Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 63. Bölüm

Kayalara ve taş’lara dini değer atfedilmesi *

Daha önce megalithik yapılardan söz etmiş ve doğu Anadolu’da rastladığımız mezar taşlarıyla bazı benzerliklere dikkati çekmiştik. Gerçekten çok önemli bir ölüler kültü bahis konusudur. Taş’ın sembolizminin çapraşıklığı teslim edilir. “Hacı Bektaş taşı” olarak bilinen ve Hacı Bektaş ilçesinde çıkan bu çeşitli renkli onyx’e Bektaşî’lerin izafe ettikleri kutsiyet bu sembolizmin örneklerindendir. Orada bu taştan imal edilmiş Bektaşî Lâlesi şeklinde bir küllüğü yaşlı bir Bektaşî hanıma armağan ettiğimizde hanım onu üç defa öpüp kalbine basmıştı (1951). Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesi hep bu taşlarla bezenmiş (fot. 74 a ve b), türbe haziresindeki mezar taşları da yine bu onyx’in çeşitlerinden, tercihan yeşile kaçanlarından, imal edilmiştir.

Kayalara ve taşlara büyük bir dinî değer atfedilmesi herhalde bunların sonsuza dek bozulmadan kendilerini koruyabilmeleri ve son tahlilde de zamandan müstakil bir var olma şekline sahip bulunmalarıyla izah edilebilir. İnsanoğlu bitkilerin devrî kaderini, doğum, yaşam, ölüm, yeniden doğma keyfiyetlerini paylaşırdı. Böyle olunca da insanların hayatı tahıllarınkinin eşiydi. Bu itibarla kudret ve sonsuzluğa ancak ölüm aracılığı ile varılabilinirdi. Ölüler, tohumun kaderini paylaşmak ümidiyle Toprak Ana’nın sinesine dönerler. Başa da, ebediyet için inşa edilmiş, beden yerine kaim taş dikilir.me

“Ey servilerin zıll-ı siyahında birer yer

Temin edebilmiş nice bin sail-i sâbir” (Fikret)

İnsan tefekkürü, onu çevreleyen dünyanın maddî gerçeğini sembollerle ifade edebilme kabiliyetini geliştirmiştir. Dilin ilksel niteliği, dış dünyaya muvazi olarak çok güçlü bir semboller dünyası meydana getirmek olmuştur; bu dünya olmadan aklın dayanağı kalmaz. Bizim dinî olarak tavsif ettiğimiz tutum da aynı yolu tutmak zorunluluğunda kalmıştır: semboller kelâm ve eylemde, dinî vicdanı simgeleyen korku ve hâkimiyet hislerini ifadelendirirler. Dinî davranış, başka bir düzeyde, teknik davranış kadar pratik olup onun gibi insanın, kendisini aşan ve hem fiziksel hem de metafiziksel olarak pazarlık ettiği bir dünyayla bütünleşmesini sağlar. Bu bütünleşmenin her merhalesine bir dinî davranış devri tekabül etmiş olmalıdır.

Dinî hissiyat sadece dinden oluşmaz; beraberinde, bir heyecan alanı yaratan bütün bir fizyolojik ve psikolojik vakıalar alayını da sürükler. Bu alanda rasyonel izah ön planı işgal etmez.[1]

Mezar taşlarının sembolizmi *

Mezar taşları, taş kültünün bir yanını temsil etmekle birlikte büyük bir sembolizm silsilesinin anlatımına yardımcı olur, şekilleriyle, üzerlerindeki motifleriyle. Sırası geldikçe yılan, hurma, nar, ağaç-servi, güvercinlik, çam kozalağı… motiflerinin hangi inanışlara tercüman olduğunu söyleyeceğiz. Aslında türbe mimarisinin de bu kabil inançlarla yakın ilişkisi varsa da biz bunu “İnşa Teknikleri” bahsinde inceleyeceğiz.

“Nüvişte cephe-i hüznünde bir hüvelbaki

Bu ihtiyac-ı fenanın şu taş nişanesidir” (Fikret)

Kutsi mahallerde taş yığınları *

Ağrı yöresinde, fot. 75’de görülen taş yığınlarına çokça rastlamıştık. Bunlar çobanın vakit geçirme ürünleri olamazlardı. Yol işaretleri de değillerdi. Bunlar “abide” mahiyetinde cairn’lerdi. Ya bir “aziz”in yattığı, ya da yattığı farz olunan, hierophany’ler tarafından değerlendirilmiş yani kutsal olarak bilinen mahallerde inşa edilirler. Orta Asya tarihi bize nerelerde (sınırlar, tehlikeli geçitler) ve ne vesileyle (numinös tezahürler) Moğol’ların obo adını verdikleri bu taş yığınlarını meydana getirdiklerini ve bunların ne mana taşıdıklarını öğretiyor. Ancak şamanlı toplumlarda bu taşların tümsekler üzerine mi vaz edildikleri yoksa oradan gelip geçerken atılmak suretiyle mi yığının teşekkül ettiğini bilemiyoruz. Büyük ihtimalle Yörük’lerin sözünü ettikleri “atılma” keyfiyeti, aşağıda irdeleyeceğimiz bir mana taşıyor (şeytan ya da sair kötü ruhların recmi). Gördüğümüz gibi her taş bir güç taşımaktadır. Toplu, yığın haline gelince bu güç daha da büyük olmakta ve üzerinde gerçekleştirildiği zeminin mukaddes ruhuna az çok bağlı bir gerçek “müşterek ruh” teşkil etmektedir.

Yörük’ler de, mukaddes mahallerde inşa ettikleri obo’ların bir koruyucu güç olduğu temel fikrini muhafaza ediyorlar. Nitekim bunlardan, yolları üzerindeki tehlikeli mahallerde yapıyorlar. İnsanları obo inşasına iten korku bugün unutulmuşsa da obo’nun varlığı o mahalle bir kutsallık izafe etmektedir. Bazılarına geçerken hâlâ taş da atılır.

M.S. 400’lerin mahsulü Hou Han shu bize şunları anlatıyor: “Hsiung-nu’ların âdetlerine göre… göğe ibadet etmek ve millî sorunları görüşmek amacıyla biraraya toplanmak üzere birinci ile dokuzuncu aylar içinde üç dinî festivalleri vardır”.

Beşinci aydan güze kadar geçen süre içindeki bazı olay ve âdetler günümüze kadar çıkmışlardır. Yukarda sözü edilen toplantının sonunda koruyucu güçlere sunuda bulunmak üzere bir dinî ayin icra edilir. Bu olay oboo festivali olarak bilinir. Oboo, Moğolistan’da sık görülen bir manzara olup bir tepenin veya herhangi bir yüksekçe yerin üstünde geniş bir taş yığınından ibarettir. Bu da ya ortada geniş bir oboo ve etrafında altı küçük oboo, veya merkezde bir geniş oboo ve dört cihete uzanan küçük oboo’lardan teşekkül eder. Taş yığınının ortasına bir mızrak veya çatallı bir silah ve yığının etrafına da ağaç dalları dikilir. Dalların üzerlerine de çeşitli renkte bezler bağlanır.

Bir oboo her şeyden önce mahallî tanrı nibdagh, shibdagh veya luus’un kutsal yeridir. Luus özellikle “ejderha kral” olarak bilinir. Bu tanrısal varlıklar şaman geleneğinden gelmektedir ama zamanla Lamaist Buddhism bunu üstlenmiştir.1a

Zeus ile peri kızı Maia’nın oğlu olan Hermes, Olympos tanrılarının en alçak gönüllüsüdür: insanların arasına karışmaya bayılır. Onlara bir taraftan mal mülk, talih verirken hırsızlarla arkadaşlık etmekten ve onları korumaktan da geri durmaz (doğar doğmaz kardeşi Apollo’nun sürülerini çalmıştı). Euripides ona “işlerini gece görenlerin efendisi” der. Her ne kadar gece hırsızlıkları ve aşk serüvenlerini himaye ederse de sürülerin ve yollarda gecikmiş yolcuların hamisidir de. O, yolların tanrısıdır ve yolların kenarında bulunan taş yığınlarının birinden (hermaion) adını almıştır: her geçen, yığın üstüne bir taş atardı. Başlangıçta Hermes’in göçebe hayvancıların koruyucusu, belki de Hayvanların Efendisi olmuş olması muhtemeldir.

Aslında her nesnenin yığını, özellikle koru veya orman (ağaç “yığını”), su toplanmaları (köl irkin), bir cinste bulunan güçlerin tümünü temsil eder. Obo içinde taşın gücünün artması gibi ağacın gücü de ormanda artar.[2]

Orta Asya’da bu taş yığınlarına sık rastlanmakla birlikte bunlar daha çok tabii sınırlarda görülür. Bizim fotoğrafını verdiğimiz bölgelerde bu cairn’ler başkalarının da bizden önce dikkatini çekmiş: “Kürdistan’ın bazı dağlık geçitlerinde çok kere taş yığınlarına rastlanır” diye anlatıyor Nikitine (Les thémes religieux dans les textes kurdes de la collection de B. Nikitine). Bununla beraber hiçbir dikkate değer özelliği olmayan yerlerde de bunlardan bulunur. Nitekim fotoğrafımızdaki bunlardandır. Güney Anadolu’da rastlanan ve bir ağaç yanında teşekkül etmiş olan bu tiptekiler genellikle ağaca yapılmış sunuların sonucu olarak telakki edilirler. Bu sunular herhalde bilmediğimiz bir ayinle birlikte olur. Göçebeler bu yığınları teşkil eden ve peşinen itinayla yıkadıkları taşlara “ziyaret taşı” adını verirler.[3]

Mağrib’liler taş yığınlarına, özellikle “kutsal” yığınlara kerkûr adını verirler. Onların bunlara gösterdikleri saygı aslında çok eskiye dayanır. Bunda, doğruca bir taş kültünden çok şerrin def’i veya başka bir şeye bu şerrin geçirilmesi amacını güden bir davranışı görmek daha doğrudur. Birey, yerden bir taş alıp kendini mutsuz kılan herhangi bir maddî ya da ruhî rahatsızlığı, musallat olmuş “tehlikeli güçleri” (cinleri…) buna geçirip atar. Bu kefaret yüklü taşlar da yollar boyunca, dar geçitlerde ve tapınakların giriş yerlerinde “kutsal” taş yığınları teşkil ederler ve sonunda da bir nevi kült konusu olurlar.

İslamda recm *

İslâm öncesi Arabistan’da taş atma âdeti ve kutsal taş yığınları bilinirdi. Hac merasimi bunun izlerini taşımaktadır: Mina’nın taşa tutulması (recm). İslâm, girdiği az çok her yerde bu kabil âdetle karşılaşmış, orthodox Sünnî akideye uygun düşmemesine rağmen sair birçok putperestlik artıkları gibi buna da göz yummak zorunda kalmıştır.[4]

Taşların kutsallık karakterine bürünmesi *

Samî alanda daha gerilere gidelim: Yahudi milleti Şeria nehrini aşacağı zaman nehir, akışını durdurmuş, Yahudi’ler de kuruda geçmişlerdi suyu. Bunun üzerine “Lem Yezl, Josue’ye: ‘her kabileden bir adam olmak üzere on iki adam al ve onlara şu emri ver: Şeria’nın ortasından, kurbancıların kuruda durdukları yerden on iki taş alın, beraberinizde götürün, geceyi geçireceğiniz yere bırakın’ dedi… İsrael Oğulları Josue’nin emrini yerine getirdiler. Şeria’nın ortasından on iki taş kaldırdılar, Lem Yezl’in Josue’ye söylediği gibi İsrael Oğulları’nın kabile sayısına göre, beraberlerinde götürdüler ve geceyi geçirecekleri yere koydular. Josue dahi, İtilâf Sandığını[5] taşıyan kurbancıların Şeria’nın ortasında kuruda yere bastıkları yerde on iki taş dikti; onlar orada bugüne kadar kaldılar…”[6]

Gerek cairn‘ler, gerekse çeşitli şekiller arz eden ve öykülere konu olan taşlar bir abide fikrini uyandırıyor. Gerçekten herhangi bir ilkel taş yapıt, bir anıt ya da işareti tazammun eder. Kimi, yukarda gördüklerimiz gibi, doğal olarak insan, hayvan ve sair şekiller arz eder. Kimi de bir mabet olup içinde doğaüstü bir güç veya ruhun temekkün ettiğine inanılır. Dolayısıyla bunlar bir dinî veya sihrî anlam taşırlar. Başlarda, belli bir olayın yerini belleklerde tutmak için ya da bir yolu veya girilmesi yasaklanmış bir alanı belli etmek üzere vaz edilmiş birer işaret taşıyken doğal gelişimiyle bunlar kutsallık kazanırlar ve artık insanlar onlara dokunmaktan korkar hale gelirler. Bu süreç her bölge halkının dinî veya sihrî standardına göre değişir. Sınır taşından tanıklık taşına intikal farkına varılmadan vaki olur ve artık bu taşların üzerine yemin edilir.

Bir anıt sütunu veya tanıklık taşı bir kez kutsallık karakterine büründü mü, kolaylıkla kefaret, tanrı öfkesi dindirme rituslarına vasıta olabilir. Taştan phallus temsillerine gelince, bunda mümbitlik kültüne bağlı bir sembolleşme yerine bir doğaüstü varlığın simgesini görme eğilimi kuvvet kazanmıştır. İleri sürüldüğü üzere, phallus’un (doğurganlıktan farklı olarak) mümbitlik ifadesi, erkeğin üretme fiilindeki rolünü müdrik bir toplumu tazammun eder; o ise ki ilkel insanın bunun farkında olmadığını, çocuğu salt ananın ürünü olarak gördüğünü, ancak uzun süre hayvan yetiştiriciliği ve tarımcılık ettikten sonra erkeğin bu konudaki işlevini öğrendiğini biliyoruz.

“Taşla kil, toprağın özüdür. Kil, ateş yardımıyla ‘yin içeren’ kap imalinde kullanılır; bazı taşlar başka trigram’lardan tekâsüf etmiş öz toplayabilir. Bununla birlikte yeşim taşı özeldir zira o ejderhanın toprağa bırakılmış olan donmuş nutfesidir. Bu itibarla da Gök’ün özüdür…” diyor bize Tao saliki, bu kez tümden değişik bir açıyla.[7]

Mysterion rituslarında salik, “anasının rahminden”, dairevî çıkış kapısından yeni hayata geçer ve mihrapta, hiçbir surette müstehcen ritus unsurları olmayan, sadece hayatın ikiz ilkesinin coşkun bir yorumundan ibaret olan phallus ile delikli taş bulunur. Böylece bu gibi ortası delikli taşlardan hasta çocukları geçirme düşüncesinin kökeninin tabiatı ortaya çıkmış oluyor. Hindistan’da lingam taşının kültü bunu ifade eder.[8] Gerçekten, tanrı Shiva her yerde phallus simgesi altında taziz edilirdi. Bunu da bir taş sütun, bazen de killi çamurdan bir mahrut temsil ederdi ve bundan hiçbir müstehcen fikir doğmazdı. Halk ona “Shiva” derdi. O ise “her yerde varım ama özellikle on iki şekil ve yerdeyim” derdi. Bunlardan ilki, Soma-nâtha, “Ay’ın Sahip’i” idi, Guzerat’ta bulunurdu ve taziz edilen “put”, Gazneli Mahmut tarafından tahrip edilmişti. İkincisi Mallikarjuna, ya da Sri-Saila, yani “Sri Dağı”, Krishna ırmağı civarında bulunurdu. On ikincisi Kedâresa, Kedâra-nâtha, Himalaya’lardaydı ve tanrı bir şekilsiz kaya yığını ile temsil edilirdi.[9] Bütün bunlar bizi, Anadolu’nun cairn’leri üzerinde haylice düşünmeye sevk ediyor.

Mithra’nın doğuşu *

“Doğurtucu taş ya da kaya efsanesi Kafkas uluslarının bir karakteristiğidir. Osset ve Çeçen mitosları, kayanın sinesine gömülü erkek menisinden hararetli, harlı bir yapıya sahip, … genç Mithra’ya müşabih, kayanın tevlit ettiği ve ondan doğan bir oğlan (θεός έκ πέτρας) rivayetini naklederler. Mithra mysterion’ları kültünde tezahür ettiği şekliyle muahhar Mithra dini, … iki Mithra tanrısının, Ermeni Mihr (Mehr) ile Vanatur’un ayniyetini (kabullenir) … Bu Mihr kültü putperest Armeniyye’de ve Kafkas İberya’sında zamanında büyük rol oynamış olup …. bu Ermeni-Transkafkasya Mihr’i artık Arî-İran Mithra’sı değil, değişmiş, Mezopotamya-Babilonya, Kappadokya ve Küçük Asya’da bize görünen bir başka Mithra’dır. O, “Kaya’dan olma tanrı” olup yeraltı mabetlerinde taziz edilir…”[10]

Bir kayadan gelme insan nesli inanışına Homeros ve Hesiodos’da rastlıyoruz. Diğer taraftan Kopala-Kybele için teklif edilen etimolojide gürcü khua “taş” ve Khvabi “mağara, in, kubbe”, ayrıca şunlarla tamamlanıyor: Latin cous, cohus “gök kubbe, gök”, İrlanda cua “oyuk, cevf”, Breton keo ve kougon “mağara”… Kybele adının bu etimonu Hesyche’nin şu şerhiyle kesinlik kazanır: Κόβελαἂντρα καί θάλαμοι. Bu muadelete göre Kybele, inişli yokuşlu mağara ya da inin Ana Tanrıça’sı olarak niteleniyor.[11] O, Kafkasya Osset’lerinde kadınların hamisi Madi Mayräm olarak devam eder; ona tahsis edilen gün cuma günüdür; bir büyük taş simgesi altında tazim edilir, bu taş da aynen Madi-Mayräm adını taşır. Her köy, varoşunda, düğün taşı olarak nitelenmiş bu gibi kutsal bir taşa sahiptir. Köy oğlanları “sana atılan bu taşlar kadar oğlanlar ver ve bundan başka da mavi gözlü bir kız ver, nişanlı-evli kızımıza, ya tanrıça Mayräm!” litürjik sözleriyle taş atarlar ona. Sonra bu dilek evlenen delikanlı tarafından tekrar edilir. Mümasil bir âdete Hindistan’da da rastlıyoruz.[12]

Aslında taşa ait mitoloji son derece geniş olup özellikle bunun iki tipi üzerinde duracağız: ilki, taşlardan doğmuş insanlar mitosları; diğeri taş ve madenlerin Toprak’ın sinesinde tevellüt edip “olgunlaşması”na dair inanışlar. Her ikisi de taşın Hayat ve mümbitlik membaı olduğu noktasından hareket eder. Kendisi de Toprak tarafından tevlit edildiği gibi o da yaşar ve beşerî varlık doğurur.

İlk insanların taştan çıktıklarına dair mitoslar, Küçük Asya’da olduğu kadar dünyanın sair yerlerinde de yaygındır. Tessalya’da Phtie kralı, Prometheus’un oğlu Deucalion, eşi Pyrrha ile Parnassus’ta, bir tufandan sonra yalnız kalmışlardı. Bunlar, omuzlarının üstünden arkalarına taşlar atarak dünyayı tekrar insanla doldurmuşlardı. Deucalion’unkinden erkekler, Pyrrha’nınkinden de kadınlar olmuştu. Bu taşlar “Toprak Ana’nın kemikleriydi. Büyük Tanrıçaya (Matrix Mundi) teşbih edilen, petra genitrix’den doğmuş tanrılara ait birçok mitosun kanıtladığı gibi taş, salt gerçek’i, Hayat ve kutsî’yi ifade eder bir enmuzec-i evvel olmaktadır: Ahd-ı Atik insanların taştan doğduğu geleneğini muhafaza ederken Romanya’da bazı Noel’lerde taştan doğmuş İsa’dan söz edilir, İnsanın çevresinde birinci derecede gerçek ve var olur görünen taşta kuvvet, gerçeklik, bereket, doğurganlık, kutsiyet tecessüt etmiştir.

İkinci tip inançlarda taşlar ve madenler Toprak’ın “karnında” neşv ü nema bulurlar. Kaya, kıymetli taşları tevlit eder. Zümrüdün Sanskritçe karşılığı asmagarhhaya, yani “kayadan doğmuş” olup Hint mineraloji kitapları onu kayanın içinde “rahimde” olduğu gibi tarif ederler. Cevahirnâme’de de pırlantayla kristal bir yaş farkıyla birbirlerinden ayrılırlar: pırlanta pakka, yani “olmuş”; kristal kaccha, yani “olmamış”, “yeşil”, yeterince gelişmemiş olarak nitelendirilirler.[13] “Taş gibi sıhhatli-sağlam!” tabirinin kökeni Hindistan oluyor.[14]

Taş, bir de gökten inmeye görsün: Hacer-i Esvet, Kâbe’nin olduğu kadar İslâm tarihinin de köşe başına oturmuştur. Tavaf sırasında bu taşın hacı namzetlerince öpülmesini Peygamber’in tasvip etmesi Sahabe’den bazısını rahatsız etmiştir. Halife Ömer’in bu taşa hitaben: “Senin sadece bir taş olduğunu biliyorum. Herhangi bir zarar veremezsin, hiç de bir faide sağlayamazsın. Resul-il Allah’ın seni öptüğünü görmemiş olaydım, ben seni öpmezdim” dediği rivayet ediliyor. Gerçekten işbu “İslâmî” buse, aslî taş kültünün bir devamından başka bir şey değildir.[15]

Kumarbi efsanesinde bu tanrı, Fırtına tanrısıyla kavgasında, meydana bizzat çıkmayıp diyorit taşı’ndan yaratılmış oğlunu ileri sürüyor. Bu “çok kuvvetli” Ullikummi’den bütün tanrılar korkuyor ve önünde mağlûboluyorlar. Kybele’nin kara taşının nasıl Fessinus’tan Roma’ya taşınarak Annibal’in hakkından gelindiğini tarihler yazıyor.

Mi’thra’nın kayadan doğuş örgesine kabartmalarda sık rastlanır. Bunu Vermaseren şöyle tasvir ediyor: “Bu doğum mucizevî tabiatlı bir olay olup çocuk Mithra sanki bir gizli sihirli kuvvet tarafından kayadan dışarı itiliyor. Çıplak olup sadece başında Phrygia külâhı vardır; dirseğinden itibaren yukarı kalkmış elleriyle hançer ve meşale tutar. O, ışığın yeni müvellidi (genitor luminis), doğum yapan kayadan (petra genitrix) doğmuş (deus genitor rupe natus)tur”[16]

Böyle bir kavram nereden kaynaklanabilir? Vermaseten bunu ilk insanın çakmak taşını birbirine çarparak ateş ve ışık hasıl etmesi itibariyle kaya ve ateş kavramlarının bir iptidaî münasebetine bağlıyorsa da yine kendisi, çok daha mukni bir çözüm getiriyor, soruna: Mithra’nın doğum hikâyesi, Küçük Asya’da çeşitli tanrıların ve bilhassa Agdistis’inkinden etkilenmiş olmalıdır. Hristiyan yazar Arnobius (IV. yy.) bunu şöyle anlatıyor, meçhul bir yazar olan Timotheus’un ağzından: “Phrygia sınırları içinde her bakımdan görülmemiş vahşilikte ve yerlilerce Agdus tesmiye edilen bir kaya vardır… Büyük Ana da, sairleriyle birlikte şekillendirilip tanrı tarafından canlandırılmış. Kayanın zirvesine oturup uyumaktan vazgeçtiğinde Jüpiter’in şehevî saldırısına uğrayan Ana uzun mücadele sonunda kendini korumayı başarmış, Jupiter de tasarladığı şeyi gerçekleştirememiş, bozulup bel suyunu kayanın üstüne döküvermiş. Bunu kabullenen kaya onuncu ayda, iniltiler arasında, ana kayanın adından mülhem Agdistis’i meydana getirmiş…”[17]

Osset’lerin de kayadan doğmuş bir kahramanları var: Sozryko-Soslan.

Kaya neyin simgesi oluyor? Kimi bunu göğün bir sembolü, kimi de kayadan Mithra’nın doğuşunu dağın arkasından güneşin tuluu, Elburz dağından yükselmesi olarak görüyor. Ama ortada bir gerçek var: Mithra’nın doğuşu, bürünmüş olduğu karanlıktan henüz kurtulmamıştır.[18]

Mithra’nın doğuşunu temsil eden çok sayıda yontuda bir yılan, yavru tanrının içinden fırladığı kayayı sarmış olarak temsil ediliyor. Bu, Mithra’nın, sarılmış yılan şeklinde tecessüm ettirilen kötü güçleri etkisiz kıldığı şeklinde yorumlandığı gibi yılan, hayırhah bir koruyucu olarak da düşünülmektedir,[19] şahidelerdeki yılanlar gibi. Nasıl olmasın ki Ortaçağ Bizans nazarlıklarında (υστερα) çoğunlukla yılanlar temsil edilmiştir.[20]. Boğalı[21], yıldırımlı ve çift baltalı, Roma’nın imparatorluk devri tanrısı, Gaziantep’in Dülük’ünün Jüpiter’inin (Jupiter Delichenus) ikonografisinde bu tanrı, etrafında kendine benzeyen bir takım “eşhas” ile birlikte temsil edilir. Bunların başlarında Phrygia külâhı, ellerinde çeşitli alâmetler, hurma dalları, yıldırımlar, çift balta, patera[22], asâ vardır. Bunlar ayaksız olarak resmedilmiş olup muhtemelen sembolik olarak Doliche Tanrısı’nın doğumunu temsil ediyorlardı: doğuş teması, kayadan çıkan suret şeklinde de ifade edilebilir, Mithra petrogenes (‘taştan tevellüt etmiş’) için olduğu gibi.[23]

İnsanoğlunun kökenine ait mitoslara göre o, Halik ya da doğaüstü bir Varlık tarafından bir materia prima’dan, çamur, taş, ağaçtan yapılmıştır. Bu materia prima’nın, tekabül eden kültürlerin yapısıyla ilişkili olduğu muhakkaktır: megalithe’ler devri adamı taş üzerinde, tarımcılar toz-toprak (mümbitlik vs.) üzerinde ısrar ediyorlar. Ama işin asıl ilginç tarafı bu maddelerin tazammun ettikleri sembolizmdedir. Kaya, taş, dayanıklılığın plastik ifadesidir: insanoğlu taştan yapıldığı (ya da istihraç edildiği) zaman kayanın olma şekline iştirak ediyordu. Baki kalıyordu, ölümü bilmiyordu. Diğer taraftan, periyodik bir süre içinde dayanma, ebedî yenilenme keyfiyeti, mümbit toprak, ağaçların odunu tarafından ifade edilir.[24]

Hermes *

Daha önce de bahsettiğimiz gibi Hermes, adını muhtemelen “taş yığınları”ndan alıyor. Taş kültü Helenistan’da yaygındı, küçük taşlardan ibaret tepelere özel saygı gösterilir, ufak taş yığınlarının yanından geçenler bunların üzerine bir taş bırakırlardı, taş yığınlarında Hermes otururdu, yol gösterir, yolcu ve sürüleri korurdu. Hermes’in phallus kültüyle ilişkisinden söz edilir. Prof. Schimmel “… yol kenarlarına taş direkler konulmuştur, onlara Hermae denilmiştir. Eskiden verimlilik sembolü olan phallus’lardan ileri gelen bu direkler, tarlalara bereket getirmek maksadıyla yapılmıştır. Onlara daha sonraki zamanda Hermes adlı ilâh bağlanmıştır ki o bilhassa yolların, yolcuların ve tüccarın ilâhı olmuştur” diyor.

Romalılar da taşa taparlardı *

Romalılar da taşa tapmaktan geri durmamışlar. Kybele’nin mezkûr mahrutî kara taşından başka bir taştan tanrı olan Jupiter Lapis de önemli yer tutar, bunların dinî yaşamlarında. Bunun yanında yemin ederdi, Roma’nın adamı, yanında taş atarak. Ayrıca insanın veya devlerin taş veya kaya oluvereceğine, taşta duyma, ağlama gibi insanî davranışların bulunduğuna inanılırdı. Sınır taşları çok saygı görür, sınırların tanrısı Terminus’un orada bulunduğu sanılırdı. Bunlar ziyaret edilir, kurbanlar kesilir, bulundukları mahal bayram yeri olurdu.[25]

Kiğı (Bingöl) da “Keşişin bağı ziyareti”ne gidilir. Niyet tutulur, “ziyaret taşı”na herhangi bir taş bastırılır. Yapışacak olursa niyet tutmuş sayılır.[26] Hadise “Keşiş”in bağında geçtiğine göre bir Hristiyan (muhtemelen Ermeni) âdetinin bir devamı olmalıdır.

Türk kavimlerinde taş *

“Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,

Uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi bu yer!

Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,

Uçuyor, arıyordu, katı bir yer, bir bucak.

….

Denizden çıkan bir taş, fırladı çıktı yüze,

Hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne!

….”

diyordu Altay Yaradılış Destanı, tıpkı bir başka Altay destanının “Ülgen, insanoğlunu yaratırken etlerini topraktan, kemiklerini de taştan yapıp, ona ilk örneğini verdi…”[27] diye anlattığı gibi.

Bir Uygur efsanesinde de “Bökü-Han bir gece uyurken beyazlar giymiş bir ihtiyar gördü. İhtiyar ona yaklaştı ve çam kozalağı[28] büyüklüğünde bir yeşim taşı vererek Bögü-Han’a şöyle dedi: “Eğer sen bu taşı muhafaza edebilirsen dünyanın dört köşesi hep senin buyruğun altında toplanacaktır!”, deniyor. Meğer Han’ın veziri de aynı gece aynı rüyayı görmüşmüş… Bu rüyalar tarihçinin başına çok iş açıyor.

Türko-Bulgar’lar da taş kültüne bulaşmışlar. Papa I. Nikola, hastalıklarının bazı taştan sağlığa kavuştuklarını Bulgar’ların kendisine yazdıklarını söylüyor. Macar’ların da kutsal taşları var. Hatta Hristiyan Kral Ladislaus bunun tazimini men ediyor: “Her kim mukaddes taşlara kurban getirirse, bu günahın kefaretini bir öküzle ödemiş olacaktır!”[29]

İlerde tekrar değineceğimiz gibi Türkistan’da bir Seng-Hoca (Taş Hoca), çeşme yanında bir taş heykel var, ziyaret, adak, kurban yeri olarak kullanılan. Tarihçiler bunun Buddha heykeli olduğunu söylüyorlar. Aynı ülkede, Anadolu’da olduğu gibi kayalar, Hz. Ali’nin atının nal izlerini taşıyorlar. Beltir’lerde Tanrı’ya (Gök’e) kurban töreninde okunan İlâhi de şöyle:

“Ey Teye nehri

Keskin taşlarına (selâm olsun), Sâk! (“Amin”)

[30]

Devam etmeden önce şu “amin” üzerinde bir lâhza duralım. Orta Asya’da, İranlıların Saka tesmiye ettikleri göçebe kavimler yaşardı. Bu ismin etimonu gayri muayyen olmakla birlikte Bailey bunu, Rig Veda’da “insanlar” vasfı şeklinde geçen ve “güçlü, hünerli” manasına gelen sak köküne bağlamayı teklif ediyor. Keza İranî sak kökü de “gitmek, akmak, koşmak” anlamlarında olup Beltir’lerin Teye nehri için uygun düşmektedir.[31]

Kıbrıs’ın Hala Hâtûn (sözde Peygamber’in halası) türbesinde boşlukta durduğuna inanılan taş; Makedonya Yörükleri’nde Dilek Taşı, Babu Taşı, Hacatlar Taşı… bu efsaneler zincirinin birer halkalarıdır.

Boşlukta duran taş  hayali *

Boşlukta duran taş “hayali” aslında bir zuhurun keşfi (theophanic vision) nevinden bir hadise gibi görünüyor. Zira başka alanlarda da buna benzer “hayal”ler görülmüş: XI. İmam Hasan el-Askerî’yi, Abbasî idaresince mahpus tutulduğu Samarra’da ziyaret eden ashaptan Abû’l Hasan el-Akikî, onu evinin damının üstünde, havada oturur halde görmüş! Önünde ve biraz aşağıda da Nusayrî’lerce mezkûr İmam’ın Bâb’ı olarak kabul edilen İbn Nusayr, aynı şekilde boşlukta oturuyormuş…[32]

Satı taşı – Sabır taşı *

Sabır Taşı. Satı Taşı da var devrede. İlkinin mahiyeti adından kolayca anlaşılıyor. Diğerinin ise öyküsü şöyle: çocuğu olmayan ya da olup da yaşamayan aileler bir yatıra adakta bulunur, yaşayan erkek çocuklarına Satılmış, kıza da Satı adını korlar (çocuklar yatıra satılmış oluyor). Bazı yerlerdeki Satı Taşı da bu işte yatıra yardımcı oluyor.

“Türkmen’lerin Boz Geyikli ziyaretinden başka bir de Yel Baba ziyareti vardır. Her yıl ülger zamanında Boz Geyikli’de, kuyruk zamanında Yel Baba’da önemli panayırlar kurulur…”

“18 Ağustos 1931’de Suriye içinde kalan bu ziyareti görmek üzere bizzat Yel Baba’ya gittim. Yaklaşık olarak bir iki bin kişi toplanmış davullar çalınıyor, kırk elli atlı cirit oynuyordu. Halkta müthiş bir zevk ve neşe hüküm sürmekteydi. O günü akşama kadar kurbanlar boğazlandı, cirit oynandı ve ziyaret kutlandı. Yel Baba’nın ziyaret işleri dikkat çekicidir. Burada ziyaret edilen şey tamamen taşlara tapmaktan ibarettir… Taşlarla yapılan fal ve taşlara ait inanç olduğu gibi aşağıda belirtilmiştir:”

“Yel Baba ziyaretinde ufak taşları okuyup üflemek, birbiri üzerine koymak istenilen murada ermek için birebirdir”.

“Yel Baba hüyüğüne çıkarken ufak taşlarla hüyüğü taşlamak düşmanın kötülüklerinden kurtulmaya iyi gelir” (İslâm’da Şeytan’ın recmi).

“Yel Baba türbesi içindeki delikli taşla vücudunuzu veya herhangi romatizmalı yerinizi ovuşturmak yelin gitmesine ve şifa bulmağa delildir”.

“Türbe ile hüyük arasında bulunan iki delikli ve el sığacak kadar olan bir-taştan ellerini geçirmek yelden kurtulmağa ve o sene ellerin dert görmeyeceğine işarettir”.

“Bir adam hüyüğün batı eteğinde bulunan küp şeklindeki bir taşın üzerine arka üstü veya yüzükoyun yattıktan sonra birisi tarafından ayağından tutulup taşın üzerinde çevrilirse, o adamın o yıl asla hasta olmayacağına inanılır”.

“Küçük ve kireçli taşlardan birkaç tane türbeye dönülerek yenilirse, iç hastalıklarına iyi geleceği sanılır”.

“Çok talihli bir adam Yel Baba etrafında ufak ve delikli bir taş bulup hamaylı gibi göğsüne takarsa artık o adamın sırtının yere gelmeyeceğine, her arzusunun yerini bulacağına inanılır”.

“Görüyoruz ki, Yel Baba türbesi âdeta bir taş mabedi. Yel Baba ise bir taş mabudu halindedir. Söylentilere bakılırsa Yel Baba 1688 tarihlerinde Sivas’tan gelerek bu hüyüğün içindeki bir taş kovuğu içinde inzivaya çekilmiş ve ölünce Türkmen’lerin babası olmuş. Yel Baha’nın taşı toprağı Türkmen’lere şifadır”.

styliteler *

Burada Bizans çağlarının stylite’lerini, yani yıllarca bir sütun (Grek stulos)un üstünden inmeden yaşayan “aziz”leri anımsamamak mümkün olmuyor. Taş sütunun özgül sembolizmi bir yana, taşın zatî kutsallığı, “aziz”inkini ayrıca takviye ediyor, taş kovuğunun Yel Baba’ya yaptığı gibi. Ayrıca, meşhur olmuş iki büyük stylite’in Yel Baba’nın az çok hemşerisi olmaları da dikkati çekiyor: kırk yıl süreyle bir sütunun tepesinde yaşamış ve oradan hastaları tedavi etmiş Suriyeli (Kilikya’da Sis) Eski Aziz Simeon (takr. 390-459) ile Antakyalı Genç Aziz Simeon (takr. 521-592). Bu sonuncusu da on dört sene oturmuş sütunun tepesinde!

“Bundan başka Yel Baba’da bir de kaynak vardır; burada kerpiçten yapılmış iki hamam bulunur. Bu hamamlardan biri kadınlara, diğeri erkeklere ayrılmıştır. Gerek ziyaret ve gerekse yukarda arz edilen taş töreni burada bir defa yıkanmadan yapılmaz; onun için Yel Baba’nın ziyaretçileri önce bu hamamlarda yıkanırlar. Ve ondan sonra ziyaretlerini yaparak taşlarla fala başlarlar. Bu iş bittikten sonra artık akşama kadar kadınlar ve erkekler davulların karşısında birlikte oynar ve eğlenirler… Meçik Mehmet, Yel Baba için düzenlenmiş eski bir türküyü hatırladı…”:

“Evvel bahar yaz ayları doğunca,

Oğlan kıza nergis verir gül alır”

Çıkarma perçemi festen dışarı,

Arpa kesmez Yel Baba’nın sırası.

…”[33]

Anadoluda bazı taş yığınları *

Ortada taştan beklenen şifadan başka bir de bahar-yaz, nergis-gül motifi var, kızın oğlanın rahatça teati ettikleri yeni yılın çiçekleri.

“Yaylanın (Aladağ) Başpınar yakınında “Karaoğlan” isminde bir taş yığını vardır ki sözde bu yer, dede mezarıdır. Bu dede Başyayla’nın sahibi imiş, dedenin pek çok hünerleri varmış; dede her türlü derde deva olurmuş. Çocuğu olmayanlar, kimsesiz kalanlar, hasreti olanlar dededen imdat umarlarmış. Karaoğlan’ın Horasan’dan gelmiş eski bir Türk dedesi olduğu sanılmaktadır”[34]

Kozan dağında, “Kine köyünün etrafında Roma eserlerini andıran, çok eski ve yazıları okunmayacak derecede harap bazı dikili taşlar vardır. Halk bunlara (Rum’ların tertip ve etkisiyle) şu şekilde bir hurafe uydurmuştur:”

“Karşısının karşısında; karşısının sağ yanında defineni bul, al! Fakat ben Mayıs ayının ilk gününde, ilk güneşin gölgesindeyim; ona dikkat et!”[35] A.R. Yalman öğretmen ayrıca Güney bölgesindeki “Dikili Taş”ların fotoğraflarını da veriyor.[36]

Binboğa ve Nurhak dağlarında “Pazarcık ve Mülk köyleri dolaylarında biri öldüğünde ölünün gömüldüğü yer köyün güneyinde ise kadınlar köyün kuzeyine çıkarak tarlaların birinden ağlaya ağlaya taş toplarlar ve bu taşları bir kenara yığarlar. Bu işe “düştü” ismini verirler ki bu inanış bir çeşit ağıttır (bu işlem her kimin tarlasına rastlarsa o adam, tarlası temizlendiği için sevinir)”.

“Bu civarda, daha çok Nurhak’daki çocukların başlarında boyunlarında renkli taşlar vardır. Bunların manasını sordum. Meğer bu taşlar çocukların öksürükten kurtulmaları ve buna tutulmamaları için bir urasaymış. Gülek yaylasında İbrahim Paşa tabyalarının yanında delik bir kaya vardır. Buna halk “öksürük deliği” ismini vermiş. Öksürüğü olanların bu delikten geçmeleri urasadır”.[37]

Delikli taş, yoni, matrix mundi … Devam edelim.

Taşlı yeminler *

Gelelim şimdi “taşlı” yeminlere. Bunun için adamın eline üç taş verilir. Adam bunları teker teker atar zira üçünü birden atacak olursa karısı üç defa boş olur. Kozan’da Zahiroğlu, eşkıya Cin Yusufoğlu’ya “Bu dağlarda insan eşkıyalık etmekle adam olmaz. Gel beraber gidek Adana Paşası’na… bana dua et” der ve üç taş atarak yemin eder.[38]

Bir de taşa tükürmek suretiyle yemin vardır.[39] “Efendi, biz Türk’ük!… Ama bir karış toprağımız yok… Bizi hiç düşünen yok mu? Taşa tüküreyim ki biz ölüyok!…”

Bögü-Han’a rüyasında ihtiyarın verdiği ve her istediğini sağlayacak yeşim taşı efsanesine müşabih olarak bugün Konya ve yöresinde Yılan Taşı vardır: ejderhaların ağzında saklı bir zümrüt olan bu taşı ejderha geceleri gezinirken yere düşürür, bu taşın çıkardığı ışık sayesinde yolunu ve dilediğini bulur, bu taşı ele geçirenler dünyada hangi işe girişirlerse mutlaka başarı sağlarlar, ne dilerlerse elde ederler, zengin olurlar…[40] Tao’yu nereden biliyordu Konyalı?…

Ankara Solfasol köyü yakınlarında bir türbenin mahzeninde ortası yuvarlak delikli bir taş mevcut olup ortasından günahı olmayan geçermiş. Günahı olanı ise taş sıkar, geçirmezmiş. Aynı zamanda, niyet tutanın bu niyeti gerçekleşecekse o kişi delikten geçebilirmiş; aksi halde taşın deliği daralırmış.[41]

Bu motif, bizim I. ciltte verdiğimiz (bkz. s. 384), Semerkand’dan fırlatılıp Ankara’nın Çamlıdere kasabasına düşmüş sacayak hikâyesindekiyle aynı oluyor. Bunun da içinden geçebilenlerin dilekleri yerine geliyor, bazen çok şişman kişiler veya hamile kadınların geçebilmelerine karşılık iyice zayıf kişilerin takılıp kaldığı oluyormuş!… Bu itibarla bu “daralıp açılma” ile “niyet” arasındaki ilişki, malzeme cinsine bağlı olmuyor. Taşta olabileceği gibi demirden mamul bir nesneyle de olabiliyor. İş kalıyor günah işlememeye.

Bu “delikten geçme” ritusu hiç şüphesiz ya tanrısal rahmin bir taştan sembolü, ya da bir şemsî sembol aracılığıyla doğuş olarak tasarlanan bir “yeniden doğuş”a teşbih edilmektedir. Semerkand’dan fırlatılan sacayağının üçgen şekli, yani kadınlık uzvunun stilize suretine müşabeheti birinci ihtimale ağırlık kazandırıyor. Ayrıca eski Hint’te delikli taşların mezkûr uzvun (yoni) bir simgesi olması ve bundan geçişin dişil kozmik prensip aracılığıyla hayatın yenilenmesi şeklinde yorumlanması da bu varsayımı desteklemiş oluyor. Buna karşılık yine aynı ülkede bu ortası delik taşlar bir şemsî sembolizmi haiz oluyor. Sorun, bir nevi ortada kalıyorsa da işin sembolizmi gerçekliğini koruyor.

Bir de “Hoca” veya tekke şeyhinin tespihinden geçme, daha doğrusu geçirilme keyfiyeti var. Hayır duasını alan ve “okunan” kişiyi (genellikle çocukları) hoca doksan dokuzluk tespihinden geçirir; böylece temennilerin tahakkuku teminata bağlanmış olur.[42] İşin nazarî tarafının aynı kaldığını tahmin ederiz.

“Priştina (Yugoslavya)’da Sultan Fatih camii civarında Molla Danyal Türbesi tesmiye edilen bir başka türbe vardır. Buraya çeşitli hastalıklara, özellikle kadınların kısırlığına çare bulmak üzere Müslümanlar kadar Hristiyanlar da gelirdi. Burada çok büyük, yirmi beş metre uzunluğunda, bir de daha küçük tespih vardır, hastalar bunları boyunlarına geçirirdi”…[43]

Musa ve muakkipleri, tanrısal mevcudiyetin işareti ile tanrısallığın herhangi bir hazneye zammı arasında sık rastlanan teşevvüşle hayli uğraşmışlar. O kadar ki verdikleri “sanem imal etmeyeceksiniz, ne yontulmuş suret, ne mukaddes ne de temsilî taş dikmeyeceksiniz…” emri, gele gele Türk sanatını bile derinden etkiler olmuş.

Bitlis’in Kurtalan yönünde çıkışında, yolun arasından geçtiği Delik Kaya vardı (onu en son olarak 1957’de görmüştük). Halk ondan daima saygıyla bahsederdi. O da geçeni, günahkâr da olsa, pek “sıkmazdı”…

Doğumu kolaylaştırmak için kadının sağ oyluğuna bağlanan “uğurlu” taş; kısır kadınların gebe kalabilmeleri için üzerinde kaydıkları veya ata biner gibi oturdukları taş; yürümesi veya konuşması geciken çocukların üzerine bastırıldıkları taş; üzerine çıkıldığında döndüğüne inanılan taş; çok çeşitli keramete konu ya da aracı olmuş taşlar; türbe duvarlarına yapıştırılan taşlar, havada duran taşlar… burada tafsil edilemeyecek kadar çoktur.

Ortaçağ ve hattâ muahhar devirlerde bile Batı’da Hristiyan çevrelerde yaygın bir inanışa göre Muhammed’in nâşı, hiçbir bağ veya destek olmadan havada (boşlukta) duran bir tabuta konmuşmuş. Böyle bir rivayetin İspanya’yı fethetmiş Arap’lar tarafından Batı’ya taşınmış olması muhtemeldir.[44]43a

Havada duran taşlar temasını tarihte, gerilere götürebiliyoruz: “Mısır’lılar üzerine düşmek üzereyken Musa’nın şefaatiyle havada asılı kalan sıcak dolu, şimdi Ken’an’lıların başına yağdı” sözleri, Hurûc’un vaki olduğu günlerde bir kuyruklu yıldız kafilesi meteoritlerinin bir kısmının yaklaşık kırk yıl süreyle gökyüzünde kalmış olduğunu, Joshua’nın devrinde Bethhoron vadisine, güneş ve ayın bütün bir gün boyunca hareketsiz kaldıkları günün sabahında düştüğünü ifade ediyor. Aynı kuyruklu yıldızın elli yıl kadar sonra geri geldiği Telmud’un ağzından anlaşılıyor.[45] Bir ciddî semavî hadisenin o çağlarda zuhur edip ortalığa dehşet saldığı, bu arada volkanların harekete geçip kızgın rüzgârların etrafı kavurduğu ortaya çıkıyor.

Çerkeş’te “hasatta ekinin savrulacağı gün bir kişi abdest alır, harman yerinde namaz kılar. Sonra yerden üç taş alır. Ekinin altına kor. Ekin orada taşların üstüne kalburlanır. O taşlar ekinle beraber ambara konur sonra, tohum ekilirken taşlar da tohumla beraber ekilir. Bu taşlar bereket sayılır”[46]

Çorum’da Kadir Gecesi, sabah ezanı okunacağı zaman bazı kadınlar sokağa çıkarak Üç Yol Ağzı denilen yere gelerek orada birer defa “Kaderim, kaderim! Dağda mısın, taşta mısın? Ulu ulu ağaçta mısın? Neredeysen çık gel!” diye bağırır. O sırada gelen veya duyulan şeye göre bir yorumlama yapılır.[47]

Devam etmeden önce “yol ağızları” için de bir şeyler söyleyelim. Latince compitum, birkaç köy yolunun kesişme noktasını ifade edip daha çok kent yolları için kullanılan trivium’un (üç yol ağzı) karşıtı olarak kullanılırdı. Bu noktalarda mezbahlar, ibadethaneler, küçük mabetler inşa etmek mutattı. Köylerin halkı buralarda, yol ağızlarını denetleyen tanrılar, lares compitales’ler onuruna dinî ayinler (compitalia) icra ederlerdi.[48] Bunlara bağlı rahipler de compitales tesmiye edilirlerdi. Üçlü, ya da tercihan dörtlü veya daha fazla yol ağızlarının kutsal alanda önemli yeri bulunduğunu da böylece görmüş oluyoruz.

Gaziantep’te de Sıtma Pınarı gibi ağaç veya bazı çalılıklara halk tarafından horoz kesilir, çaput bağlanır ve ağaç veya çalının altına taş atılır.

Aladağ Yörük’leri anlatıyorlar: “Bizim köyde Niğdelilerin tarlaları var. Biz her sene bunları ortak işlerdik ama Niğdeliler haklarına razı olmadılar. Köyde kavga gürültü çıktı. Biz de yumuş ettik…[49] Bundan böyle o tarlaları kiralık kullanacağız, ortaklık etmeyeceğiz. Bütün köylü yemin ettik, ant içtik, avrat boşadık, taşa tükürdük, değnek atladık, böyle yapacağız” (yumuş, toplanış, cemiyet. Adana’da pamuk otlarını kazmak için tutulan işçiye yumuş uşağı denir).

“İşte bunlar birer yemindir” diye ekliyor A.R. Yalman. “Türkmen’lerde değnek atlama yemininin ismi çöven atlama’dır. Çepni’ler arasında dolaşan babaların elinde bambudan yapılmış birer baston vardır. Çepni’ler bu bastonu pek kutsal bir ağaç olarak tanırlar ve en büyük yeminlerini bunun üstünden atlayarak yaparlar. Aşiret arasında çıkan davaları idare eden babaların veya ihtiyarların adı Pirbudak’tır. Çöven atlama yeminini çok defa bu adamlar yaptırırlar… Şimdi bu âdet ölü âdetler arasına karışmıştır”[50]

Bambunun Hint’le hiç ilişkisi yok mudur?…

Alevî’ler de Bektaşî Teslim Taşı’na büyük saygı gösterirler, o on iki kenarlı Teslim Taşı’na. Bektaşî babaları tılsım taşı takılı meşin kemer bağlar, boyunlarında yumurta büyüklüğünde, yuvarlağa yakın köşeli tılsım-teslim taşı asılı bulunur. Bu taşın kökeninin Tevrat’a kadar dayandığı iddia ediliyor: Beni İsrael Tih sahrasında susuz kaldıkları sırada Musa bir taşa mucizeli asasını vurdu. On iki kabileye ait on iki çeşme aktı. Bektaşî’likteki teslim taşında bulunan on iki kenar bu olaya işaretmiş ve Beni İsrael’in Musa’ya teslim olarak Kızıl Deniz’e dalmaları gibi Bektaşî’liğe süluk eden bir can da aynı teslimiyeti göstermekle mükelleftir. Bu on iki kenar “On iki İmam-ı Mâsum”a da delâlet eder. Elhasıl bu taşın numinös olma niteliği İslâmî veçheye bürünmüş olarak devam etmektedir.[51] Hatta II. Mahmud zamanında H. 1223’de İstanbul’da basılmış (duru be Kostantiniye) gümüş yeni kuruşlar üzerinde, ortadaki teslim taşı ana motifini dışta bir çiçek çemberi çevrelemektedir. Aynı tarihli bir başkasında da dışta, yine on iki dilimli bir rozas yer almaktadır.[52]

Ancak tarihlere dikkat edildiğinde “durub”un, Vak’a-i Hayriye’den on dokuz yıl önce vaki olduğu görülür ki Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasını müteakip Mahmud’un herhangi bir Bektaşî alâmetine iltifat etmesi düşünülemez…

Kayalıkların arz ettikleri şekillerden efsane yaratma hususunda da halk muhayyilesi zenginliğini kanıtlamıştır. Daha önce de sözünü ettiğimiz Hz. Ali’nin at nalının, kendi ayağının, sırtının, Peygamber’in ayağının (Kadem-i Şerif) izlerinin dışında insan suretini arz edenler birer “taş kesilme” öyküsüne konu olmuşlardır. Bunlar ya mukaddes bilinen bir şeye riayetsizlik (sacrilege), meselâ bir düğün alayında bulunan bir çocuğun ekmek üzerine abdest etmesi veya istenmeyen bir nişanlıya doğru yola çıkmış düğün alayında kızın duası sonucu bütün alayın taş kesilmesi. İstenmeyen nişanlı’ya bir de “eşkıya elinde namus gideceğine taş kesilme” teması eklenmiş.[53] Notlarımız bunun gibi efsanelerle dolu, az çok Anadolu’nun her tarafına ait.

Hayvan suretleri de eksik olmamış, bu şekiller arasında:     Zara’nın (Sv) Tekke köyündeki taşlardan en büyüğü katıra benzemekte olup Katır Kayası tesmiye edilir. Efsaneye göre Merzuban Hazretleri (bundan daha önce söz etmiştik) buraya vardığında katırı ürküp kaçmaya başlamış. O da arkasından “taş kesilesin bre hayvan!” diye bağırmış… Şimdi çocuğu yaşamayan kadınlar buraya gelip:

“Bir katırım var satarım

Kulunum yanına yatarım”

 

deyip kayanın etrafında dolanırlar.[54]

İlerde etraflıca irdeleyip fotoğraflarını vereceğimiz, önüne mum dikilen ve çoğu kez de yanında büyük bir ağaç (çınar) bulunan yatırlardan İstanbul’da bulunanlara bu kentin müftülüğü, metnini aynen naklettiğimiz şu levhayı asmış:

“Muhterem ziyaretçilere. Kabir ziyareti dinimizde sünnettir. Bu ziyaret sırasında selâm verilir ve ölünün ruhuna (Kuran) okunur”.

“Türbelerde mum yakmak, bez bağlamak, dilek taşları yapıştırmak,[55] para atmak, kurban kesmek ve doğrudan doğruya ölüden dilekte bulunmak dinimizde yasaktır, günahtır”.

“Kabirler, ölümden ibret almak için ziyaret edilir. İstanbul Müftülüğü”.

Buna rağmen İstanbul, Kabataş’ta “Fatih Sultan Mehmet hazretlerinin çizmeci başısı Mahmud efendi hazretleri (?)”nin mezarının mum hücresi “çalışır halde” bulunuyor (Haziran 1980)…

Yalnız burada mı? Fot. 77, İçerenköy (İst) Hal Yolu üzerindeki, yine Fatih’e mensup Ali Gazi Dede’nin mezarından iki görünüş irae eder. Her yatırda olduğu gibi bunun da başında bir koca ağaç olup buna asılı camlı nezir kutusunda, sair bazı şeylerin önünde, süpürge boylu boyuna uzanmış, duruyor! Bu yatır, yanından geçen yolla birlikte 1975 yılından sonra yenilenip bugünkü şeklini almıştı. Çevre mermerine mum hücrelerinin yerleştirilmesine de özel bir özen gösterilmiş. Keza Fındıklı’da (İst) cadde üstündeki yatırda da mum ve süpürge hiç eksik olmamaktadır. Müftü istediği kadar levha assın…

Gorgone kardeşlerden Medusa, nadir güzelliği, fevkalâde saçlarıyla Athena’nın kıskançlığını tahrik etmiş, o da bu saçları yılana tahvil edip gözlerine de her baktıklarını taşa dönüştürme kudretini vermiş. Perse Medusa’nın başını kesip onu daima seferlerinde, düşmanlarını “taş etmek”te kullanmak üzere yanına alırmış. Bugün “anaya el kaldıranın eli taş kesilir!”. Ana, Büyük Ana mukaddestir.

Medusa, Deucalion, Kybele’nin Roma’ya taşınan Pessinus’taki Kara Taş’ı, Mazdehist dinin tanrısal ışığının ruhu olan Mithra’yı doğumuna kadar sinesinde saklamış olan taş. Grek omphaloi’ler (arzın göbekleri), Hacer-i Esvet vs… bütün bu hikâyelerin temelinde yatarlar.

Yukarıdaki misaller ağaç kültüyle kutsî taşların tazimi arasında bir dayanışma bulunduğunu gösterir. Buna benzer bir dayanışmaya Atina’da Athena Parthenos kültünde rastlıyoruz: tanrıçanın simgesi olan baykuşla ve mukaddes zeytin ağacıyla ilgili direk arasında bağıntı bulunuyor; nitekim Üsküp’te Tekeköy’ün kutsal direği Hristiyanlar kadar Müslümanlarca da tazim edilir.

Aynı şekilde taş-kaya ile pınar-kaynak ilişkisi de doğaldır.

[1]              A. Leroi-Gourhan.- Los religions de la préhistoire, s. 5-6, 143.

1a            S. Jagchid and P. Hyer.- Mongolia’s culture and society, Folkestone 1979, s. 121.

[2]              J. -P. Roux.- Les traditions des nomades, s. 153-4, 175, 192.

[3]              ibd., s. 202-3.

[4]              İA, mad. “kerkûr” ve “recm” ve H. Basset.- Karkur, in EI.

[5]              İbranî’lerin Kanun Tabletleri’ni sakladıkları Sandık.

[6]              Ahd-i Atik, Josue 4.

[7]              Ph. Rawson and L. Legeza.- op.cit., s. 17.

[8]              EB, mad. “Stone monuments, primitive”.

[9]              J. Dowson.- A classical dictionary, s. 177-8.

[10]             J. Karst.- op.cit., s. 252.

[11]             ibd., s. 125.

[12]             ibd., s. 351.

[13]             M. Eliade.- Forgerons, s. 35-6.

[14]             H. Tanyu.- Türklerde taşla ilgili inançlar, Ank. 1968, s. 24.

[15]             G. E. von Grunebaum.- op.cit., s. 23.

[16]             Zikreden E. M. Yamauchi.- The apocalypse of Adam, Mithraism  and pre-Christian gnosticism, in E. Will.- Origine et nature du Mithriacisme, in Acta Iranica, Premiére Série, Vol. IV, s. 547.

[17]             ibd., s. 548-9.

[18]             ibd. ve dev.

[19]             J. Hausman.- A suggested interpretation of the Mithraic lion-man figure, in Acta Iranica IV ve A. Popa.- L’iconographie Mithriaque d’Apulum, in ibd, sırasıyla s. 222 ve 332.

[20]             A. Grabar.- Amulettes byzantines du Moyen Age, in Mélanges d’historie des religions offerts à Henri-Charles Puech, Paris 1974, s. 533. Eski Yunancada υστερος, geride olan, arkada olan, arkadaki, gerideki manasında olup (YTS) modern Rumcada υστερα da “rahim” anlamınadır.

[21]             Konuyu ayrıntılarıyla inceleyeceğiz

[22]             Bkz. C. I, s. 731.

[23]             P. Merlat.- Orient, Grèce, Rome. Un exemple de syncrétisme? Les “Castores” Dolichéniens, in Eléments orientaux dans la religion grecque ancienne, Paris 1960, s. 77-9.

[24]             M. Eliade.- Fragments, s. 446.

[25]             H. Tanyu.- Türklerde taşla ilgili inançlar, s. 13-17.

[26]             M. S. Yiğitbaş – Kiğı vei folkloru, İst. 1965, s. 325.

[27]             B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 433, 465.

[28]             Tarafımızdan belirtildi. Yeşim taşından biraz önce söz etmiştik.

[29]             G. Fehér.- Türko-Bulgar, Macar ve bunlara akraba olan milletlerin kültürü. Türk kültürünün Avrupa’ya tesiri, in II. TTKg. s. 299-300.

[30]             B. Ögel.- op.cit., s. 75-6.

[31]             R. N. Frye.- op.cit., s. 44 ve 60, not 51 ve 52.

[32]             H. Corbin.- Une liturgie Shî’ite du Graal, s. 86.

[33]             A. R. Yalman.- op.cit. I, s. 80-82.

[34]             ibd. II, s. 35-6.

[35]             ibd., s. 229.

[36]             Bunlar hayli bozuk olduklarından istiare edemedik, op.cit., s. 300.

[37]             ibd., s. 492-4.

[38]             ibd. II, s. 197.

[39]             ibd. I, s. 215, 271, 274.

[40]             H. Tanyu, op.cit., s. 137.

[41]             ibd., s. 100.

[42]             Ünlü ressamlarımızdan dostumuz Cafer Bater, küçükken İstanbul, Yağ iskelesi civarındaki Baba Cafer tekkesine götürüldüğünü, orada şeyhin tespihinden geçirildiğini ve adının da bundan sonra Cafer olduğunu anlatmıştı.

[43]             A. Popovie.- Un texte inédit de Hasan Kaleshi: “L’ordre des Sa’diya en Yougoslavie, in Quand le crible était dans la paille, Hommage à Pertev Naili Boratav, Paris 1978, s. 344.

[44]          Ch. Pellat.- Note sur la légende relative au cercueil de Mahomet, in Etudes sur l’histoire socio – culturelle de l’lslam (VIIe-XVe s.), Variorum Reprints, London 1976, XII/112.

[45]             I. Velikovsky.- Worlds in collision, s. 147.

[46]             H. Tanyu.- op.cit., s. 116.

[47]             ibd., s. 117.

[48]             Rich, mad. “compitum”.

[49]             Tarafımızdan belirtildi.

[50]             A.R. Yalman.- op.cit. II, s. 118-9

[51]             H. Tanyu.- op.cit., s. 145-6

[52]             C.Ölçer – Sultan Mehmet II zamanında darp edilen Osmanlı madeni paraları, İst. 1970, s.48, 125 ve levha 4

[53]             ibd., s. 117, 127

[54]             İ.H. Acar.- Zara folkloru. Taşlama ile ilgili efsaneler, in SF 42, Temmuz 1976, s. 9.

[55]             Tarafımızdan belirtildi.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.