Çatal Hüyük’te ulûhiyetin esas mümessili tanrıça olup üç şekilde gösterilirdi: genç kadın, bir çocuk ya da bir boğa doğuran ana ve bazen bir alıcı kuşla birlikte yaşlı kadın. Erkek tanrı ise bir oğlan çocuğu ya da delikanlı (tanrıçanın çocuğu veya âşığı), bazen kutsal hayvanı olan boğaya binmiş bir sakallı kâhil şekillerinde görünürdü. Duvarlardaki resimlerin tenevvüü şaşırtıcı derecededir. İki tane birbirine benzeyen ibadet mahalli bulunmuyor. İki metreye kadar yükseklikte alçı, ağaç veya kilden tanrıçanın kabartmaları ve tanrının epiphany’si olan boğa başları duvara tespit edilmiş. Cinsî şekiller bulunmamakla birlikte kadın göğsü ile hayatın sembolü olan boğa başları bazen bir arada sergilenmiş. M.Ö. takr. 6200’lere ait bir ibadet mahallinde, duvara tespit edilmiş boğa başlarının altına dört insan kafatası dizilmiş. Ve insan ayaklı akbabalar…
Muhtemelen Hacılar ve Çatal Hüyük’ten kaçmış insanlar tarafından kurulmuş Tel Halaf’ta boğa suretleri, yüzülmüş öküz başları, koç kafaları ve çift baltanın, kadim bütün Yakın-Doğu dinlerinde son derece önemli fırtına tanrısı ile ilişkili olarak kültürel rolü vardı.
Tahıl tarımının yayılması özgül ritüeller, mitoslar ve dinî düşünceleri de önünde sürer.
Eski Çağ’ların karanlıklarından itibaren İlâhî varlıkların farik alâmeti boynuzlu taçtı. İnançların ve bunların doğurdukları âdetlerin devamlılığına tarihten bir örnek verelim: 1035’te Dihistan, Nasa ve Farava kentleri Selçuklu Tuğrul, Davud ve amcaları Paygu veya Yabgu beylere tahsis edilmiş; her üçü de dihkan sıfatıyla valilik mevkiine tekabül eden armağanlar almışlardı: İran âdetleri gereğince iki sivriliği haiz bir külâh, bir alem, dikilmiş elbiseler; Türk âdeti gereğince de atlar, eyerler ve bir altın kemer (numinös eşya) ve bunların yanı sıra otuz parça dikilmemiş kumaş, adam başına.[1] Bizi burada ilgilendiren birincisi, yani “iki sivriliği haiz külâh”tı… (Münich Völkerkunst Museum’da 651, 652 ve 653 No.lar altında kayıtlı Peru takkeleri var. Bunlar dört köşeli olup üstte her köşesinde boynuz biçiminde birer sivrilik çıkıyor).
Sümer’den, yani “tarihin başladığı nokta”dan itibaren Orta – Doğu’nun her yerinde boğanın dinî sembolizmi aralıksız olarak intikal etmiştir. Başka, deyimle İlâhî hususiyet fezaya ait kuvvet ve teali, yani gök gürlemesinin amili fırtına-kasırga ile tarif ediliyor. Gök gürlemesi ise boğaların böğürmesine teşbih edilir.
O ceberut Moğol’ların gök gürlediği zaman kaçacak delik aramaları, dünyevî tehlikeden tahaffuz gayreti şeklinde izah edilemez. Onlar, tanrıların şerrinden korunmaya yeltenirlerdi. Türkmen de, yine kendi tabiriyle “sadece gök gürlediğinde tekbir getirir”! (“Gök gürlemeyince Türk tekbir getirmez”!). Yani, ancak çok sıkıştığı Kök Tängri’nin onu “tehdit” ettiği zamanlarda İslâm’ın Allah’ına döner…
Aslında her türlü tanrı bir semavî varlık olarak düşünülmüştür. Bundan ötürü de bunların hepsi çok kuvvetli bir ışık neşrederlerdi.
Hikâyesinin fecrinde dahi “eskimiş” olan Sümer dininde Büyük Tanrılar teslisi vardı, An, En-lil ve En-ki’den kurulu. Adının ifade ettiği gibi (an = gök), ilki bir gökyüzü tanrısıydı. Bunun, pantheonun en önemlisi olması gerekir, Allah gibi. Daha faal ve daha “güncel” olanlar atmosferin tanrısı ve aynı zamanda “Büyük Dağ” tesmiye edilen En-lil ile “Yer’in Hâkimi”, “temellerin tanrısı” En-ki’dir.
Darâ, Ahuramazda’nın yalnız olmadığını söyler dururdu. İranlıların güneş (Mithra), ay (Mah) ve toprak (Zam)a taptıklarını Herodotus anlatıyor bize. Ama aynı zamanda ateş (Atar), su (Apam Napat) ve rüzgâr (Vahyu) üçlüsü de vardı.[2] Ahmenî’ler devrinde tapılan Ahuramazda-Mithra-Anahita üçlüsü özellikle halk arasında ciddi yer tutmuştu. Bunların arasında Anahita’nın, yani Sami adıyla Nanaia’nın ünü İran’ı aşıp Lydia’ya varmıştı, Pontus, Kappadokya ve Armeniyye ile birlikte. Buralarda ona “Bactria Hatunu” adını vermişlerdi.[3] Dante Teslis’in Dicle ile Fırat arasında gün gördüğünü söylemez mi?[4]
Akla hep Bektaşî’nin “Allah-Muhammed-Ali” teslisi geliyor…
“Felek kırdı benim kolum kanadım
Baykuş gibi viranlarda tünedim
Bunda üç güzelin[5] sırtın sığadım
Yolum Hû deyecek er bulamadım” (Pir -Sultan)
Urartu’nun da kendi üçlemesi var: Haldi, Tesheba (Teshub) ve güneş tanrısı Ardini. Sonuncusunun kadın olması muhtemeldir. Van yöresinde Meher ya da Çobankapısı’nda İşpunnis ile Mennas’ın müşterek saltanatları zamanına ait bir kaya kitabesi bu üçlü grubun önemini yansıtmaktadır. Burada bunlara her ay sunulacak kurbanların da dökümü vardır: Haldi’nin payına 17 sığır, 34 koyun; Tesheba ile Ardini’nin her birine de 6 sığır ile 12 koyun düşmektedir.[6]
Üçleme, bir düşünce öğesi ve “tekniği” olarak yerleşmiştir halk beynine, bu kadar derinlere dalmış bir geçmişten sonra. Keyfiyeti yansıtan bir kaç savı, yaşam felsefesine tercüman olmaları itibariyle, aşağıda derç ettik.
“Arap’ın (avradın) yaşı, devenin dişi, devletin işine (memurun maaşına) akıl ermez (sorulmaz)”
“Avrat, at, bağ; sahibini hep genç ister”.
“Berberin solumazı, tellağın terlemezi, kahvecinin söylemezi (ketumu) (makbuldür)”.
“Çayırda attan, zemheride kurttan, çelmikte (harman sonunda) Türk’ten sakın”.
“Dağ başında mekân yapma yel alır, su yolunda ekin ekme sel alır, yaşlı isen genç kız alma el alır”.
“Deh demeden yürüyen at,
Buyurmadan tutan evlât
Bir de iyi çıktı mı avrat
Gir oyna, çık oyna!
Ha babam ha yürümez at
Bir kaşık su vermez evlât
Bir de dirliksiz çıktı mı avrat
Gir ağla, çık ağla!”
“Dumansız baca, sarıksız hoca, çekişmedik karı-koca olmaz”.
“Dünya, üç şey üzerine durur: idârâ, müdârâ (yüze gülme), dübâra (dalavere)”.
“Elini, dilini, belini pek tut”.
“Fakirlerin yüküne katlanan zengin, nafakasıyla yetinen fakir, yasaklanan şeyden perhiz eden bilgin azizdir”.
“Kadının ere yakını, öküzün yere bakanı, tarlanın eve yakını”.
“Osmanlı’yla dost olma, karıya sırrını açma, sonradan görmüşle alışveriş etme”’.
“Paranı, mezhebini, kanaatini sakla”.
“Rumeli’nin bozgunu, Anadolu’nun salgını, İstanbul’un yangını”.
“Söz ârifin, seyran kâmilin, inat cahilin”.
“Şubat, Mart ayında burnu akmayan; Temmuz, Ağustosta taşağı sarkmayan; geceleri sırtını dönüp yatmayan (koca istenir)”.
“Yılanın ayağını, karıncanın gözünü, mollanın ekmeğini kim görmüş”.
“Zengin babayı kötü evlât, orta memuru süslü avrat, fakir köylüyü de kuru inat batırır”.[7]
“Üçleme”nin kökenine dair anlatılanlara da bir kulak verelim.
Ayın üç safhası, ezcümle yeni, dolun ve eski (son) halleri anaerkil devirlerin kadın kabile reisinin üç, genç kızlık, nympha (gelinlik) ve kocakarılık safhasını hatırlatırdı. Aynı şekilde güneşin de senevî seyri keza fizikî gücünün yükselip zeval bulmasını —ilkbahar bir genç kız, yaz bir nympha, kış da bir kocakarı (meşhur soğukların birinin adı berd-el acuz, “kocakarı soğuğu” değil mi?) — akla getirirdi. Böylece de tanrıça hayvan ve bitki hayatında mevsimlik değişmelerle bir tutulurdu; ayni şey, nebatî yılın başında sadece yaprak ve tomurcuk, sonra çiçek ve meyve hâsıl eden ve nihayet hiçbir şey vermeyen Toprak Ana için düşünülürdü ve bir başka üçlü olarak görülürdü: yukarıdaki havanın genç kızı, toprağın ya da denizin nympha’sı, yeraltı dünyasının kocakarısı. Bunlar sırasıyla Selene, Aphrodite ve Hekate tarafından müşahhas hale getirilmişti. Bu mistik müşabehetler üç rakamının kutsallığını körüklerdi; üç kişiden (genç kız, nympha, kocakarı) her biri, kendi tanrısallığını ispat etmek için üçlü olarak tezahür edince Ay-Tanrıça dokuza genişlemiş oldu. Mamafih abitleri hiçbir zaman üç tanrıça değil, tek bir tanrıçanın var olduğunu unutmadılar.
Bu hikâyenin bir başka türlüsünü de Orphic Tekvin mitosunda buluyoruz: Zeus’un bile yıldığı, siyah kanatlı tanrıça Gece’yi nihayet Rüzgâr baştan çıkarıyor, tanrıça da Karanlık’ın rahmine bir gümüş yumurta bırakıyor. Bunun çatlamasından Eros çıkıyor. Ana oğul bir mağarada yaşıyorlar. Kadın kendini üçlü olarak belli ediyor: Gece, Nizam ve Adalet. Bu üçlü tanrıça grubu dünyayı idare ediyor, hükümranlık Uranos’a geçene kadar.[8]
Dinî düşüncede bir dönüm noktası teşkil eden, hamilelikte cimaın rolünün resmen kabulünü müteakip erkeğin hali tedricen düzeldi ve bundan böyle kadının ilhakı keyfiyeti dereler ve rüzgârlara atfedilmez oldu. Kabile Nympha’sı, civarındaki delikanlılardan bir sevgili, yılın bitiminde kurban edilecek bir kral seçerdi; bu sonuncusu, bir cinsî zevk unsuru yerine mümbitliğin simgesi olarak görülürdü. Saçılan kanı ağaçları, ekinleri ve sürüleri müsmir kılmaya yarardı; eti de parçalanıp dişi köpek, kısrak ve dişi domuz maskeleri taşıyan rahibeler, kraliçenin nedimeleri nympha’lar tarafından çiğ çiğ yenirdi! Daha sonraları bu uygulamalar “ıslah” edilerek kral, ayniyet halinde görüldüğü güneşin kuvveti yazın zeval bulmaya başlayınca ölür oldu. Ve ikizi, daha doğrusu öyle tasavvur edilen bir başka delikanlı, usulüne uygun olarak kışın ortasında kurban edilmek üzere vardiyaya geçerdi; taltif edilmek üzere de hikmetli bir yılan halinde tecessüm ettirilirdi. Kral, en kısa günden sonra yedinci dolunayda öldüğünden yedi rakamı mahsusî bir kutsallık kazandı.[9] Bu hikâye “yedi kandilli Süreyya” varsayımını takviye edebilir.
Bu konularda bir de İslâm sahasını yoklayalım: “Kelâm-ı melfuz’un şekillerinin terkip suretlerinden his ve şuur âlemi vücut bulur… hurûfîler âlemin… daimî bir deveran hareketine ve bu hareketlerden tabii hadiselerin husule geldiğine inanırlar. Cenâb-ı Hakk bir insanın yüzünde tezahür ve insanı temyiz eden bir kelâmdır. Bu kelâmın unsurlarında bir de kıymet-i adediye vardır; yüzde dört kirpik, iki kaş, bir saç vardır ki yedi eder… Daha başka bir tarzda şöyle tarif olunur: dört kirpik, iki kaş ve savâd-ı azam denilen saç. Bu yedi’ye hutut-i ummîya tabir edilir ki, her insan yüzünde bu hatlar ile doğar. Yedi de hutut-i abîya vardır ki, bunlar sonradan çıkan hatlardır: iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki kıllar, iki bıyık, bir de alt dudaktaki kıllar…”[10]
Adamlar, yukarıdaki yedi rakamını bulana kadar ne söyleyeceklerini şaşırmışlar! …
Bidatlere düşmanlığıyla tanıdığımız İbn Teymiye (XIII. yy.), evliya takdisine ve türbe ziyaretlerine çok kızardı ve Peygamber’in şu sözlerini hatırlatırdı: “Ancak üç mescit ziyaret edilebilir: Mekke’deki, Mescid-i Haram, Kudüs’deki Mescid-i Aksâ ve benimki”. Ayrıca, İbn Teymiye’nin Allah’ı (Selene, Aphrodite ve Hekate gibi) insan suretinde (anthropomorphous) kabul etmesi şayanı dikkattir.[11] Tabii bu arada, İslâm’ınkinden önce gelen Hristiyan Teslis’i (Ekanim-i selâse – Eb, İbn, Ruhülkuds) de akılda tutulacak.
Lâdinî halk edebiyatında, günlük yaşamda dillerden düşmeyen üç, yedi, dokuz, kırk sayıları sık geçer. Bunlar âşıkların dillerinde haylice etkili renk alırlar. Âşıklar çeşme başında üç güzel görürler (demin sözünü ettiğimiz Troja’lı Priam’ın oğlu Pâris’in İda dağında —Kazdağı’nda— karşısına çıkan Hera, Aphrodite ve Athena…), işleri üç zaman içinde oluşur, yedi yerlerinden yaralanırlar, yedi iklim gezerler, yedi düvelle dövüşürler. Masalcılar da iki yavukluyu kırk gün kırk gece düğün süresince kıvrandırmadan gerdeğe sokmazlar. “Kırklar”ın öyküsünden ise ilerde daha çok söz edeceğiz.
“Üçü orta boylu gayetle güzel.
Üç uzun boylu gözlerin süzer”
“Üç yıl oldu şu dağları aşalı”
“Yedi yerden yaralarım sızlar”
“Çıktım Kırklar Dağın seyran eyledim”
Hepsi Karacaoğlan’dan bu dizeler.[12] Kahpenin cezası da, kendi seçimine göre, ya “kırk satır” ya da “kırk katır”la verilir, masalın sonunda.
Halıların bile söyleyecekleri var, bu işlerde: birçok seccadede, bu arada Gördes ve Kula’nınkilerde, çepçevre yedi şerit (su) vardır ki bunlar Tanrı’nın yarattığı yedi gök’ü temsil etmektedir.[13]
Rakibi Gautama’nın öldürülmesinde Darâ’nın meşhur “altı yardımcısı” sonradan özel imtiyazlarla donatılmış, bunların aile ve ahfadı da bundan müstefit kılınmıştı. Ahd-i Atik’te (Esther 1/14), kralla karşı karşıya oturabilen Pers ve Med’lerin yedi başbuğunun adları yazılı olmakla birlikte bunlar Herodotus’un verdiği isimlere tetabuk etmemektedir. Bizim için mühim olan, Herodotus ve Behistun kitabelerinin saydıkları altı ailenin, Darâ’nınkiyle birlikte, Part ve Sasani çağlarında geleneksel olarak tutulan İran’ın yedi büyük ailesini teşkil etmiş olmalarıdır.
Sonradan ya bu yedi rakamı en üst aristokratik ailenin sayısı olarak kabul edilmiş veya aristokratik aileler için yedi rakamı sembolik hale gelmiş ya da halk beynindeki yaygın inanışa uymuştur.
Ahmenî’ler zamanında gelişmiş krallık ve toplum hakkındaki fikirler Selefkî ve Part çağlarına kadar devam etmiş olup yedi büyük aile masalı, tam yedi adet asil aile oligarşisinin mevcut olmamasına rağmen süregelmiştir. Bu ailelerin adlarının ve bunların “tımar”larının bulunduğu mahalleri tespit edebiliyoruz; Arap kaynaklarından Karen ailesinin Nihavend’de. Suren ailesinin Seistan’da, Mihran’ın da Rey civarında merkezlerinin bulunduğunu öğreniyoruz. Bu büyük toprak sahibi ailelerin topluluğu Arsasî idarenin son yarısına kadar büyük önemi haizdir. Bizim için de bu isimlerin halen Ermeni asıllı vatandaşların ileri gelenleri arasında devam etmesi ilginç olmaktadır.[14]
Ahmenî dünyası, Wendell Willkie’den çok önce “Tek dünya”[15], uluslar ve kültürlerinin tek bir “oecumene” içinde erimeleri fikrini İskender ve Romalılara miras olarak bırakmıştı. İmparatorluk fikri ile karışma ve syncretism fikri el ele yürüyordu. Adam boş yere ‘Şehinşah unvanını takınmamıştı. Pax Persica’nın şemsiyesi altında birbirinden uzakta olan kabile ve uluslar temasa gelip kaynaşıyordu.[16] İran etkisi, bilhassa imparatorluğun batı tarafında, Armeniyye ve Kappadokya’da çok önemliydi. Ermeni’lerin, Ahmenî’ler ve daha sonra Part’lar devrinde İranlılaşmış olduklarını söylemekte büyük hata yoktur. Bunların din ve ritusları Med ve Pers’lerinkiyle aynı idi ve özellikle Mithra ve Anahita, Ermeni’lerce taziz edilmekteydi (Strabo XI.14.16. Burada ayrıca bu tanrısal varlıklara Ermeni’lerce inşa edilen tapınaklarda mutat olan kutsal fuhuştan da söz edilir). Bundan başka da çok sayıda İranî kelime Ermeniceye ithal edilmişti.
Kappadokya, Grek ve İran kültürlerinin buluşma alanı olup sonradan da büyük bir Hristiyan düşünce merkezi olmuştu. Buradan birçok sosyal içerikli doktrinin neşet etmiş olduğunu bu cildin ikinci kısmında göreceğiz. Aynı şeyleri, daha aşağıda bir düzeyde olmak üzere, Anadolu’nun sair birçok bölgesi için de söylemek mümkündür.
İskender, yeni nizamını sadece Doğu’lular için değil, aynı zamanda Helen dünyası için de getirmişti. Bu sonuncusunu Doğu âlemiyle kaynaştırmada başlıca rolü Grek ve İranlılar yüklenmişlerdi.[17]
Ahmenî’ler, batı İran’ın Arî olmayan yerli halkının ve Mezopotamya kültürünün genel etkisi altına fazlaca girmişler ve bunların dinî tesirlerinden masun kalmamışlardı. Meselâ eski Mezopotamya’nın tanrıça Nanai’si, muhtemelen İranî Anahita ile son Ahmenî devirlerde yekvücut olup her yönden çok uzaklara sıçramıştır.[18]
Nanay da nanay, şinanay!…
İdarecilerin unvanları arasında münci-soter ve epiphanès gibi sıfatların bulunması, bunların kültlerinin Helenistik çağın sonlarında daha büyük bir dinî mana iktisap ettiğini gösterir. Site’nin tanrıları ehemmiyetten düşünce, yerlerini krallar almıştı…
İran’da dinin buna benzer bir gelişmesi, oraya yerleşmiş Grek’ler arasında kendini göstermiş olmalıdır. Müşabih şekilde “talih-kader-kısmet”, “Tyche”ye inanış, tıpkı her gün artan cinlere inanma gibi, yerli halk beyninde tırmanma arz etmiştir. Eski tanrılar insani şekl ü surete bürünüyor, kehanet, sihir kitapları etrafı kaplıyor, Theosophy felsefenin yerine kaim oluyor.
Sihir ve rakamlara ilgi, Neo-Pythagoreanism’de iyice belirgin oluyor, nümeroloji, insan kaderini murakabe eden bir vasıta haline geliyor. Ve bütün bunların sonucu olarak da aklın üstünde bulunan ve her türlü rasyonel kanunu ilga eden “münci” fikri yerleşiyor. Sonunda Hristiyanlık bunu en üst mertebeye eriştiriyor. Kaldı ki batıdaki Mithra, münci tanrıların diyarında bir münci tanrı olmuştu… [19] Bugün batı dillerindeki magic sözcüğünün İran rahipleri Magian’ların adından türediğini Origenes söylemiş [20]. Nereden nereye…
İmparator Caracalla zamanında basılmış paralar arasında Urfa Tyche’sinin resmedilmiş oldukları da var. Bunlarda işbu kader tanrıçası elinde bir dal veya meyve ya da buğday başağı tutuyor. Önünde, üzerinde ateş yanan mezbah veya dikilmiş bir yılan bulunuyor; arkasında da çoğu kez, bolluk remzi olan içi meyve ve çiçekle dolu boynuz (cornucopia) görülüyor. Pınar ve kaynakların yerel tanrıçası Atargatis’in işbu Tyche rolünü yüklenmiş olması da muhtemeldir. Bu tanrıçanın rahip ve dilenen galli’leri vardı ve ona ecstatic müzik ve büyük gürültü içinde tapınılırdı.[21]
[1] W. Barthold.- Turkestan, s. 308.
[2] R. Ghirshman.- Iran, s. 155.
[3] ibd., s. 269-70.
[4] J. Ch. Pichon – Histoire des mythes, s.52.
[5] Tarafımızdan belirtildi. Bunun Allah-Muhammed-Ali üçlüsü olması muhtemeldir. Mamafih mitolojinin meşhur “Paris’in Yargısı”nı da hatırlamaktan kendimizi alamadık.
[6] A.Müfit Mansel – Urartu tarihi ve medeniyeti, s.127.
[7] G. Artan.- Üçleme savlarımız, in TFA 352, Kasım 1978.
[8] R. Graves.- The Greek myths I, Middlesex 1978, s. 30
[9] ibd., s. 14-5
[10] İA, mad. “Hurûfilik”.
[11] İA, mad. “İbn Teymiye”.
[12] S. Sakaoğlu– Karacaoğlan’da halk kültürü, in Türk Kültürü 187, Mayıs 1978, s. 422-3.
[13] R. de Calatchi.- Tapis de l’Asie Mineure, in Le Jardin des Arts, No. 37, Paris nov. 1957. Zikreden M. Önder.- Konuşan Türk halıları, in Türk Kültürü 29, Mart 1965, s. 343.
[14] R. N. Frye– op. cit., s. 106, 214.
[15] W. Willkie, Amerika’da 1940 seçimlerinde başkan adayı olmuş ama Roosevelt karşısında yenilmişti. Sonra, Başkan’ın savaş gayretlerine yardımcı olmak üzere The Gulliver adlı uçağıyla dünya gezisine çıkıp uluslararası çok önemli temaslarda bulunmuştu. Dönüşünde de bütün insanlar arasında anlaşma ve işbirliğinin zarureti hususundaki samimi fikirlerini “One World” (Simon and Schuster, N. Y. 1945) adlı ünlü kitabında toplamıştı.
[16] R. N. Frye.- op. cit., s. 133, 145 ve C. Bailey (ed).- The legacy of Rome, Oxford 1968, s. 45-55.
[17] R. N. Frye s- 145-6.
[18] ibd., s. 170.
[19] ibd., s. 172.
[20] ibd., s. 222.
[21] H. J. W. Drijvers – Cults and beliefs at Edessa, s.30-1, 84-5, 121.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.