarsıntısı mağaranın ağzını boşaltınca işbu uyuyan yedi kişi meydana çıkmış. Bunlar, Romalının hışmından kaçmış yedi Hristiyan’mış. Mağaranın ağzının açılmasıyla uyanınca, çok kısa süre uyuduklarını sanarak içlerinden birini kente göndermişler, durumu öğrenmek üzere. Ama herkesin Hristiyan olmuş olduğunu görünce, yeniden uykuya yatmışlar…[17]
Bizi burada ilgilendiren husus, mitosun kendisi olmayıp içine alacağını aldıktan sonra ağzı kapanan mağaranın kutsiyeti kavramıdır. Bu itibarla aynı temanın İslâmî rivayetini özetle zikredeceğiz.
İslâm’ın bu efsaneye bu kadar sıkı sarılmasının sebebi her halde ba’sü bâd-el-mevt teması olmalı. Yani bu insanlar (ve köpekleri) birkaç yüz sene, ağzı tıkalı bir mağarada yaşar halde kalamayacaklarına göre bunların ölüp bilâhare dirilmiş olmaları bahis konusudur ki burada Ruh’un ölümsüzlüğü, vücutların da ruhlarla birlikte bir gün dirileceği[18] ve Allah’ın omnipotent’liği akidesinin doğruluğu bir kez daha ispatlanmış oluyor. Ö. R. Doğrul, madde zikretmeksizin “bu kıssada bir hisse bulunduğu muhakkaktır. Yoksa onun şarkta da, garpta da bu derece şuyu bulmasına imkân kalmazdı” diyor.[19] Sair yazarlar da, herhangi bir şey eklemeksizin, “Kehf Suresi’nin fazileti” teranesini geveleyip duruyorlar.[20] Ama A. İnan “Orta Asya’da Müslümanlara Buddhistlerin kutlu saydıkları bir mağara “Ashab-ı Kehif” mağarası olarak geçmiş olduğu gibi Kozan Vilâyetindeki Müslümanlarca takdis edilen Hocalar dağındaki pınar Hristiyan Rus’larca da “Sugatoy Klyüç” (Mukaddes pınar) olarak kabul edilmiştir”[21] diye yazarak bunda Sure’nin faziletinden başka etkenlerin varlığını vurgulamış oluyor. Bu itibarla bugün Ashab-ı Kehf mağarası diye Anadolu’da tazim edilen mağaraların (örneğin Tarsus ve Elbistan’da Yarpuz mağaraları) (bazılarının üzerinde eskiden bir kilise ve mescit inşa edilmişti)[22] böyle bir İslâmî cila ile renklendirilerek ziyaret edildikleri söylenebilir.
Ama işin ilginç bir yönü de hattatların bu temayı marifetlerinin ibrazı için sıkça kullanmış olmaları ve beraberinde getirdikleri örgelerle de, farkında olmadan, onu Samî alana irca etmiş olmalarıdır. Örneğin mühr-ü Süleyman bu levhalarda yer almakla kalmayıp çoğu kez Yemliha ve arkadaşlarıyla köpek Kıtmir, Nuh’un Gemisi şeklinde yazıyla gösteriliyorlar. Hele bunların gergefle işlenmişlerinde zemin olarak mor kadifenin seçilmiş olması, onlardan, ilerde ayrıntılarına gireceğimiz kötü etkenlerden koruma beklenmesi ve bu yolda da yedi delikanlının adından gayri başka şeylerin de karıştırılmış olması[23] dikkati çekiyor.
Konuları dağıtmama gayretlerimiz hep boşa çıkıyor. Bu kez de Kıtmir eğleyecek bizi biraz.
Grek mitolojisi Kerberos’u, kapıları zorlamaya yeltenen canlı insanlar için korkunç bir cehennem bekçisi olarak tarif ediyor. Diğer taraftan Plutarkos’a göre Osiris ve Nephtys’in çocuğu Anubis, anası tarafından terk edilince köpeklerin yol gösterdiği İsis tarafından bulunuyor. O da, köpeklerin insanlar hesabına olduğu gibi, ilâhlar namına nöbet bekliyor. Anubis adının hieroglifi (ynpw), bir mabedin altında yatan köpek olup bu da Ashab-ı Kehf’in köpeğine tekabül eder. Plutarkos için köpek bir nasuh’un (öğütçü) simgesidir. İsis’le Hikmet, diğer taraftan da İsis’le köpek arasındaki ilişki, Hikmet’in mağaranın “köpeği” tarafından temsiline götürüyor[24]. Yani Kıtmir, Kerberos, İsis… girift oluyorlar.
Gökle birleşmek isteyen Yer, dağ şeklini alır: nebatatla kaplı tepeler tanrıçanın bedeni ile saçlarını, mağaralar da rahmini temsil ederler. Aslında, tanrısal varlıklara verilmiş adlar da keyfiyeti teyit eder: Samî dillerde Kybele dağ olup bunun İbranîcesi Gebal, Arapçası cebel’dir. “Dağın Hatunu” unvanına birçok gelenekte rastlanır ezcümle Samî tanrıça Anat böyle tesmiye edilip bahis konusu dağ, kuzeyin Safon dağıdır. Babilonya’da Ninhursag “kutsal sütüyle kralları besleyen tanrıça” olup hursag, dağdır. Aynı şekilde Sümer Ana Tanrıça’sı Ninâ’nın sanı “Dağın saf Hatunu”dur. Hint-Avrupalılar âleminde ise Shiva’nın eşine, yukarda sözünü ettiğimiz Pârvâti, yani “dağlı”, Vishnu’nunkine de Vârâhi, yani Borée, şimal rüzgârı denmektedir…[25]
Eskiden megara, Grek’lerin Demeter’e kurban edecekleri domuzları attıkları çukurları ifade ederdi. Bugün μεγαρον, hotel, saray manalarına geliyor. İncil, me’ara tesmiye edilen mağaraların hatırasını muhafaza eder. Boşluğu, çıplaklığı tarif eden bir kökten gelmiş olması melhuz olan bu lafız, yukarıdaki megara ile aynı olabilir.[26]
[1] M. Eliade.- Fragments, s. 235-40. Ayrıca bkz. -H. Lavagne.- Importance de la grotte dans le Mithriacisme en Occident, in Acta Iranica IV, s. 271 ve dev.
[2] B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 21-2.
[3] S. Jagchid and P. Hyer.- op. cit., s. 160.
[4] ibd., s. 168.
[5] W. Crooke.- op. cit., I, s. 60-2.
[6] ibd., s. 282-5.
[7] B. Ögel.- op. cit., s. 483-4.
[8] A. İnan.- Şamanizm, s. 21.
[9] V. Arseven.- Obruk Kaya, in TFA 146, Eylül 1961, s. 2503.
[10] B. Ögel.- op. cit., s. 319.
[11] ibd., s. 87.
[12] ibd., s. 550.
[13] G. Widengren.- op. cit., s. 236.
[14] J. Bonnet.- Artémis d’Ephése, s. 12.
[15] S. Jagchid and P. Hyer.- op. cit., s. 167.
[16] J. Bonnet.- op. cit., s. 90-3.
[17] ibd., s. 14.
[18] İA, mad. “Eshâbülkehf”, s. 371.
[19] Tanrı Buyruğu II, s. 478 not.
[20] Bkz. F. Gökcan.- Kuı’an-ı Kerîm’e göre Ashab-ı Kehf kıssası, in Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı, Ank. 1978, s. 131 ve dev.
[21] A. inan.- Yaygın hurafeler ve menşeleri, in TFA 147, Ekim 1961, s. 2531.
[22] F. Gökcan.- op. cit., s. 141.
[23] M. Aksel.- Yazı-resimde Eshab-ı Kehf gemisi, in TFA 199, Şubat 1966, s. 3986 ve dev.
[24] J. Bonnet.- op. cit., s. 165, not I.
[25] ibd., s. 24-6.
[26] ibd., s. 149.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.