Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 70. Bölüm

Bir mahallin kutsallaşması meselesi *

Her kratophany ve her hierophany, hiçbir fark arz etmeden, kendilerine sahne olmuş mahallin suretini tebdil ederler: o ana kadar lâdinî olan bir alan, bundan böyle kutsal alan olur. Daha doğru bir ifadeyle kratophany’ler dolayısıyla tabiat, içinden mitoslarla dolu olarak çıktığı bir suret tebdiline uğrar. Bu hierophanic alanlarda aslî vahiyler vaki olmuş, âdemoğlu buralarda kendini beslenme, besin maddesi ihtiyatlarının devamlılığının sağlanması yollarına vakfetmişti. Bu itibarla bu kutsal alanın sınırları içinde kutlanan beslenmekle ilgili bütün ritüeller, mitoslardaki varlıklar tarafından “zamanların başında” icra edilmiş hareketlerin taklit ve tekrarından başkası değildir. Aynı bir tekrarlama düşüncesi, kutsal zaman kavramını destekler, kişisel necatı ile ilgili olarak dindar insanın, genellikle beslediği ümitler koşutunda sayısız ritüel sistemi tesis eder. Bir kutsal alan, onu bir kere o hale getirmiş olan hierophany’nin devamlılığından geçerliliğini kazanır. Bu mahallerden beklenen, o neslin uygarlığını tesis etmiş olan arazi ve atalarla mistik dayanışma halinin sağlanmasıdır.

Gerçekten mahal insan tarafından hiçbir zaman “seçilmiş” olmayıp sadece onun tarafından “keşfedilmiştir”. Kutsal alan ona şu veya bu türlü “ifşa olur”. Bir mahalli kutsal kılmak için oraya illâ bir tapınağın inşası gerekmez. Oraya bir evin yapılması dahi aynı şekilde, lâdinî bir sahanın suret tebdili için yeterlidir. Hele “ev”, ayrıca, bir ermiş, bir azizin olmaya görsün! Hattâ, eve bile gerek olmayabilir: ermiş ya da azizin orada dua etmiş, yemek yemiş… veya oraya gömülmüş olması kâfidir.

Bu mahallere “hazırlıksız” girilmez, tıpkı camiye olduğu gibi. Bunlar mücavir lâdinî çevreden bir ihata duvarı (duvarın cinsinin ve yüksekliğinin önemi yoktur) ile ayrılmıştır. Bu sınırlama, sadece içerde bir kratophany ya da epiphany’nin daimî varlığını ifade etmekle kalmayıp farkında olmadan buraya “hazırlıksız” gireceklerin maruz kalabilecekleri tehlikelerden koruma işlevini de yüklenmiştir. Buradan mabet ve ev eşiğinin ritüel önemi ortaya çıkıyor. Ev derken de her türlü mesken, mağara, çadır… bahis konusu olmaktadır. Han’ın çadırının eşiğine tembihe rağmen şaşırıp basan Katolik rahip-elçilerin ölümden döndüklerini, ama hiç değilse “ta’zir-i şedit”e uğradıklarını kendi seyahatnamelerinden öğreniyoruz (Plano Carpini, Rubruckus, Marco Polo…). Bu “eşik” kavramı, çeşitli devrelerde değişik şekilde değerlendirilmiş ve yorumlanmıştır. Aynı şeyler bir kentin surları için de söylenebilir. Bunlar askerî yapı olmadan önce bir sihrî savunma tesisi olarak kabul edilmişlerdir. Hindistan’ın kuzeyinde bir salgın hastalık zuhur ettiğinde köyün etrafına bir daire çizmekle hastalık cinlerinin çevrili mahalden içeri girmeleri önlenir. “Sihrî daire”, birçok sihrî-dinî ritüelde çok revaçta olup birbirine uymayan (heterogeneous) iki alanı tefrik eder. Bir Yezidî’nin etrafına bir daire çizilecek olursa, o daire, çizen tarafından silinmedikçe Yezidî’nin onu katiyen aşmadığı bize Muş’ta anlatılmıştı (1951).

Merkez sembolizmi *

Yukarda, Türk’lerde yer tanrısının mandala’sının (mantal) dört köşe, su unsurununkinin ise yuvarlak olduğunu görmüştük. Aynı kozmogonik vüsat bunların inşasında da görülür. Kelime “daire” demek olup Tibet tercümeleri bunu bazen “merkez”, bazen de “çevreleyen” şeklinde verirler. Kendisi ise bir murabba içine çizilmiş, aynı veya değişik merkezli birçok daireden ibarettir. Bütün bu mukaddes yapılar sembolik olarak bütün evreni temsil ederler. Merkez’in sembolizmi, yerleşme merkezleri inşasında da methaldardır. Gerçekten her mukaddes alan, yani içinde hierophany veya theophany’lerin vaki olabilecekleri ve gökle yer arasında bir seviye kopmasının mümkün olabileceği alan bir “merkez”dir,[1] cami gibi. Gerçekten cami, köyün “merkezi”dir.

Kudüs’teki kiliselerin birinde bir küçük dört köşe taşın, bunun üstünde de ehramı bir diğerinin oturtulmuş olduğunu, bu sonuncusunun dünyanın tam merkezinde bulunduğuna inanıldığını bize, XVIII. yy.ın ilk yarısında buraları görmüş olan Hollandalı iki seyyah anlatıyor.[2]

Bunu, mandala-mantal’ın bugünkü “uzantı”larına göz atarak kapatalım. Maldalmanda, evlek (Af, Isp, Brd, Ay, İz, Kn, İç, Ant); evlekten küçük olup çalılarla taş yığınları arasında kalan küçük tarla parçası (Af); çevresi setle çevrilmiş toprak parçası (Ay); eğik yerlerde toprağın kaymaması için yapılan setler (Ay, Mğ); eğik yerlerde sırt yeri kazıp önüne set yapılarak kazanılan toprak parçası (İz, Ky, Nğ). Mandala, saksı (Ant). Mandallık, eğik yerlerde set set yapılan tarla, teras (Mğ). Mandeliç, tuğla (İz). Bunların hepsi, çeşitli tarif ve izahlarını yaptığımız mandala-mantal sibakı içinde kalıyor. O da evlek gibi dörtgen, setleri, terasları olan, belki de kerpiçten (tuğladan) yapılmış binalardı.

Mandala ile ilgili olarak (ve olmayarak) “sarı” renkten haylice söz etmiştik. Buna da bir ekleme yapalım: Rûm Selçuklu Sultanı Alâü’d-din Keykubâd I’in bayrağı da sarıydı.[3]

[1]              M. Eliade.- Traité, s. 310-15.

[2]              J. A. van Egmont and J. Heyman.- op. cit., s. 322.

[3]              A. Taneri.- Osmanlı Devleti’nin kuruluşu döneminde hükümdarlık kurumunun gelişmesi ve saray hayatı – teşkilâtı, Ank. 1978, s. 17.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.