Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 53. Bölüm

Dionysos’un tanıtılması *

Ana Tanrıça’nın dalları budanmış bir kütük şeklinde temsil edilmiş olmasından, ağacın ve özellikle çamın kutsiyetinden, alıcı kuşlardan az söz etmedik, çok hem pek çok eskilere ait olmak üzere. Tanrıça güzde, akbabaların çektiği bir arabayla götürülürdü… Ve bütün bunlar beslenmenin sağlanması içindi.

“Cennetâlâda bir ağaç var dalsız budaksız

Onun üstüne bir kuş konmuş, tüysüz tozaksız”…[1]

tıpkı çıplak boyunlu akbaba gibi…

Çocuğa “bakan”, onu yedirip içiren, büyümesini sağlayan kadına “dadı” diyoruz ki sözcüğün aynı manaya gelen Farsça dâdâ, dâdû’dan türediği biliniyor (“dâden” = vermek). Rastlantılar da peşimizi bırakmaz oldu: δαδί, çam tahtası oluyor!

Diğer yandan kendi üzerinde çok sayıda ağaç, “mayıs” (bir tanrısal varlık onuruna Mayıs başında dikilen yeşil ve kurdelelerle süslü fidan) ya da dal, budak, çalı, kamış tanrısını birleştirmiş olan Artemis, Dionysos’un Küçük Asya’dan Helen yarımadasına varmasından önce ağaç daimon’u, yani ruhu olarak kabul ediliyor ve kültü gereğince de ağaçlara bebekler, Attis’in öyküsünde olduğu gibi tanrı suretleri, maskeler asılıyor, kutsal ağaçlara. Hatta “asılmış” Artemis ve benzer efsaneler de eksik olmuyor.[2] Bugün Kayseri’de “nurlu yolun meyveli bir ağacı” olan Abdi Dede olarak zihinlerde yaşayan kişinin menkıbesi Evliyâ Çelebiye bile konu olmuş. “İçi bozuk” kişiler onu kadıya astırmışlar ama vardıklarında onu rahlesi başında Kuran okur görmüşler. Ağaçta asılı olan da konuşmuş. Bu kere hayatta olanı da astırtmışlar ve olay üç kez tekrarlanmış. Asılı olan her üçü de kelâma gelmişmiş. Gömüldükleri yer “Üçler” diye bugüne dek anılagelmiş. Türbelerini yıktıran arsa sahiplerinden biri delirerek, diğeri de yine başka türlü “feci” şekilde ölmüşmüş!…[3]

Evet, Artemis’in yerini ağaçta bugün Abdi Dede alıyor, “nurlu yolun meyveli ağacı” Abdi Dede.

Ana Tanrıça, Toprak Ana, Büyük Ana …dan sonra sıra, bizim için önemli, Dionysos’a geldi, “rakıcı”ların tanrısı Dionysos’a. Onu bize en başta Euripides ve bu ünlü şairin yorumcuları tanıtacak. Zira eninde sonunda herkes Bakkhalar’dan dize ya da parça zikrederek işin içinden çıkıyor.

Otello gibi, aşkın cinayete ittiği erkek ortaya çıkana kadar asırlar geçmiş, Euripides’in aynı fiili işleyen ve sadece kahramanı kadın olan eserlerinden beri. Onun bu konudaki gerçekçi tarafı şöylece izahını buluyor: Grek ahlâkı (ethic), erkek denilen cinsin kendine hâkimiyetini esas tutup duygusal hezeyanı aşağılayıcı bir davranış olarak kabul etmiş, hislere olsa olsa hep kadınların mağlûp olabileceklerini düşünmüştür.

Savaşı, insan sefaletinin bir kaynağı gibi görüp onu bir delilik olarak tavsif ettikten sonra zaferin bir böbürlenme vesilesinden ileri bir şey olmadığını söyleyen odur. Troja’lılar üçlü oyunu (trilogy), Alcibiades Atina’sının zaferden çok emin olduğu bir devirde (M. Ö. 415), dolayısıyla onun geleceğine dayanarak hükümdarlık haklarının suistimal edildiği günlerde oynandı. Tragedyaların sonuncusunda, Aulis’li Iphigenia’da hırs, kişileri insanî olan her şeyden soyutlar. Buna benzer bir tahribin (kızını öldüren babanın önünde oğlunu öldüren ana) yer aldığı Bakhalar’la birlikte oynandı. Ama bu sonuncusunda, soğukkanlı hesapların tam tersine bu hezeyan, iptidaî güdülerin, güçlerin dayanılmaz taşmasının neticesiydi. O günlerin Helen dünyasındaki adama göre akıl ve irade dışı bir davranışın içinde mutlaka bir tanrının dahli bahis konusudur.

Grek’ler bir hâlik tanrıya hiçbir zaman inanmamış olduklarından onlarda “kötülük” sorunu o denli önemli değildir: kaos, her türlü tanrısal varlığın ortaya çıkışından evvel vardı. Yalnız, her kişide işbu ilk kaostan “bir şey”lerin kalabileceğini akıllarına getirmemişler. Bu iptidaî kaos, beyinlerinde, gelecekte doğacaklar için açık bir çukur gibi tecessüm ediyor. Kendini yenik, fakat onu bastıran güçlerden daima üstün hisseden kişi (sonuna dek Osmanlı gibi…), olan bitenleri, “Ölümsüzler” şekline soktuğu varlıklara ve bunların da üstünde, Zeus’un bile kurtulamadığı “Kader”e bağlamış (aynen Osmanlı gibi).

Sophokles, tam bir “diyanetkâr” olarak, hiçbir zaman tanrıları tenkit edici hale girmemiştir. Onları sahnede gaddar, hakkaniyetsiz, sebep oldukları ıstıraplara bigâne olarak sergilemekle yetinmiştir: tehlike, yorumdan itibaren başlar. Bu bakımdan Sophokles bundan itina ile kaçınır… Euripides’in yorumları ise aksine kesin ve “ihtiyatsız”dır. Ama o, Eschyles gibi, kozmik ya da siyasî nizam kurucusu sayılan yatıştırıcı uzlaşmaları ihmal etmez. Oyunun sonunda tanrılar sahneye, yumuşatıcı laflar etmek üzere çıkarlar. Bu sonuç, belki seyircilerden bir kısmını tatmin ediyordu ama oyunun eşhasından bazıları, bundan memnun olmayı kesinlikle reddediyordu, Electra, Bakkhalar’da olduğu gibi. Şairin kendisinin dahi bu tutum içinde bulunduğu tahmin edilebilir.

İlâhî adalet konusunda Grek düşüncesi ne olursa olsun, Euripides âdemoğlunun ulûhiyete karşı büyük itirazını tebarüz ettirir. Onun nazarında ulûhiyet eski masallarda değil, başka yerde ve daha yükseklerdedir. Adaletten o derece riayetkâr bir eda ile söz eder ki, tasavvurundaki daim, baki tanrıyı bunda görür gibi oluruz.[4]

Lydia *

Bütün bunlar bize, endüstrileşmenin katı gerçeklerine karşı çıkmış XIX. yy. romantizminin “kalbine vur, deha oradadır!” sözünü hatırlatıyor. “Kalbine vurmuş” olan Küçük Asya, Puritan ahlâk kaidelerini korumayı kendi siyasi çıkarı içinde gören Helenistan’ı mânen sarsıyor, Bakkha’ları oraya göndererek. Dionysos, ilk sahnede kendini tanıtırken “ben Lydia’nın, Phrygia’nın altın ovalarından geliyorum, İran’ın güneşten kavrulan kırlarını, Baktria’nın uzun surlarını, Media’nın buzlarla örtülü topraklarını, saadet diyarı Arabistan’ı, Tuzlu Deniz’in kıyılarından uzanan bütün Asya ülkesini (Küçük Asya – Tuz gölünü kastetmiş olmalı), Barbar’larla Helen’lerin karışık yaşadığı güzel hisarlarla çevrili şehirlerini dolaştım. Oralarda korolarımı düzdüm. Dinimi, ayinlerimi öğrettim; şimdi de kendimi Helen’lere tanıtmak istiyorum” diyor, ruhunu ve zekâsını tabiatla doyuran yeni insanlığa en yakın tanrı olarak.

Bektaşi ayinlerinde Dionysos dininin izleri *

“…Bektaşî ayinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir. Bu münasebetle şahsî bir hatıramı anlatmaktan geçemeyeceğim. 1934 senesi İzmir’de Müze müdürü Bay Selâhattin’in himmetiyle meydana çıkarılan Yunan Agora’sını gezmeye gitmiştim. Bay Selâhattin’e Bakkhalar tragedyasında adı geçen Tmolos Dağı’nın yerini sormuş ve Manisa’daki Bozdağ olduğunu öğrenmiştim. B. Selâhattin bana Yunan Agora’sında heykeller ve abideler arasında bulduğu Türk’lere ait çok eski mezar taşlarını gösterdi; bunların ilk Bektâşî kadınlara ait olduğunu ve bu kadınların Agora’ya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi. Biraz tereddüt ettikten sonra bana bir sır da tevdi etti: “Bektaşî’liğin Dionysos diniyle yakın akrabalığını ispat edebilecek haldeyim, türlü türlü vesikalar biriktirdim; ama bunlar ancak ölümümden sonra ortaya çıkacak; siz de kimseye söylemeyin”…”.

“Anadolu’nun çeşitli halk dansları arasında ilk Dionysos korolarından kalmış olanların meydana çıkarılması da beklenebilir. Şu kadar söylenebilir ki bunları, temsili olmayan, coşturucu bir hareket cümbüşü olmakta kalan danslar arasında aramak icap eder. Horos, başlangıçta bir dans bile değildi. Fransızca tercümede[5] dans kelimesiyle karşılanan ‘horos’u ben Euripides’in tarifine yakın hora tepme sözüyle tercüme ettim. ‘Hora’nın ve ‘horon’un horos’la kelime olarak ilgisi olup olmadığını bilmiyorum ama horon denilen danslarda ilk Dionysos horos’larındaki hareket sarhoşluğunu andıran hal görülmektedir. Horon’da Euripides’in anlattığı ayak ve baş hareketleri bulunduğu gibi, Bakkha’ların “Euhoy” nidalarını andıran bağrışmalar da vardır”.[6]

S.Eyüboğlu’nun Bay Salâhattin’den öğrendiklerini teyiden Charles Texier’ye kulak verelim: “Lydia… Paktolos suyunun membaını muhtevi ve serapa üzüm bağlarıyla mestur olan Tmolos dağıyla muhattır… Tmolos’un üzüm bağları şimdiden sonra kral Phanes’in sürur ve neşesine hizmet eden şarapları hâsıl etmese bile…”[7] derken “kral Phanes”[8] tesmiye ettiği şahsın, aşağıda göreceğimiz gibi Dionysos’un kendisi olduğunu biliyor muydu? (Paktolos, Gediz-Hermos-kolu Sartçay olup eskiden bunun vadisindeki Bozdağ’ın -Tmolos- yamaçlarında işletilen büyük altın madenleri, Lydia krallarının geniş ölçüde zenginleşmesini sağlamıştı)[9] Bu itibarla o bölgenin bir gerçek Bakkhos ayin merkezi olduğunda şüphe kalmıyor.

Dionysos ve şarap *

Dionysos adı anıldığında akla ilk olarak şarap gelir. Bunun öyküsü dahi bizi “uç”lardaki inanç ve âdet benzerliklerinin gözlenmesine götürüyor. M. Meunier, “Bakkhalar” tercümesinin Giriş’inde şunları söylüyor: “Yunan muhayyilesinde şarabın hikâyesi bir dram haline geldi. Efsane şu şekle girdi: Toprak – yahut Semele – uzun kış uykusundan uyanır uyanmaz Zeus’tan yahut Gök’ten gebe kalır. Bu çiftleşmeden sonra Bakkhos doğmaya başlar… İlkbaharda filizlere su yürüyünce tanrı tomurcuklarda kendini gösterir…”[10] Toprağın “gökten gebe kalması” keyfiyetine öbür “uç”larda da aynen rastlamıştık. Meunier ve Duclos’yu dinlemeye devam edelim.

“Dionysos’la tanrı Soma arasında büyük bir benzerlik görülüyor. Decharme şöyle diyor: ‘Indianistler Dionysos’un doğum efsanesiyle Soma’nınki arasında benzerlik görmüşlerdir. Veda’da Soma, tanrılar için dökülen ekşi et suyudur; sonradan bu su tanrılarla insanlar arasında elçilik eden bir tanrı olmuştur. Tanrı Soma’ya Vinas (sevgili) lâkabı verilmişti. Arya’ların kardeşleri Avrupa’ya ve Yunanistan’a gelince bu vinas lâkabını üzümün suyuna verdiler (vin). Dionysos nasıl Zeus’un baldırına giriyorsa Soma da İndra’nın baldırına girer. O da Dionysos gibi, yıldırımla anasının karnından düşer; onun gibi iki defa doğar ve iki doğumlu adını alır (Dwidijianman)’…”[11] Yine “uç”ların birleştiğini görüyoruz.

Bir de H. Z. Koşay’a bu konuda kulak verelim: “Batı dillerinde wine veya vin sözcüğü Hitit’lerden geçmedir. Alişar, Alacahüyük ve Boğazkale’de bulunmuş kapların çoğu üzüm salkımı biçimini arz eder… İranlı Hayyam şarabın edebiyatını yaparken Anadolu Alevî ve Bektaşî’leri onu dinî rituslarına ithal ederler…”[12]

“Demeter’in de yatağına girdi Zeus,

Canlıları doyuran, tarlalar tanrıçasının.

Ak kollu Persephone’yi doğurdu Demeter…”[13]

Kore, başlangıçta muhtemelen başka bir tanrıça iken sonradan anasından ayrılmayan ve onun gibi büyük tanrıçalardan addedilen Persephone ile bir tutulmuştur. Yunanca κόρη, genç kız, kız; bebek; göz bebeği demek olup kökü “büyümek’in enfleksiyonlu şekli olan” κερ’dir (Latince cresco, Fransızca croître).

κορος, oğlan, oğul; κόρδυ de buğday yığını olup κόρη’de görülen κερ köküyle ilgili olduğu düşünülmektedir. (Halen horanhorana, oğlan çocuğu, aile, ev halkı manalarında kullanılıyor, Ky, Krş, Kü’da).

Buğday Tanrıçası Demeter’in Roma Pantheon’undaki adının Cérès olduğunu biliyoruz. Yukardan beri sözünü ettiğimiz κερ kökü yine dikkat nazara alındığında “tokluk”u ifade eden κόρος ile ilişkisi ortaya çıkar (κορέυνυμι = doyurmak).[14] (Fransızca ve İngilizcede “tahıl” karşılığında kullanılan “céréale-cereal” sözcükleri işbu Cérès’ten iştikak eder).

Böylece de geldik yukarda Eyüboğlu’nun “hora tepme” diye tercüme ettiği “horos”a, yani “doyuran” kız-oğlan’a (Dionysos’un androgynous, yani çift cinsiyetli olduğunu unutmayalım). Bize şarabı veren Dionysos’u tazim etmek, buğday başağını veren Demeter-Cérès’i tazim etmekten farklı sayılabilir mi? Bununla birlikte “Dionysos’un hiçbir dinî derinliği yoktur. O sadece bir kültle yetinmekte ve bundan fazlasını istememektedir”[15]

“…

Sonra kaderin tayin ettiği zaman gelince

Boğa boynuzlu bir tanrı dünyaya getirdi

Ve yılanlardan başına taç yaptı.

O günden beri Mainad’lar tuttukları yılanları

Saçlarına karıştırırlar.”[16]

Yine boğa ve boynuzları, yeraltı hayatının bekçileri olan yılanları buluyoruz karşımızda. Exodos’un başında,[17] nöbetçi köle, “yılanın dişlerinden çıkan ekinleri yeşerten” ihtiyar efendisinin ölümüne yakınıyor. Bu arada Dionysos’un ağzından, davulun kendisi ve Büyük Ana Rhea tarafından Phrygia’da icat edilmiş olduğunu da öğreniyoruz.[18] Kâhin Tiresias, faniler için iki aslî tanrının bulunduğunu, birinin insanları katı maddelerle besleyen Toprak’ın kendisi olan Demeter, diğerinin de “akil’i irşat edip dillerde derd ü gamı komayan”, salkımdan çektiği içeceği keşfeden, Semele’nin (ve Zeus’un) oğlu olduğunu ifade ediyor.[19] Gerçekten bu sonuncusu “her derde deva şarabın neşesini dağıtırken zenginle fakiri tefrik etmeden her ikisine aynı payı çıkarıyor”.[20]

Dionysos kültü ve orgyler *

Thebai’de Dionysos’un karşısına emmioğlu, namuslu ama dar görüşlü. Penthé çıkıyor ve sağlığında bu orgy’lerin siteyi “kirletmesine” izin vermeyeceğini söylüyor. Aralarındaki, kitabımızın bundan sonrası için ilginç muhavere şöyle:

“D. — Bütün barbar dünyası çoktan bu orgy’leri kutluyor.

P.— Grek’lerden çok daha az tenevvür etmiş olduklarından.

  1. — Bu noktada çok daha münevverdirler. Her ülkenin başka âdeti vardır.
  2. — Rituslarını gece mi, yoksa gün doğduktan sonra mı icra edersin?
  3. — Çoğu kez gece. Karanlık mukaddestir.
  4. — Ama sinsice kadınları baştan çıkarır.
  5. — Gündüzleri kötülüğün yolunu bulmaya engel nedir?”[21]

 

Sığırtmaç da şarapsız, âşıkların dilşad olamayacağına inanmış.[22]

Bizim bu ünlü tragedyadan istidlâl edebileceğimiz başka önemli şeylerin bulunduğu varsayımından hareket ederek önce onun kısa bir tahlilini yapalım.

Euripides’in Bakkhaları ve Dionsysos kültü *

Eskiler maalesef günlük alışkanlıklarının çoğunu bize aktarmak gereğini duymamışlar. Bunlar arasında birçok dinî ayin ve özellikle de Bakkhos’unkilerine özgü şekilleri, bakkhaları vecd haline getiren taşmalar da var. Ama Euripides’in Bakkhalar şaheseri bir noktada bu taşmaların ve bu külte kendini vermiş kadınların şevk ve davranışlarının unutulmaz bir tasvirinden başka ne olabilir? Âmir ve efendileri olan tanrı ana konuyu sergiler sergilemez sert, haşin ve homurdanan etli canlı bakkhalar sürüsü sahneyi istilâ eder; bunlar, davul ve zillerin şiddet ve heyecanlı çırpınmalarına refakat ettiği Lydia ve Phrygia kadınlarıydı ve tanrının çağrısına ilk olarak onlar yanıt vermişlerdi; tanrının bir sihirli Doğu’nun ırak bucakları arasındaki durmaz dinlenmez dolanışlarında ona refakat eden cemaati teşkil etmişlerdi. Sonra da Thebai sokaklarına yayılıp Bakkhos’un öğretisinin haberini yaymışlardı. Fakat daha da âmir olan bir husus, tanrının çağrısının mahallin bakkhalarına ulaşmasıyla, karşı konulmaz emrinin ev ve haremlerinden (gynaeceum) dışarı fırlattığı, işlerini bıraktırıp adeta bir kasırga gibi süpürerek yakındaki Citheron dağlarının fundalıklarına doğru sürdüğü kadınlar taifesinin burada hiddetli bir çılgınlık içinde mysterion ayinlerine katılmalarıdır. Tanrılarının karşısına dikilen ülkenin hâkimi Penthée, onların elleriyle parçalanacaktır![23]

Euripides’in kaleminden çıkmış çağrıların etkisinden kurtulup tarihçinin, gerçekte, bir dinî uygulamanın koşul ve sınırlarını tayin etmesi gerekir: bakkhaların, zihinlerde yer etmiş mitosunun esası neydi? Gerçi bunun tetkiki konumuzun dışına taşar ama Euripides’i tiyatro meraklılarına terk ettikten sonra dahi üzerinde kısaca durmamızda fayda mülâhaza ederiz, şöyle ki tarihimizde sis perdesini yırtmamış bir olgunun izahına yardımcı olabilir.

Bu “cinnet”i, Bakkhus taşkınlıklarına topluca atılmış bütün bir sitenin kadınlarının bir hurucu şeklinde aksettiren diyanetkâr efsaneler, işbu zühdün yayıldığı Grek dünyası tarihinin bir anının şartlarından bir hatıra mıdır? Erwin Rohde, Dionysos’un vecdî dinini Trakya menşeli olarak görüp bunun yayılmasını, Ortaçağda görülen dans salgınlarına teşbih ediyor (XIV. yy.da özellikle Rhin ve Flandres halkının toplu halde uğradıkları bir salgın). Bunlarda da Dionysos ayinleri uygulamalarına benzer haller görülüyor…[24] E. Rohde’nin ileri sürdüğü ve eleştirilere hedef olan izah edici varsayımlar bizi ilgilendirmiyor. Bizim için önemli olan bir kadınlar cemaatinin, bir “bâciyân-ı Dionysos”un bulunmasıdır…

Baciyan-ı Rum *

Efsane düzeyini aşamamış Amazon’lar hikâyesiyle tarihimizin sahifelerinde yer almasına rağmen, yukarda söylediğimiz gibi, sis perdesini yırtamamış Bâciyân-ı Rûm adıyla bilinen, Hacı Bektaş-ı Velî’nin bunlarla münasebeti mukayyet bir kadınlar teşkilâtından bahsetmiş ve aczimizin bir ifadesi olarak da konuyu hamasî sayılacak bir cümleyle kesmiştik.[25] Buna dair Âşıkpaşazade’nin Tevarih-i Âl-Osman adlı eserinde düştüğü kayıt aynen şöyledir.[26] “Sual: Ey derviş! Bu Rûm vilâyetinin dervişlerini ve ulemasını zikrettin, ya Hacı Bektaş Sultan’ı niçin anmadın? Cevap şu: bu andığım azizler Âl-Osman vilâyetinde olanlardır, kim andım. Bu Hacı Bektaş Âl-Osman neslinden hiç kimse ile musahebet etmedi[27] ve andan ötürü anmadım. Hacı Bektaş kim Horasan’dan kalktı bir kardeşi dahi vardı Menteş derlerdi, bile (beraber) kalktılar geldiler ve andan Kırşehri’ne vardılar ve andan Kayseri’ye geldiler. Kayseri’den kardeşi Menteş yine Sivas’a vardı, anda eceli mukaddermiş, anı şehit ettiler. Bunların kıssası çoktur, cemisine ilmim yetmiştir, bilmişimdir. Hacı Bektaş… Karayol’a (Karaöyük) geldi, şimdi mezar-ı şerifi andadır ve hem bu Rûm’da dört taife vardır kim misafirler içinde anılır. Biri Gaziyan-ı Rûm, biri Ahiyan-ı Rûm ve biri Abdalân-ı Rûm ve biri Bâciyân-ı Rûm. İmdi Hacı Bektaş Sultan bunların içinden Bâciyân-ı Rûm’u ihtiyar etti kim o Hatun anadır, anı kız edindi, keşif ve kerametini ana gösterdi, teslim etti, kendi Allah rahmetine vardı”.

Şimdi S. Eyüboğlu’nun yukarda aktardığımız sözlerini hatırlayalım: “… Bektaşî ayinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir… Bay Salâhattin bana Yunan Agora’sında… bulduğu… ilk Bektaşî kadınlarına ait mezar taşlarının… Agora’ya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi”.

Okuyucularımızın, aklımıza gelen varsayımı hemen keşfetmiş olmaları doğaldır. Biraz daha yardımcı olalım onlara.

“Sanıldığı gibi Dionysos’un vecdi kültü, her zaman, kadın toplulukları tarafından bir özel şevkle uygulanmıştır. Eski bir tarihçinin metnine göre trieterides’ler, yani her iki yılda bir kendini izhar etmek (epiphany) üzere tanrının geçtiği büyük bayram, birçok Grek kentinde, kadınlar topluluğunca kutlanan bir bayramdı. Ayrıca, özellikle bu külte kendini adamış, az çok kapalı kadın cemaatleri vardı; bunlardan bazıları… Devlet müessesesi karakterini haiz olup Site’nin kültleri arasında bunlara yer ayrılmıştı…”[28] Mesafe hâlâ büyük kalmakla birlikte soruna bir yaklaşma seziliyor.

Ve bir mitos daha: Mysia’lıların kralı Telephe’nin eşi, Tarkhon ve Tyrrhenos’un anası Hiera, ilk Troja savaşı sırasında Mysia kadınlarından oluşan kıtaları Grek’lere karşı saff-ı harbe sürmüştü.[29]

Derhal eklememizin gerektiği bir husus da Bakkhalar’ın sadece kadınlardan oluşmadığı, Dionysos’un orgiastic ayinlerinde yer alan, herkes gibi deliren, daimî bir erkek cemaatinin de bulunduğudur. Böyle olmasaydı Eyüboğlu’nun bu din ile Bektaşî’lik arasında bir ilişki tahmini güç olurdu: ne de olsa bu sonuncusu aslen bir erkek tarikatıdır. Ama Dionysos’un orgiastic ayinlerinde dişil ve eril öğelere düşen rollerin oranı karanlığını muhafaza ediyor. Her halde çevrelere, devirlere, ülkelere göre bu oran değişik olmuş olmalıdır.

Eski metinler Bakkhus vecdi ile ilgili davranışlara müptelâ kadınları ifade etmek üzere oldukça çok terim bırakmışlardır. Bunların çokluğu bu gibi uygulamaların Helen topluluğunun tümünde genelleşmiş olduğuna derhal delil oluyor. Bakkhalar’ın müennesi bacchaï tabiri en genel manayı taşıdığı ve müzekker bacchos tabirine de cevap verdiği tahmin edilir. Bu sonuncusu aynı zamanda orgiastic uygulamaların tanrısı olarak tanrının kendisini de ifade eder. Menade de tanrısal delirme (mania) ile mutlaka ilgilidir. Sözcüğe daha Homeros’ta rastlıyoruz. Sparta’lılarda bunlara “çirkin deliler” gibi bir mana ifade eden ve muhtemelen de vecd (trans) haline gelmiş olanların yüzlerinde görülen buruşuk hatlar ve ıstırap ifadesine telmihan dysmaïnaï denmiş. Ayrıca Sparta’da Dionysiades adlı bir cemaate de rastlıyoruz. Lénaï adı Efesus’lu Heraklitus’un kaleminde okunuyor. Ve de Clôdônes, Mimallones, Thyaï.

Dionysos kültünde dişi unsura düşen pay *

Bu kadar çok ad, Dionysos kültünün vecdi uygulamalarında dişil unsura düşen payın önemini belirtmeye yetiyor. Ancak bu kadınların hangi koşullar altında kendilerini bu işe adadıkları, hangi çevrelerden çıktıkları, nasıl seçildikleri, bu toplulukların tabiatı, bunların ruh haleti vs. gibi sorunlar karanlıkta kalmaya devam ediyor.

Thyaï sadece bir kadın cemaatini ifade etmekle kalmayıp muhtemel etimonu itibariyle de bir taraftan “bir kurban yapmak”, diğer taraftan da fırtına, bir nehrin ya da denizin suları, zemine yayılmış kanın kaynaması gibi şiddet ve tehevvürle fırlamak; hiddet ve gazapla kaynamak manalarını da tazammun ediyor,[30] tıpkı Bâciyân-ı Rûm’un küffar karşısındaki tutumu gibi… Kaldı ki Dionysos (ilerde mukayesesini yapacağımız İskender gibi) sefere çıktığı zaman zırhını giyer ve pars postlarına bürünürdü. Kendisine de mızraklarla silâhlanmış bir kadın topluluğu refakat ederdi.[31]

“Bakkhalar’ın coşkun alayı bütün vahşî tabiatın heyecanını içinde taşıyordu… Vahşî tabiatla birleşen insan, insanlık gururundan soyunarak öz mayasındaki kudreti ve güzelliği buluyordu; aciz aklını bütün kaygılarıyla birlikte kaldırıp atıyor; dünyanın kaynağı olan hayat çeşmesinden kana kana içerek bilgisini ve benliğini unutuyor; bedenini ve hassalarını tanrı kudretiyle dolduruyor; doğayla kendi arasındaki bütün engelleri yok ediyor. Böylece Dionysos, insanın içine girerek, onu kâinatın büyük sırrıyla temasa getiriyor”[32] Sanki iki bin yıl sonrasının Seyyid Nesimî’sini anlatıyor Girad, tabiatla dolup taşan, evrenin sırrına vâkıf, insanoğluna en yakın olan bu tanrıyı tasvir ederken.

“Deryayı muhit cuşa geldi

Kevn ile mekân huruşa geldi

Sırr-ı ezel oldu âşikâre

Ârif nice eylesin müdare

Her zerrede güneş oldu zahir

Toprağa sücud kıldı tâbir

…… ”

“Küll-i yer ü gök Hak oldu mutlak

Söyler def ü çeng ü ney enelhak

İskender ve Dionysos *

İskender kendini Dionysos’la ayniyet halinde görmüştü, doğumu hakkında uydurulan efsanelerin (ve de şarabın) sarhoşluğuyla.

Mezkûr tanrı, sınırlı bir kuzey-doğu Akdeniz bölgesine münhasır kalmamış, çok yer dolaşmıştı. Bütün kıssasının zikri bizi esas işimizden alıkoyar. Bu bakımdan okuyucumuz, özetleme ve genel sentez içinde ana prensiplerde kusur etmeden konuyu yerine oturtma babında çektiğimiz zorluğu bir kez daha takdir edecektir.

Dionysos İskender’den önce Hindistan’a varmış ve oraya da çapasını atmıştı, bin bir çeşit yoldan. Söylediğimiz gibi, yer değiştirmelerinde daima kalabalık bir maiyeti, sadece erkeklerden değil, elleriyle kötüleri ve ona inanmayanları cezalandırdığı (Penthée gibi) kadınlardan da oluşan ve ayrıca onu raks ve tragedyalarıyla eğlendiren Satyres (yarı insan, yarı teke)lerle takviye edilen bir maiyeti vardı. İki yıl süren bir Hindistan seferi yapmıştı. Boiotia üzerinden dönüşünde büyük bir ganimet de getirmişti beraberinde ve bu vesileyle bir Hint filine binmiş olarak ilk triumphus’u (muzaffer Romalı kumandan şerefine tertiplenen şehr-i ayin) icra etmişti. Bu seferin anısı olarak Boiotia kadınları Helenistan ve Trakya’da mezkûr trieterides’leri kutlar olmuşlar.

Tasavvur etmemiş olmakla birlikte Euripides, muhtemelen, doğum yerinde kökleştirmeden önce bütün Doğu’da Dionysos, refakatindeki kadın Bakkha’larla (menades) birlikte yaymış olduğu dininin bir nevi evrensellik kazanmış olduğunu kabul ediyor. “Bakkhalar” tragedyasının başında onun dolaştığı ülkeler zikredildiğinde, bunun az çok İskender tarafından takip edilmiş güzergâh olduğu görülür ki işin dikkate şayan tarafı da budur; bununla birlikte Helen’lerce henüz bilinmeyen Hindistan’dan söz edilmez.

Hiçbir şüphe götürmeyen bir husus da, İskender devrinin, Dionysos’un efsanevî veçhesinin oluşmasında bir dönüm noktası teşkil etmesidir. Kültü, özgü uygulamalarıyla beraber Makedonya ve Balkan’ların kuzeyine yayılırken buraların sarayları ona kapılarını açmışlardı; bu keyfiyet İskender’in vârislerini dahi dikkate değer sonuçlara götürmüştür. Ana rahmine düşmesi ve doğum, ya da doğumları etrafında yaratılan ve onu Zeus’un oğlu yapan garip efsanelere inanma eğilimini gösterenlerin başında İskender’in kendisi geliyordu. Mahsusî bir görev olarak bildiği amacı konusundaki fikrinde kendini Dionysos’un bir rakibi, bir mukallidi görüp cihanın hâkimi ve onu medeniyete isal eden kişi olarak tanrının seviyesine yükselmeyi aklından geçirmiyor muydu? Keyfiyetin bu merkezde olduğunu yazan İskender’in müverrihleri eksik değil. Ancak unutulmaması gereken bir husus da, buna koşut olarak, kendisini bir yeni Dionysos diye tanıtan bir İskender menkıbesi ortaya çıkmıştır. Fars mitolojisinin Efrasiyâb’ı, Kaşgarlı ile Yusuf Has Hacib’in Alp Tunga’sı, Kuran’da (Kehf Suresi, XVIII/84-98) adı geçen Zü-l-Karneyn (iki boynuzlu), Anadolu masallarında çoğu kez İskender’le bir tutulur. O ise ki bu Ayet’lerin, Ahd-i Atik’te Danyal’ın rüyasına giren uzun çift boynuzlu koç hikâyesinden mülhem olması muhtemeldir. Bizim için ilginç olan taraf Kuran’da Zü-l-Karneyn’in, “güneşin battığı yer… den… güneşin doğduğu yere…” kadar her tarafı fethetmiş olmasıyla Danyal’ın, rüyasını şöyle anlatmasıdır: “… nehrin önünde bir koç duruyordu ve boynuzları vardı; bu boynuzlar yüksekti, ama biri diğerinden daha yüksekti… Koçu boynuzlarıyla batıya, kuzeye ve güneye vurur gördüm; hiçbir hayvan ona karşı koyamıyordu…”[33] Rüyanın geri kalan kısmında da dünyanın her tarafına bol bol boynuz dağılıyor…

Muzafferane şekilde İndus’a inişte Hint’liler tarafından raks ve müzikli tezahüratla karşılanmıştı, İskender. O kadar ki yoldaşları kendilerini, evvelce Dionysos dinine sülük etmiş insanlar arasında sanmışlardı. Bunun doğru tarafı da vardı. Üst vadilerdeki ağır çarpışmalar sırasında bir Nysa mevkii ile karşılaşıldı ki[34] Dionysos’un buralardan geçmiş veya hiç değilse, doğum yeri olduğuna delâlet eder; ayrıca, bunun hemen hemen civarında, adı mahallî lehçe ile Méros, yani Grekçe “kalça” olan bir yerin bulunması bu kişilerin beyninde tanrının çift doğumu öyküsüne bağlanması gereken anlamı “çaktırıverdi”. Zaten bu dionysiac bölgede sarmaşık, bağ ve sayısız meyve ağacı da mevcuttu. Sekenesi hep o tanrıya sığınıyordu.

Umumiyetle, büyük ceht beklediği kıtalarına ara sıra dinlenme olanakları yaratmaya itina eden İskender, askerlerine bazı fırsatlarda tam bir serbesti tanırdı. Kral ve asillerin de geri kalmadıkları ve cinsî çılgınlık ve işret aşırılığı şeklinde tezahür eden taşkınlıklarla bu orgy’ler işbu şarap ve cinnet tanrısınınkilerle büyük yakınlık arz ediyordu. İste böyle bir “eğlence” sırasında meşhur “Semerkant faciası” olarak tarihe geçmiş hadise, bu Nysa menkıbesinden bir yıl önce vaki olmuştu: şarabı fazlaca kaçırmış olan cihan fatihi, en yakın dostu ve hayatını kurtarmış olan Klitos’a mızrağı geçirmişti.

İskender’den sonra neşe ve bolluk dağıtıcısı Dionysos fikri, Evren’in fatih ve muslihi bir Dionysos’unkiyle günden güne kaynaştı.

Nysa semtinin, Hindistan’dan ve Kafkasya’dan başka Finike ile Nil arasında bir mağarayı, Anadolu’da Karia’da ve nihayet Helenistan’da bir mahalli ifade etmesi, ona çok geniş alana yayılmış ülkelerin sahip çıktığına delâlet eder. Buna Libya ve batı Afrika’da, Amalthée Boynuzu tesmiye edilen burun da dahildir. Sayısı onu bulan Nysa buralarda da vardır.[35] “Uç”lar yine buluştu!

Dionysos Kültünün kökeni ve gelişmesi *

Dionysos’un doğum efsanesini kısaca görmüştük. Bu kere hikâyenin eksik kalmış taraflarım özetleyelim. Phrygia kökenli olmakla beraber Helen dinine aşılanmış olan kültünün esas unsuru bir Semele-Dionysos çifti yani, bir ana tanrıça ile bir oğul tanrı birliği olup bu, kendileri daha Ege ya da Anadolu’ya ait Helen öncesi eski kültlerin tümünde bir temel unsurdu. Evvelce söylediğimiz gibi gerek Semele, gerekse Dionysos adları Grekçe dışında bir dile ait olup Semele’ninkinin bir Toprak tanrıça, bir tanrı çocuğun anası bir tanrıçanın tayinine uygun düşmektedir: Slav dillerinde zemlja “toprak” demektir.

Bu özetlediğimiz mülâhazalar ilk mitosun gerçek bir yeni tertibi oluyor: Gök’ün tanrısının semavî şimşeğiyle hamile bırakılan Toprak Ana ve bunun, cevheri toprağın karnından fışkıran hayatla birleşen bir tanrısal yavruyu dünyaya getirmesi. Ortada bir hieros gamos bahis konusudur. Ama mesele Zeus’un bir ölümlü kadınla (Kadmos’un kızı Semele) cimaı bakımından ele alındığında başka türlü yorumlara da yol açar; kaide şudur ki ilâhların fani kadınlarla birleşmesinden çıkan tanrısal vâris, gerçekten yüksek vasıfları haiz olmakla birlikte insan tabiatına iştirak eder. Bu tür menkıbeler çoğu kez kral ya da prens ailelerinin köken efsanesini teşkil etmiştir.

Bunda bir baba tarafından evlâtlığa kabul edilme sembolizminden, bir “kuluçkaya yatma” ritusundan ya da bir androgynous (iki cinsiyetli) atayı içeren mitosların hatıralarından söz edilebilir. Bu androgynous tip “köse” adı altında Anadolu halk seyirlik oyunlarında daima karşımıza çıkacaktır. Keza yağmur duasının “Kosa Kosa”sı da, yine bu “köse”den muharref olmalıdır. Gerçekten köse, dış görünüş itibariyle, her iki cinsiyetin özelliklerini kendi üzerinde toplamış tiptir.

Dionysos’un hayat hikâyesi, İskender’inkinden farklı olarak, bir fatihinki değil, bir din müessisininkidir; sorun, bu dinin başka uluslarda mevcut mysterion’lu ve hâkim, akil dinlerle müşterek ya da yakın yanlarını belirtmek, mania’yı anlatan menkıbeler üzerine bastırmaktır.

Zeus’un Semele’ye aşkı, resmî karısı Hera’nın kıskançlığını tahrik ediyor. Semele’nin ihtiyatsız arzusu da kendi mahvını ve en büyük tanrıdan peydahladığı çocuğun “düşmesini” intaç ediyor; ikinci kez babasının kalçasından doğan Dionysos Hermes’e emanet ediliyor, o da onu İno ve Athamas’a, “genç kız” şeklinde yetiştirilmek üzere teslim ediyor; fakat Hera’nın hiddeti bu kere Athamas’ın yuvası üstüne çöküp oradakiler tecennün edince Dionysos ikinci defa Zeus tarafından Hera’nın şerrinden, keçi yavrusu şekline sokularak kurtarılıyor. Hermes bu kez onu (Küçük) “Asya”da Nysa perilerine (nymph) bırakıyor. Orada asmayı icat ediyor. Ama Hera işin peşini bırakmıyor ve onu Mısır ve Suriye’ye kadar sevk eden bir cinnetin etkilerine maruz bırakıyor. Mısır’da, ülkenin kralı Prote onu kabul ediyor; sonra Phrygia’da Kybele dağına varıyor. Burada Rhea (Grek’ler Tanrıların veya Dağ’ın Anası Kybele’yi bu adla anarlardı -Kybele, tanrıçanın Anadolulu adıydı-) onu mania’nın etkilerinden tathir ediyor ve ona kendi rituslarını (teletai) öğretip entari (tunica) giydiriyor.

Burada önemli olan, özellikle Büyük Ana kültü yönünden (yani, tanrıçanın rahipleri Koribantes’lerin ritusları açısından) bir syncretic eğilimin bariz oluşudur: Dionysos, Rhea tarafından “sırra vâkıf” (initiated) kılınıyor. Bir taraftan da Mısır syncretism’inin bir uçtan buna bulaştığı tahmin edilebilir. İlerde, İsis kültü vesilesiyle, bunun böyle olduğunu göreceğiz.

Sezar’la Augustus’un muasırı olan Sicilyalı Diodôroso, bu konulardaki malzeme bolluğu karşısında bunları hayli karıştırmış ve içinden çıkılmaz hale getirmiş olduğunu kendisi de itiraf etmiştir. Hâlbuki M. Ö. III. yy.ın sonlarında ona da yol göstermiş olması gereken Euêmeros, Kutsal Tarih’inde son derece rasyonalist bir düşünce sistemini ortaya koyuyordu. Bir atheistic tasavvur taşıyan bu düşünceye göre ilâhlar, insanlık ve uygarlığa etmiş oldukları hizmetlere karşılık ölümlerinden sonra mükâfat olarak tanrılaştırılmış hükümdar veya fatihlerdir. Zeus ve ailesi de bunlardandır. İskender’in vârislerinin çağında bu sistem hayli revaç bulmuş olup bu kişiler kendilerinde tanrısal tezahürleri belirtecek lakaplar da almışlardır.

Diodôroso, eserinin Mısır’lılara tahsis ettiği son kısmında Euêmeros’un düşüncesiyle mezkûr syncretism’i paçal edip İskenderiye Serapeum’unun Grek-Mısır tanrılarının dinini bunun etrafında izah etmiştir. Ona göre Mısırlıların Osiris’i Grek’lerin Dionysos’udur; zaten Herodotus da bu konuda aynı fikirdeydi. Ancak, Mısırlılar işin şerefini ellerinde tutmakta ısrar ediyorlar: Grek’ler, Dionysos’larını Mısır’dan almışlardır. Osiris-Dionysos, tabii şekilde babasının tahtını tevarüs etmiş bir eski Mısır kralıdır. Ülkesine büyük iyilikler etmiştir. Karısı İsis-Demeter tahılları keşfettikten sonra insan yeme âdetini ilga etmişti. Arabistan Nysa’sında büyümüştü, asmayı burada keşfedip şarap yapma yöntemini icat etmişti. İyilik, şan ve şeref aşkıyla büyük bir ordu teşkil edip bütün cihanı dolaşarak insanlara bağ yetiştirmesini ve buğdayla arpa tarımını öğreterek insanlığın vahşîliğine son vermeyi ve buna karşılık da tanrılaştırılmayı ümit ediyordu. Böyle de oldu. Seferlerinde biri köpek, diğeri kurt postuna bürünmüş iki oğlunu (Anubis ile Makedonya) da götürürdü; bu yüzden Mısır’lılar bu hayvanlara büyük saygı gösterirler. Osiris dövüşmezdi zira her vardığı yerde, iyiliklerinden dolayı bir tanrı gibi karşılanırdı. Etiopya’yı geziyor, burada Nil’in akışını tanzim ediyor, oradan Hindistan’a geçip birçok kent kuruyor. Çanakkale (Hellespont) yoluyla Trakya’ya ayak basıyor ve oğlunu Makedonya kralı olarak bırakıyor. Asma yetiştirmenin mümkün olmadığı yerlerde bira âdetini yerleştiriyor. Hermes, İsis’le birlikte, kültünün örgütlenmesine iştirak ediyor.

 

Dionysos’tan sonra İsis de bizi biraz meşgul edecek.

 

Gördüğümüz gibi ortada birçok Dionysos vardır. Bunlardan biri de Zeus ve Persephone’nin oğlu olup tarımın mucidi olmuş ve öküzleri sabana bağlamayı öğretmiştir. Boynuzlu olarak temsil edilen Semele’nin oğlu değil, Persephone’nin oğlu Dionysos’tur. Gece ayinlerinde bazı utanılacak uygulamalar da buna atfedilir.

Ama asıl bir de Anadolulu Dionysos vardır. Miletus, Ephesus’taki arkeolojik araştırmalar bir “mahallî”, Asya kökenli, sonradan Demeter veya Artemis olan bir büyük tanrıçaya müzdeviç bir Dionysos kültünün eskiliğini ortaya koyuyor. Kitabelerin verdikleri bilgilere göre kültü bu bölgede özellikle mystic bir niteliğe bürünüyor; cemaati gizli ve mysterion’lu bir kült uygulamaktadır. Dionysos hareketinin odağı Küçük Asya’dır. Başta kuzey İonya bölgesi, yani aşağı Menderes vadisi ile Kaustros’un (Küçük Menderes) ağzındaki sahil ovasıdır. M. Ö. 41’de Ephesus’a giren Antuan’ı selâmlayan Dionysiac taşkınlıkları, bu kentin Küçük Asya’nın metropolü olarak kendini kabul ettirdiği bir zamanda, M. Ö. I. yy.da vaki oluyordu. Ephesus’un büyük Artemis tapınağının civarında kadınlı erkekli Dionysos müritleri ve cemaatleri kaynaşıyordu. Teos (İonya’da Klazomenes yarımadası kıyısında işlek bir liman olup bugünkü Sigacık köyünde Dionysos tapınağının kalıntıları durur), Priene (bugün Güllübahçe, Karia bölgesinde Samsun-Mykale dağının güney yamacında), İzmir büyük kült merkezlerindendi. Aslında buralardan her tarafa yayılmıştı.

İonya’nın bu kısmında tazim edilen Dionysos’a bağlanan münacatlar bazı bakımlardan dikkate şayandır: D. Setaneios, yeni mahsulün tanrısıdır; D. Briseus, Brisai’leri, yani Midilli’de ona süt veren perileri hatırlatan bir ad taşıyor; eskiler Phleos’un yeni sürgünlerin iyi gelişmesi ve müstakbel hasatların çiçeklenmesi ile ilgili olduğunu anlatıyor. Helen Dionysos’u ile tarımsal işlevi olan eski tanrıların tevhidi şüphesi uyanıyor.

Phrygia ve Küçük Asya’nın Büyük Tanrıça’sı, “İlâhların Anası” ile ilgili cinler olan Korybante’ler bir çeşit mania’nın sorumlusu gibi görünmektedir. Adı geçen tanrıçanın ritusları dionysismin eski şekilleriyle belirli bir yakınlık arz eder.

Bu mania’ya tutulanlar korubantiôntes, yani “Korybante’lik edenler” diye tesmiye edilirlerdi (bunların aynı zamanda, “çarpılmış” olanları da iyileştirdikleri sanılıyor). Şamanlığın baş aletlerinden olan dümbelekle düdük (zurna) korybante’lerin de aleti oluyor. Bunların hipnotik raksları başlıca tezahürlerini teşkil ediyor (semâ’ın Mevlevi’lerin karakteristiği olması gibi…).

Dithyrambos’un kutlanması büyük gürültü ve çalgının desteklediği velveleyle olurdu. Çalgıların başında da mania’ya teşvik eden düdük (zurna) gelmekle birlikte dümbelekler, kastanyetler (“kaşık oyunu”ndaki kaşıklar gibi olmalı…) de buna refakat ederdi. İttırat, ritüel el çırpmalarının devamlılığıyla sağlanırdı.

Dionysos kültünün islam cilası ile yeniden ortaya çıkışı *

“Bu tür takvanın, özellikle Akdeniz Doğusu’nda yaşamaya devam etmesi ilgi çekicidir. İslâm cilâsı bunları yok edememiş, hiç değilse yeniden ortaya çıkmalarını önleyememiştir. Tabii burada söz konusu olan, zikr’i uygulayan mistik eğilimli Müslüman tarikatlarıyla Küçük Asya, Mısır, Kuzey Afrika (Mağrip) için yapılmış tasvirlerde anlatılan ve semazenlerin ününü yapan uygulamalardır. Bu yakınlığın ilginçliği çoktan beri fark edilmiştir. XVIII. yy.ın âlim Helenist ve aynı zamanda Arapçacı ünlü Jakob Reiske’ye atfen Lobeck,[36] yazıyordu: Quod genus insani cultus extinctum non fuit in gentibus asiaticis, sed conservavit sese… late effusum per omne Turcicum imperium, quod hodie Derwischi, nepotes veterum Corybantum, persultant.”[37] (“Bu ‘meczup’lar sınıfı ve kültleri Asyalı milletlerde kaybolmamış olup muhafaza edilmiştir ve eski Korybante’lerin ahfadı olan dervişlerin bugün içinde dolanıp durdukları Türk’lerin imparatorluğunda çok yaygındır”).

Türk’lerin imparatorluğu o kadar çok etkinin, hatıranın rastlaştığı, çarpıştığı, birbirine selâm verip geçtiği bir alanda kurulmuştur ki hangi birini sayalım, bu etkilerin?… İslâm, gerisinde Samî-Yahudi gelenek, inanç ve mistiğini sürükler; bunları Türk yaşamının içine sokma gayretinde başarı, sanırız, çoğunlukla orthodox idareci katında kaydedilmiş… Anadolu’nun “kara budun”u bunlara hiçbir zaman iltifat etmemiştir:

“Hacı Mekke’de, aptal tekkede”!…

“Israel krallığının ilk zamanlarında ve hatta daha evvel, nebiler gaybdan haber verirler, takım halinde gezerler, dervişler cemaati gibi birbirlerini musiki ve raks yardımıyla vecd haline gelmeye teşvik ve tahrik ederlerdi. Onların kendi içlerine derinlemesine dönmeleri, davulların ittıratlı darbelerinin refakat ettiği muvazeneli hareketleri, tanrı’ya devamlı yakarışları, başka kişileri de kendilerine iltihaka davet ederdi ve bunlar o derece tahrik olup vecd haline gelirlerdi ki saatler süresince etrafındakileri tümden unuturlardı… Baal’in rahipleri de kendilerinden geçerler, bıçak ve kılıç darbeleriyle vücutlarında yaralar açarlardı…”[38]

“Zahidâ o denlû siklet-i taç ü kabâ[39] ile

Uçmak ümidin etmez idi ebleh olmasa” (Nergisi)

Asya adamının dini amacı metafizik değildir *

Aslında Asya’nın adamının dinî amacı metafizik olmayıp onun kendi varlığı çerçevesi içinde kalırdı. Nitekim Buddhismin ilk devirlerinde de insanın metafizik olmayan zatî denemesi (experience) ile dinî gayesi arasında sıkı tekabül görülürdü.[40] Uygur, bu dini kabul ederken, mizacına uygun taraf bulmuştu onda. Mamafih bütün Sami alanı tümden metafiziğin karanlıklarına dalmış olarak görmek de yanlış olacaktır. Oralarda da “pratik zekâ”lar ışıldamış; örneğin Ptolemeus’lar devri İsis kültünde, bu tarımsal mahiyeti haiz tanrıçanın sağladığı necat bir fiziksel korumadan ibaret olup insanın ölüm ötesindeki kaderiyle ilgilenmez. Necat, tamamen maddî şekilde, refah, sıhhat, muzaffer güç olarak irdelenir. İsis, müminlerini Vücud’u, “onunla temekkün edip yaşayan” Vücud’u bilmeye (γνῶσις) yöneltir. İsis’le Osiris, iyilik prensibini temsil ederler; doğada iyi ve güzel olan her şey bunlar için vardır. Osiris mitosu ve bu tanrının İsis’le birleşmesi, evrene nizamın icbarı ve ruhun iyiye doğru suudu şeklinde yorumlanır. Bu birleşmenin ürünü olan Horus, tanzim edilmiş, örgütlenmiş cihan, “makul dünyanın zahir sureti”dir.[41]

Yukarda Dionysos’un passion’undan ve bu nedenle bazı şarapların kaynatılarak yapılmasından söz etmiştik. Bunu da kısaca özetleyelim. Doğuşunda vaki kıskançlıkların benzerleriyle çocuk tanrı parçalanır, uzuvları kazanda kaynatılır ya da ateşte kızartılır. Yalnız kalbi Minerva veya başka bir rivayete göre Athena tarafından muhafaza edilir. Öykünün bir şekline göre azaları Rhea tarafından birleştirilmek suretiyle çocuk hayata iade edilir ki bu şekilde Dionysos’un bir “üçüncü doğumu” söz konusu olmaktadır. Bir başka rivayette ise artık ölmüş ve Parnassus’ta gömülmüştür. Konu, ilk Hristiyan yazarları haylice meşgul etmiştir (ilk günah, ıstırap mitosu…).

Tanrısal çocuğun mistik oyuncakları arasında aşık kemikleri, bir ayna, topaçlar, mainler (loğusa şekeri, baklava şekli) bulunuyor. Mania buhranları sırasında tefe’ül edildiğini görmüştük. Bugün dahi aşık kemiği “cuk oturursa” işlerin yolunda gideceğine hükmedilmiyor mu? O zamanlarda da aşık kemiği falcılıkta kullanılıyordu. Her ne kadar “oyuncak” olarak görülmüşse, bu saydıklarımızın bundan öteye giden nesneler olduğu aşikâr oluyor: topaç, Çocuk’un kalbinin sembolüydü. Ayna hiçbir zaman eksik olmamıştır, aynen bugünkü gibi. Bunların dışında, gürültü çıkaran “oyuncak”lar da vardı; bir ayin (telete) ancak sesli aletlerle düşünülebilirdi. Bu itibarla bugün, çocuklarımızın elindeki kaynana zırıltısı’nın eşi (rhombos) ile Çocuk oynuyordu.[42]

Konunun bir ilginç tarafı da, Bizans devrinden itibaren bugüne dek bir kült merkezi olmuş İstanbul, Eyüp (Sultan), asrımızın ilk çeyreğinin sonuna kadar ünlü bir oyuncakçılık hirfet merkezi olmuştur. Üstü ayna kırıkları bahis konusu olduğunda başta ölümsüzlük olmak üzere ona çeşitli iyi nitelikler bahşetmeye matuf bir imtihan oluyor. Asya’da da ateş, her türlü günah, kötü düşünce vs.den temizleyici bir hassaya maliktir. İki ateş arasından geçirilmeyen bir yabancı elçi Han’ın huzuruna çıkarılmazdı.

[1]              H. L. Sarıyüce.- Sorgun köylerinde bayraktar salâvatları III, in TFA 344, Mart 1978.

[2]              H Jeanmaire.- Dionysos, s- 26

[3]              K. Yedekçioğlu.- Kayseri’de Abdi Dede menkıbesi, in TFA 344, Mart 1978

[4]              Tragiques grecs. Euripide, Théâtre complet, Gallimard 1962. Tercüme eden M. Delcourt-Curvers’in önsözünden.

[5]              S. Eyüboğlu, Bakkhalar tercümesini M. Meunier ve M. G. Dııclos’nun Fransızca’ya çevirilerinden yapmıştır. Zikrettiğimiz sözler onundur. Ankara 1944.

[6]              Bunları araştırmaya Türkiye’de devrinin her bakımdan en yetkili ve yetenekli şahsı olmasına rağmen bu kitabın yazarının akrabası olan Eyüboğlu’nun ömrünü şairane Mavi Yolculuk’larda yitirmiş olması üzücüdür. Şu kadar ki “müritleri” de, herhangi ciddi bilimsel araştırmaya girmekten kaçınarak “işin şiirini” devam ettirmekten ileri gitmemektedirler. Bu itibarla sorunların çözümü ciddi genç araştırıcılara kalıyor demektir.

[7]              Ch. Texier- Küçük Asya, Terc. Ali Suad, İst. 1339, C. II, s. 29-31.

[8]              Tercümede “Phaneus” yazılı.

[9]              GLE.

[10]             op. cit., s. XV.

[11]             op. cit., not.

[12]             The history of a potsherd, s. 24.

[13]             Hesiodos, Theog. 911 vd., A. Erhat.- Mitoloji sözlüğü, mad. “Demeter”de zikredilmiş.

[14]             TYS

[15]             M- Delcourt-Curvers’in Bakkhalar’a önsözünden, op. cit., s. 1211.

[16]             Parados. Antistrophe II, op. cit-, “Mainad”lar, tanrı etkisiyle trans haline gelmiş (kendinden geçmiş, çıldırmış, coşup taşan) kadınlar olup Dionysos’un Lydia’dan beraberinde getirdiği Bakkhalar’ın diğer adıdır.

[17]             op. cit.

[18]             op. cit., Prologue’un sonu, s. 1217.

[19]             op.cit., Ks. I.

[20]             op. cit., Birinci Stasimon, Antistrophe II.

[21]             op. cit., Ks. II.

[22]             op. cit., Ks. III.

[23]             H- Jeanmaire.- Dionysos s. 79-85.

[24]             ibd., s. 86.

[25]             Bkz. C. I, s. 94-5.

[26]             Nakleden C. H. Tarım.- Tarihte Kırşehri, s. 102-3.

[27]             Tarafımızdan belirtildi.

[28]             H. Jeanmaire.- op. cit., s. 90.

[29]             GLE, mad. “hiera”.

[30]             H. Jeanmaire.- op. cit., s- 157-9.

[31]             ibd., s. 365.

[32]             J. Girad. Zikreden M. Meunier, in “Bakkhalar” önsözü, s. XXVIII

[33]             Danyal, 8/3-4

[34]             Aşağıda göreceğimiz gibi Nysa, Dionysos’un doğum yeri olup mevkii muhteliftir.

[35]             H. Jeanmaire.- op. cit., s. 349-50, 352-69

[36]             Alman arkeolog ve filologu (1781-1856)

[37]             H. Jeanmaire.- op. cit-, s. 243.

[38]             A. Guillaume.- Prophétie et divination chez les Sémites, Paris 1950, s. 141-2.

[39]             Kabâ = cübbe, kaftan.

[40]             Bkz. J. T. Ergardt..- Faith and knowledge in early Buddhism, Leiden 1977.

[41]             F. Dunand.- Le culte d’İsis I, s. 103, 106-7 ve II, s. 114.

[42]             H. Jeanmaire.- op. cit., s. 382-3, 388-9.