Grek tapınaklarında omphalos, yani dünyanın göbeği, hem toprağın hem de aynı zamanda doğumun bir simgesiydi; kaostan zuhur eden kutsî dağı temsil eden bir yükseklik şeklini alırdı. Bu, ilk kadim dağ ya da tepeydi. Dünyanın merkez’inde gökle yerin birleştiği nokta olarak kabul edildiğinden inançlara göre burası tanrıların ikametgâhlarıydı (İda-Kazdağı, Olympos – Bithynia ve Helenistan – Heliopolis, Sina…). Böylece de Minos Anası’nın ilk temsilleri mühürlerde, onu bir dağ üzerinde ayakta, elinde bir asa ya da mızrak, iki yanında aslandan muhafızları, üzerinde kırmalı elbisesi ve bütün ihtişamıyla resmediyor. Yanda ayrıca ibadetgâh makamında bir sırıkla mukaddes boynuzlar bulunuyor.
Kâbe’nin (harfiyyen “mikâb”) Mekke’ye oturtulmuş olması bu kente bir özel kozmolojik işlev izafe edilmiş olması, daha doğru olarak Kudüs mabedi hakkında Yahudi ve Hristiyanlar beyninde revaçta olan kozmolojik fikirlerin Mekke’ye nakledilmiş olmasıyla izah edilir. Bu kutsal yer arzın göbeği olarak telakki edilir. Arzın geri kalan yerlerinden önce halk edilmiştir. Bununla birlikte göbek, arz üzerinde en yüksek nokta olmakla kalmıyor, aynı zamanda “yukarı ve aşağı dünyalarla münakale yeri” oluyor. O sade arzın değil, evrenin de merkezi olmaktadır. Bu itibarla Mekke’deki işbu mabet, kâinatın dinî merkezi olarak kurulmuş olup burada icra edilen her ritüel davranışın bir kozmik manası vardır.[1].
Hamam taslarının ortasında çoğunlukla görülen yuvarlak şişkinliğin bu omphalos’u temsil ettiğini Cevdat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) beyden dinlemiştik. Keza Yörük çadır direklerinin de büyük önem taşıdığını ve bunların gelişigüzel kullanılmadığını, Nezihe Araz hanımdan naklen[2] zikredelim. Girişe en yakın olanına “Çoban direği” adı verilip üstüne sadece kaşık sepeti, tuz kabağı, kepenek, kaval asılır. Su tulumu bunun dibinde durur. Silâhlar, çadırın en dibindeki direktedir. Orta Direk ise kutsal olarak telakki edilir. O, Yörük’ün dünyasının omphalos’udur.
Burada bahis konusu olan dağların Büyük Tanrıça’sı, Toprak-Ana, hayvanların Efendi’si, mümbitliğin, yeraltı dünyasının Sahibe’si, savaş ve denizlerin ilâhesidir.
Bu az çok aynı olan din şekli Anadolu ve Suriye’de iyice yaygındır. Karkamış’tan Efes’e, Kadesh’ten Karadeniz’e ve Akdeniz’e hâkimdi bu kült. Mezopotamya’nın mümbit ovalarından bu kültü Hitit’ler Küçük Asya’ya taşımışlardı; bunun üzerine Tanrıça Kybele olarak Phrygia’da, Artemis olarak Efes’te, Ma olarak Komana (Tokat yöresi) da meydana çıktı; Suriye’de Anat ve Asherat, Arinna’da Güneş-tanrıça, Hurri ülkelerinde Hebat oldu ve umumiyetle ona Attis, Adonis, Baal ya da Teshub tesmiye edilen genç bir refik eklendi: bunların erkekliği onun analığını tamamlayabilmesi için gerekliydi.
Her ne kadar ortaya Zeus gibi haylice çapraşık. Hint-Avrupa, Helen, Girit, Kıbrıs, Asya gibi çok değişik menşelerden gelen nitelikleri kendi üzerinde toplamış ve Olympos’un da imparatoru olmuş “erkekler” de çıkmışsa da nâs beyninde tanrıların Anası ile Hristiyan Bakire Ana, bütün görünümleri altında analığın canlandırılmış hali olmuşlardır. Kitlelerin ibadeti çok uzakta ve mülealî bir Tanrı yerine, bunlara yönelmiştir. Böylece Batı Asya ve Hindistan’da, Akdeniz’in doğu havzasında, Girit ve Ege’de ve nihayet bütün Grek-Roma dünyasında Tanrıça kültü büyük riayet görmüş, hem mistik şekli altında, hem de mysterion’lu bir din olarak. Ritusların ana amacı Büyük Ana ile müminleri arasındaki birliğin gevşememesini temin etmektir: vecde getiren rakslar, canhıraş bir musiki ve bir mukaddes izdivacın cinsî sembolizmi, müminlere hayatın kaynağında kendini kaybetme olanağını sağlamaktadır.
Bu gibi uygulamaların ilkel Kilise’nin, Havarî’lerin ahlâk telakkilerine adamakıllı ters düşmesine rağmen Hristiyanlık putperest inanç ve ritusların birçoğunu, halkın dayatması karşısında, içinde eritmek zorunda kalmış olup bunlar, Hristiyan Anadolu’da uzun asırlar yaşamaya devam etmişlerdir. Bu toprakların nasıl, hangi şartlarla Türk-İslamlaştığını I. ciltte anlatmış bulunduğumuzdan hâlâ da devam etmekte olmaları kolaylıkla anlaşılır.
Kült ve rituslar, esaslarını muhafaza ederek daima yeni uygarlığın koşullarına intibak ederler; kültün sembolizmi yeni bir nitelik kazanır, temsil şekilleri de ona göre az çok farklar arz eder. Bilgi ve tecrübe verilerinin devamlı gelişmesi karşısında gerçekleri yakalama yollarında değişme doğal olmaktadır. Ritus devam edebilir ama teveccüh ettiği varlığın şekli eskisinden artık farklıdır. Nitekim İskenderiye Mektebi’nin teşekkülünün başlangıcından itibaren tanrı ve kahramanların yaptıkları işlerin geleneksel hikâyeleri, belli alegoriler dışında, artık İskenderiyeli yazarların hitap ettikleri zümre için birer inanç olmaktan çıkmıştı.[3] Buna karşılık ritusu, belki de günümüze kadar, süregelmiş olabilir.
[1] G. E. von Grunebaum.- Mohammadan festivals, London 1976, s. 20-1.
[2] Türk-Amerikan Üniversiteliler Demeği’nde 20.12.1967 tarihindeki konferansından.
[3] H. J. Rose.- Mythological introduction, in Nonnos.- Dionysiaca I.