Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 44. Bölüm

Attis’in Kibele ile ilişkisi *

Kapudağ’da (Erdek civarı) değerli bir Kybele tapınağının kalıntılarına rastlanıyor. Lydia’da Maeonia (?) nınkinin duvarında ayrıca içeri girenlerin taharet şekilleri de ayrıntılarıyla yazılı. Bunlar arasında, cinsî münasebette bulunanların aynı gün gusül ederek tathir edilmiş sayılacakları kabul edilmiş.

Elde bu konularda yine de çok sayıda kanıt var, gerek arazide, gerekse dünya ve bu arada çok önemli olan Türkiye müzelerinde. Bunlarda özellikle bizler için mühim görünen bir husus da bu tanrıçanın elbiselerinin hilâllerle süslenmiş olması. Louvre’da bulunup da Kula’dan gitmiş olması melhuz bir kabartmada görülür. Bayrağımızın ana motifinin Ön Asya kökenli olduğundan daha önce söz etmiştik.[1] Yazılıkaya’da bir tanrı, bunu elinde tutmaktadır.

Atina’da Tanrıça’nın tapınağı ile yasal arşivler aynı dam altında bulunuyordu. Bu keyfiyet, ilk bakışta tahmin edilemeyecek kadar uzak sosyal sorunlara götürüyor bizi. Feylosofların cinaslı sözlerine göre Phrygia’da meyveleri (fruges) ile tahılları (frumentum) icat etmiş olan Rhea gibi bizim Tanrıça da bir ilkel ilaheydi. Ama bu icat, gezginci kabileleri bir yere bağlanmaya, onlara belli kanunlar altında, dünya nizamı içinde daha muntazam bir hayatı benimsetmeye götürmüştü. Aynı şekilde Demeter ve İsis gibi, Tanrıça da tarımın, dolayısıyla içtimaî nizamın bir mucidi oluyor.

[3]

Fazlaca ayrıntılara girmeden biraz da, ister çoban, ister prens, ister çobanlığa düşmüş prens olsun, şu zavallı Attis’ten, Tanrılar ve İnsanların Anası ile yakın teması olma imtiyazına sahip tek kişi, Phrygia’lı Attis’ten söz edelim. Tanrıça istediği kadar alî, mağrur, fanilerin çok ötesinde oladursun, insanüstü bir varlığın bile bir güzel delikanlının ısrarlarına boyun eğebileceğine güzel bir örnek oluyor bize, hele o delikanlı bir de prens tabakasından olursa. Hikâye uzun ve konumuz dışında. İşin içine Dionysos bile karışıyor, suya şarap katarak… Sadece o mu? Sangarios’un (Sakarya suyu) bile rolü var, facia diye nitelendireceğimiz öyküde. O öykü ki, gerçek bir facia, Attis’in intiharı, yani erkeklik uzuvlarını kesmesi suretiyle ölüme gitmesiyle bitiyor, “kadın” ve hatta “erkek” kıskançlıkları yüzünden. Aslında iş bununla hitam bulmuyor, aksine, bir açıdan burada başlıyor. Biz de hikâyeyi hemen biraz öncesinden, sayısız rivayetin bir tanesinin eteğinden tutarak ele alacağız.

Kybele, yakışıklı çobana, ona ebedî sadakat yemini eden delikanlıya gönlünü kaptırmıştır. Ama araya bir “kahpe” giriyor, çağrılarına dayanılmaz peri Sangaritis (Sangarios suyunun kızı). Tanrıça’nın öç alıcı eli perinin üstüne iniyor. Aklını kaçıran Attis de intihar ediyor. Kanından çiçekler açıyor, kendisi dahi bir çam ağacına dönüşüyor.

Kybele rahiplerinin alemi horoz idi *

Kybele’nin Annibal’dan kurtulmak üzere Roma’ya taşınması üzerine[4] orada kültü gayet sıkı nizam altına alınmıştı. Tanrıça ile birlikte bazı rahip ve rahibeler de “ithal” edilmişti Anadolu’dan. Bir “görüş açısı farkı” olması itibariyle ilk zamanlarda, Claudius’a kadar, hiçbir Roma vatandaşına Tanrıça’nın hizmetine girme izni verilmedi. Hep Doğu’lu rahipler bu işi gördüler. Bunlara galli dendi ve alemleri horoz (gallus) oldu. Ostia’da işbu galli’lerin başı Modius Maximus’un kül kutusu (cista) (fot. 55) bunun bir örneği oluyor.

Üzerinde uzunca duracağımız bu “horoz” konusu hakkında şimdilik bir Bektaşî Nisan Tası’nın (Nisan’da yağmur yağdırma ritüelinde kullanılan bir tas) süsü olan horozun fotoğrafını verip (fot. 56)[5] bunun Ostia’dakiyle yakınlığını vurgulamakla yetinelim.

Rivayetlerden birine göre bu galli adı, Sangarios’un Pessinus’a yakın bir kolu olan, efsaneye göre yavru Attis’in üzerine terk edildiği ve sonunda da sahilinde kendine kıydığı Gallos suyundan gelir. İlerde göreceğimiz gibi Pyramos (Ceyhan suyu)nun da buna benzer bir hikâyesi var.

Çeşitli kültürlerde horoz *

Nereden gelirse gelsin, doğurganlık, verim arayan kişi bugün İstanbul’da Eyüp’te, belli velilere horoz keser. Fot. 57 de, böyle müşteri bekleyen bir horozcuğu gösterir.

Balıkesir’de “Kadıköy civarında çamlık ve körfeze nazır bir tepede olan Şıp Şıp Dede’ye adak için gidiler. Bir ayazma yanında bulunan ve yanından su akan Şıp Şıp Dede adlı yatıra bilhassa kısır kadınlar dileklerde bulunuyorlar. Adanan horozlar burada kesildikten sonra baş ve ayakları buradaki taş yığınının kenarındaki çalılara asılır ve horozun mütebaki akşamı köyün fakirlerine verilir. Burada akan sudan da ‘murat taşları’ alınıyor…”.[6]

Hindistan’da, ayrıntılarına girmeyeceğimiz mukaddes İzdivaç’ların birinde, her yıl ilkbaharda tekrarlanan bir ritüel sırasında birçok kere kümes hayvanının kurban edildiğini görüyoruz: bundan bol yağmur, bereket, doğurganlık beklendiği kadar kötü ruhları yatıştırma amacı da güdülüyor.[7] Yine Hindistan’ın kuzey-doğusunda Chato Nagpur dağlarının çiftçileri Oraon’lar, yüksek tanrıları Dharmesh’e, buhran zamanlarında bir beyaz horoz kurban edip “Her şeyi denedik, fakat bizi kurtaracak daha sen varsın…” diye niyaz ederler.[8]

Mısır’ın İsis kültü, Küçük Asya’da geniş ölçüde olmak üzere, her tarafa yayılmıştı. Bu arada sair Mısır tanrıları da yerleşmişti buralara. Hadrian zamanında Atina’da Nephthys ve Osiris’e horoz kurban ediliyor, onlara buğday ve arpa taneleriyle melikraton (su veya sütle bal karışımı) sunuluyordu.[9] Bu tür kurban genellikle Helenistan’da cehennem tanrılarına yapılıyordu; melikraton, ölülere sunu olarak kullanılıp kötülüklerden koruyucu ve yatıştırıcı bir hassaya malik olmalıydı. Keza horoz, Persephone-Hades çiftine bağlanıyor. O da, ölülerle ilgili bulunup özellikle Osiris’e uygun düşüyor.[10] Önemli bir İsis kült merkezi olan Priene (Karia’da, Samsun dağının güney yamacında şimdiki Güllübahçe)de bu tanrıçayla Sarapis’e yine arpa ve buğdayın yanında şarap ve tavuk sunusu yapılıyordu.[11] Daha başka yerlerde olduğu gibi İzmir’de de kaz kurban edildiği mukayyet. İşin bir ilginç tarafı da “sıcak sularda” tedavi ile işbu kaz kurbanının aynı metinde (M. S. II. yy.) geçmesidir.[12]

Bu vesileyle Anadolu’da İsis ritüelinde kükürdün de rol aldığını belirtelim. Tathir rituslarında yanar bir çıra, bir yumurta ve kükürt kullanılıyor.[13]

Horoz kurbanının evrenselliğini kanıtlayan bir başka misale de IX. yy. Buhara’sında rastlıyoruz. Kentin çeşitli kapıları arasında Hak-râh (“Gerçeğin Yolu”) kapısı bu adını, büyük âlim ve akil Abu Hafs’ın orada yaşamış olmasına borçludur. Bu zatın, altında gömülü bulunduğu höyüğün hemen yanında, efsanevî Afrasiyâb’ın mezarı diye görülen başka ve daha büyük, bir höyük bulunurdu. Samanî’ler çağında Afrasiyâb’ın bu mezarı İslâm öncesi olarak telakki edilirdi. Onun öldürmüş olduğu Siyavuş’unki ise kalenin doğu kapısı yakınında olarak gösterilirdi. Ateşperestler Nevruz günü güneş çıkmadan burada bir horoz kurban ederlerdi. Burada Siyavuş onuruna söylenen şarkılar “Mecûs’ların figanı (nalesi)” diye bilinirdi.[14] Müteakip yy.da, Buhara’nın ünlü saraylarından biri de, putperestlik devrinden arta kalan bazı festivallerde odun kütükleri yakma âdetinin kurbanı olarak kül olmuştu.[15]

Afrika’da da horoz, onu kurban edene bir şeyler getiriyor. Tanganyka’da demir eritilmeden önce tanrıya niyaz ediliyor; “Ateşi kendin yak, iyi yansın!”. Sonra bir horoz kurban edilip ocak takdis ediliyor ve “Bu ocak, demirini bozmasın! Bana zenginlik ve refah getirsin!” isteğinde bulunuluyor.[16]

Süleyman’a Saba melikesi Belkıs’ın cevabını götürecek olan dadısı Sarahil, “Sol kolunun altında… dikilmiş ibikli, ateş saçan gözlü büyük bir beyaz horoz tutuyordu. Horozu Belkıs’ın ayaklarının önüne koyup karşısına oturdu… Ve ihtiyar Sarahil… şahadet parmağını kaldırdı, sol elini hayvanın göğsüne dayayıp yüksek sesle “bana cevap veren bu günahsız horoz aracılığıyla, ya Allah… bu esrarengiz horoz, ya Allah, bu âlim horoz, ulûhiyetinin niyetlerine vâkıf bu horoz, ya Allah, günü haber vermekle görevli bu horoz… aracılığıyla, ötüşüyle gecenin kötü cinlerini kaçıran gözü açık bu… horoz adına, ışık ve hayatın simgesi bu horoz adına…” diye yemin edip…”[17] yola çıkmış.

Çıkan asrın son çeyreğinde Tokat’lı bir Rum’un anlattığına göre[18] Tokat ve çevresinin sakinleri, Tokat’ın yakınında akan derenin sağında, iki saat kadar mesafede bulunan Aziz Jean Chrysostômos’un mezarını ziyarete giderlermiş. Bu mezar bir tarlanın ortasına konmuş oyuk bir taştan ibaretmiş. Ziyaret 13 Kasım’da vaki olurmuş. Müminler kitle halinde oraya varırlar, eskiden horoz kurban ederlermiş. Ama papazların buna karşı çıkmaları üzerine bundan vazgeçmişler.

Hastalar, bilhassa ateşliler, civardaki çalıların birine bir paçavra bağlarlarmış. Bu paçavralar düğümlerle tutturulurmuş. Hastalığın çalıya bağlandığına ve düğümün içinde hapis kaldığına inanırlarmış. Düğümü çözen, böylece serbest kalacak hastalığa tutulurmuş.

Ermeni’ler Aziz Jean Chrysostômos’un bakiyelerinin küçük Ermeni Biseri köyüne taşındığını iddia ediyorlarmış. Orada büyük bir manastır inşa etmişler ve burayı ziyarete gidiyorlarmış. Horoz kurbanı âdetini de sürdürüyorlarmış.

Zerdüşt dininde horozla cennet kuşu en önemli sembollerden olup bunlar sırasıyla ateş ve güneşi temsil ederlerdi. Cennet kuşu aslında bir Çin örgesiydi, sonradan İran’a girmişti. Bu örgelere Göktürk ve Hun devirlerine ait kurganlardan çıkan kumaş ve eğerler üzerinde çok rastlanmaktadır. Bunlarda İran karakteri hâkimdir.[19]

Orta Asya – Greko-Romen çağı *

Horoz da bizi Kazdağı’na götürüyor, uzun uzun bahsini ettiğimiz Sarı Kızımızın yanına. Tahtacı’lar arasında en yaygınlardan biri ve bunların sevgisini üstünde toplamış olan bu mitos, yeri ve beraberinde sürüklediği kült itibariyle eski Orta Asya temalarına Küçük Asya topraklarında Greko-Romen eskiçağı ile Hristiyanlığın nasıl ve ne derece bulaştığını ve bunların nasıl bir şiî çerçeveye girdiğini gösterir. İda dağı bütün Ege ve Marmara bölgesi, Bursa, İzmir, Aydın illeri için halk Şiîliğinin başlıca merkezi halinde olup bu sınırları çok aşan, Pamphilya ve Kilikya’ya varan etkiye sahiptir. Ziyareti 13 Ağustos’la 11 Eylül arasında olur. Bütün Kızılbaş ve Alevî’ler böylece hacı olmaktadırlar.

Antalya’da anlatılan efsane şöyledir: Hz. Ali’nin bilindiği gibi iki oğlu vardır, Hasan ile Hüseyin. Eşi ve Peygamber’in kızı Fatma bir kız çocuğu istemektedir. Ali bunu Allah’tan diler. Bir gün Fatma Kâbe’de secdeye geldiğinde sinesine bir kız çocuğu girer. Torunlarını çok seven ve bu kızın onların kıskançlığını tahrik etmesinden çekinen Peygamber, çocuk doğduğunda onu anasından alıp sırdaşı Selman-ı Pâk (Selman el-Farisî)ye emanet eder. Selman da onu Kaf Dağı’nda büyütür ve eğitimiyle meşgul olur. Ama bu arada bu güzel genç kıza âşık da olur. Ne çare ki kendisi ihtiyardır ve bu aşkın ıstırabına sükûnetle katlanmaktadır. Ali onun bu haline acır ve üstüne üfleyerek onu gençleştirir. Bunun üzerine Selman Fatma’nın kızını kaçırır ve beraberce Kaz Dağı’na gelirler. Ona orada şahane bir saray yaptırır fakat mutluluğu uzun sürmez. Yirmi bir gün sonra gelin kız ölür ve dağın tepesine gömülür.

Yine bir Tahtacı inancına göre gece yarısından sonra kızın mezarının üstüne gökten bir ışık iner: bir hierophany bahis konusudur.

Bütün bu hikâyelerin ana temaları şunlar olmaktadır:

  1. Dua yoluyla bir kadının (Fatma’nın) (anî) kısırlığının giderilmesi.
  2. Erkek müdahalesi olmadan bir kadının sinesine bir ruhun duhulü (parthenogenesis). –
  3. Çocuğun anne ve babasınca terki ve bir üçüncü şahıs tarafından evlat edinilmesi.
  4. Evlat edinilen çocukla babalığı (ahret pederi) arasında evlenme.
  5. Bir “nefes”le mucizevî gençleşme.
  6. Gökten mezar ve dağın zirvesi üzerine ışık huzmesinin inmesi.

Eski çağ ve Hristiyan tesirleri iç içe girmiş haldedir. Esasen birçok Greko-Romen efsane, Altay efsanelerine tekabül etme derecesine göre Türkleşmiş ve İslâmlaşmış Anadolu’da yaşamaya devam etmiştir. Mezkûr hierophany’nin İda dağında vaki olmuş olması rastlantı değildir. Ege bölgesi, bildiğimiz gibi Hristiyan öncesi devirlerde kadın dininin (Ana Tanrıça) ileri gelen mahallerinden biriydi. Daha ne aşklar yaşanmamıştır ki, İda dağında (Aphrodite ve Anchise…)?…[20]

Bu öykünün bir değişik şeklini S. Y. Ataman’dan dinleyelim. Derlemiş olduğu bir Alevî rivayetine göre “Hz. Ali Kan kalesini zapta gittiği zaman Fatma Ana’mız çok kederlenmiş. Yolda giderken Selman-ı Pâk hazretlerine rastlamış. Selman “kızım neden bu kadar kederlisin?” diye sormuş, o da “iki oğlum var, kızım yok, bu yüzden kederliyim” demiş. O zaman Selman “al nasibini!” demiş ve Fatma Ana’mız kucağında nur topu gibi bir kız evlât bulmuş. Hz. Muhammed’e müjdeye gittiğinde babası “benim torunlarım bunu kötüler, onları üzmek istemem, bunun nasibini Allah’a havale ettim” demiş… Fatma Ana’mız babasının bu sözü üzerine Selman hazretlerine giderek vaziyeti anlatmış. Selman, bu kıza Kazdağı’nda inciden[21] bir saray yaptırarak oraya bırakmış. Kız burada yirmi ile yirmi beş yaş arası yaşamış, sonra ölmüş. Kızı oraya gömmüşler, bundan sonra burası bütün Alevî’lerin Kâbe’si olmuş.”

Öyküyü Ataman’a anlatan Alevî-Kızılbaş Bektâş ağa onu burada kesmiş ama ısrar üzerine aşağıdaki (ve eksik olduğu sanılan) nefesi de okumuş:

“Sen yarattın yeri göğü ezeli

Heey, kurbanın olam Zülfikar Ali

Dünya hiç görmemiş böyle güzeli

Heey, kurbanın olam Zülfikar Ali”

“Fatma’nın nûrundan Kâbe’ye düşen

Mevlâ nefesinden süzülüp geçen

Sarı Kız elinden doldurup içen

Heey, kurbanın olam Zülfikar Ali”

“Eşiğin yanında yan yatan Sultan

Sarı Kız divanında kurulan Aslan

Sırr-ı esrarını bilendir Selman

Heey,…”

“Malını canını helâl aldın mı?

Irzını kanını helâl aldın mı?

Sarı Sultan’ımı helâl aldın mı?

Heey,…”[22]

Bu vesileyle “uç”lar arasındaki bir yakınlaşmaya da değinelim. Hint telakkisinde sarı rengin sembolizminden ayrıca söz edeceğiz. Bundan başka Ali’ye “Haydar”, yani aslan adının yakıştırıldığı, narasının aslan kükremesine… benzetildiği malûmdur. Müstakbel Buddha, bodhisattva (“Uyanık halde Varlık”) doğar doğmaz Kuzey’e doğru yedi[23] adım atıp aslan gibi “kükrüyor”… Doğumundan yedi gün sonra Maya ölüyor, yedi yıl süreyle çocuğa teyzesi bakıyor.[24]

Tahtacılarda horoz *

Horoz, Tahtacı’lar ve genellikle aşırı Şiî’lerce hikâyenin Selman-ı Farisî’si ile ve daha şuurlu olarak da Cebrail’le bir tutulur; horozdan dinî yönde söz edildiğinde bu bir tutma keyfiyeti kesinlikle ifade edilir; meselâ bir kurban sırasında “horoz kurban” edilmeyip “Cebrail kurban” edilmektedir: “horoz, melek Cebrail’dir, onun gibi çok renkli kanatları vardır”. Bu itibarla mezkûr kümes hayvanının Tahtacı mitolojisindeki yeri baş meleğin yeridir. Bu dahi, sözünü ettiğimiz Büyük Semavî Horoz’la bir tutulur: Miraç öyküsünde Peygamber, Allah’ın yanından hiç ayrılmayan horoza iki kez rastlar. Fatih Albümü’nde Ahmet Musa’nın iki resminde[25] Muhammed, Cebrail ve koca bir beyaz horoz görülür (Fot. 58 ve 59).

Tahtacı’lar arasında bir de “Meydana geçmek” ayini vardır ki “Halk arasında ‘mum söndürme’ denilen meydan ayini her yılda bir perşembe günü olur… İlân edilir. Perşembe günü akşamı cemaat toplanır, delil uyanmadan önce bir gülbank çekilir”.

“Vakti müsait olan kurban keser, kesilen kurban evinde pişer. Dolusuyla[26] birlikte babanın evine getirirler. Boğazı iplenecek olan delikanlılar kesin olarak birer cebrail (horoz) keserler. Bunları da evlerinde pişirirler, cebrail parçalanmadan bütün olarak, dolusu yanında pilâvla babanın önüne getirilir…”.[27]

Tahtacı’larda horozun cins adının doğruca “cebrail” olduğu anlaşılıyor. “İslâm ve Türk efsanelerine, hatta tarikat inançlarına göre beyaz horoz önemli bir varlıktır… Öyle ki ‘beyaz horozun bulunduğu yere uğur gelir’ dedikleri gibi öterken edilen dua da kabul olunur, cinler, şeytanlar dağılır, kaçarlar. Hacı Bektaş-ı Velî’nin beyaz horoza binip keramet gösterdiği horoza olan inançları güçlendirir…”

“Folklorumuzda horozun bir özelliği de aslan kaçırması, yıldırımı uzaklaştırmasıdır… Yezidî’lere göre de kuş tapınılacak bir varlıktır. Bakırdan kabartmaları yapılır, buna olağanüstü saygı gösterilir”.

“İranlılara göre horoz “mürg-ü seher”… sabah müezzinidir.”

“Sabah erken saatlerinde öten bu çalımlı kümes hayvanının sesi işitilmeden gusül abdesti alınmaz, yola çıkılmaz diye bir halk inancı vardır ki buna riayet etmeyenlerin çarpıldıkları söylenir”.

Fot. 60’da horoz şeklinde bir Besmele görülür. Burada “asıl dikkate değer nokta resim ile Besmele’nin, iki zıt dünyanın, bir araya gelişidir… Yani günahla sevabın…” Eser Enderûnî Mustafa İzzet’in olup H. 1168 tarihlidir.

Bunda ayrıca “horozun ibiğinde görülen “inna atayna” Suresi’nin tefsirinde Kevser’den kastedilen Peygamber’in soyunun kıyamete kadar devamıdır. Altta, “ya Deyyan, ya Mennan” Tanrı adları geçer…” Kevser burada, ölümsüzlük veren soma’nın yerini almış oluyor.

“… Yazı ile resim yahut din ile tılsım bu suretlerde yer alınca, hattatlar, halk sanatçıları sade inançta değil, sanatta da dil değiştirdiler… Kuş suretlerinin Besmele ile meydana geliş sebebi, Müslümanlığa girmiş puta taparlık izlerinin tamamıyla silinmediği anlamını taşımaktadır, denilebilir… Yazı, tezhip her yerde görülebilirdi; raks, musiki, resim gizli sanatlardı. Bunlar, ehline helâl, naehline haramdı. Bu da sanat esrarıydı. Bektâşî’likte, Alevîlikte bacı ve dem (içki), gizliliğe vesile oluyordu… Minyatürlerin avuç içi kadar olması yine bu gizliliğin bir çeşit devamıdır. Kadında tesettür ne ise sanatta da o düşünüldü, dinî telakkiler namahremleşti… Namazlar niyaz, ibadetler cem ve muhabbet, dualar tercüman ve nefesler haline gelince gizlilik elzem oldu; bu çeşit resimlere gizlilik düşerdi, tekkeden dışarı çıkmazdı, camiye ise giremezdi”.[28]

Bergama’daki “ziyaret”ler arasında, Bozerenler Tepesi’nde bulunan Bozerenler Dedesi’ne, arzunun yerine gelmesi halinde bir horoz kesilir veya çorba pişirilir. Fakat burada muhtemelen taş kültüyle ilgili bir başka âdet daha vardır: türbenin dibindeki taşlardan biri kaldırılır, altından çıkan karınca ve sair böcekler ekmek ya da kâğıt içinde yutulur. Bunun aynına yine Bergama’da Telli Dede üzerindeki tepede bulunan Helvacı Dede ziyaretinde de rastlanır.[29]

Konuyu İslâmî açıdan dahi ele almak mümkündür. Horoz (Arapça “dîk”), İslâm müelliflerine göre bütün kuşların en şehvetlisi ve en canlısıdır. Genellikle kümes hayvanlarına verilen dadjâdja adıyla da anılıp İslâm öncesi Arap’larınca da bilinirdi. Câhiz, şairlere, başarı karşılığında ödül olarak verildiğini kaydediyor.[30] L. Kopf, dîk sözcüğünün muhtemelen Samî olmayan bir kökene sahip bulunduğunu söylüyor.

Horoz, eski Arap şiiri ve atasözlerinde olduğu kadar Hadis’te de geçmektedir. Bunlardan birine göre Peygamber horozun iğdiş edilmesini yasaklamıştır. O onları severdi ve evinde bulundururdu. Cennet’te, Allah’ın tahtının hemen altında devasa bir horoz şeklinde bir melek bulunur. Bütün dünyadaki horozların tekrar ettikleri ötmesiyle, namaz vakitlerini bildirir.[31]

Tek bir horozun bütün bir kümesi “doğurtabilmesi” onu sembolik olarak doğurganlığın timsali Ana Tanrıça’ya yaklaştırmış olmalıdır.

Horoz evrensel bir güneş sembolüdür de: ötüşüyle güneşin doğuşunu haber verir. Bu sıfatla da Hindistan’da, güneş enerjisini tecessüm ettiren Skanda’nın alâmetidir. Japonya’da Shinto mabetlerinin torii’lerinin aslında birer horoz tüneği olduğu da söylenir. Bu mabetlerde muhteşem horozlar serbestçe dolaşırlar. Çin’de horozu ifade eden ki hecesi aynı zamanda “uğurlu, müsait” anlamlarını da ifade etmektedir; ayrıca, tavrı ve davranışları onu beş fazilet’in sembolü olmaya müsait kılmaktadır: ibiği ona mandaren görünümünü verdiğinden içtimaî faziletler; mahmuzları itibariyle askerî faziletler; dövüşteki kabadayılığı dolayısıyla (özellikle horoz dövüşünün, Türkiye’de olduğu gibi, revaçta olduğu ülkelerde) cesaret; yiyeceğini “harem”i ile paylaşması itibariyle kerem ve nihayet günün doğuşunu şaşmaz bir sıhhatle haber vermesiyle de itimat. Güneşin gelişini haber verdiğinden, ayrıca, gecenin kötü etkilerine karşı da müessirdir. Kapının üstüne resmi konulduğunda bu kötü etkileri evlerden uzaklaştırır.

Helen geleneklerine göre Giritlilerin horozlu tanrısı Vehchanos, kendini Zeus’a teşbih etmiştir. Horoz, Zeus’tan gebe kalmış Leto’nun yanında bulunuyordu, Apollon ve Artemis’i doğurduğunda (yani horoz, her uygarlıkta, “önemli” işlere riyaset ediyor). Bundan dolayı da aynı zamanda Zeus, Leto, Apollon ve Artemis’e, yani güneş tanrıları ve ay tanrıçalarına adanmıştır. Pythagoras’ın “Altın Mısra”ları, bu nedenle, “horozu besleyip onu kesmemeyi, zira güneş ve aya adanmış olduğunu” öğütlüyor.

Doğan ışık’ın sembolü olmakla birlikte, doğan gün’ün kahramanı Apollon’un özel simgesi oluyor.

Pythagoras’a atfedilen tavsiyeye rağmen Apollon’un oğlu ve tıbbın tanrısı Asklepios’a bir horoz ritüel olarak kurban edilirdi. Sokrates ölmeden önce Kriton’a Asklepios’a bir horoz kurban etmesini hatırlatmıştı: ruhun geldiğini “öbür taraf”a bildirecek ve ruha rehberlik edecekti horoz. Müteveffanın gözlerini yeni bir ışığa açacaktır. Bu da yeni bir doğuşa muadildir. O ise ki Apollon’un oğlu ilâçlarıyla yeryüzünde diriltmeler, semavî yeniden doğuşların ön tersimi olan diriltmeleri gerçekleştiren tanrının kendisiydi. Aynı sebepten horoz güneş tanrısı Attis’in simgesiydi, ölen ve dirilen Attis’in.

Ahd-i Atik’te horoz “Rab’den gelen anlayış”ın sembolüdür.[32] Buradan da işin yukarda bahsettiğimiz İslâmî (yani Samî) yönü anlaşılır. Helen’ler, tanrılaştırdıkları rüzgârlara da taparlar, onlara geceleri horoz ve koyun kurban ederler.[33]. Ve nihayet bazı mason localarında horoz hem teyakkuz, hem de “süluk ışığı”nın yükselmesinin sembolü olarak kabul edilir; simyagerin cıvasına tekabül eder.[34]

[1]              Bkz. C. I, s. 277.

[2]              Öyküsünü “Mübadele Teknikleri” bahsinde anlatacağız.

[3]              M. J. Vermaseren.- op. cit., s. 34.

[4]              Bkz. C. I, s. 879.

[5]              M. Zeki Oral.- Nisan tası. Ank. 1954; istinsah eden M. Karamağaralı.- Anadolu’da XII-XVI. asırlardaki tarikat ve tekke sanatı hakkında, in A. Ü. İlâhiyat Fak. Dergisi XXI, 1976, s. 249, 260.

[6]              H. Tanyu.- Ankara ve çevresinde adak ve adak yerleri, Ank. 1967, s. 179

[7]              E. O. James.- op. cit., s. 133.

[8]              M. Eliade.- Aspects du mythe, s. 121.

[9]              F- Dunand.- op. cit., II, Le culte d’Isis en Gréce, s. 138.

[10]             ibd., s. 18.

[11]             F. Dunand.- op. cit., III, Le culte d’Isis en Asie Mineure, clergé et rituel des sanctuaries Isiaques, s. 57.

[12]             ibd., s. 75-6.

[13]             ibd., s. 225.

[14]             W. Barthold.- Turkestan, s. 101 ve 107.

[15]             ibd., s. 110.

[16]             M- Eliade.- Forgerons, s. 51.

[17]             J. C. Mardrus.- La reine de Saba, Paris 1926, s. 87-9.

[18]             E. H. Carnoy et J. Nicolaïdes.- op. cit., s. 196-7.

[19]             B. Öğel.- İslâmiyet’ten önce Türk kültür tarihi, Ank. 1962, s. 192.

[20]             J.-P.Roux.- Les traditions des nomades de la Turquie méridionale, Paris 1970, s. 124-7.

[21]             Tarafımızdan belirtildi. Bu “inci” konusuna yine geleceğiz.

[22]             S. Y- Ataman.- Kazdağı’nda Sarı Kız II, in TFA 118, Mayıs 1959, s. 1910-2

[23]             Tarafımızdan belirtildi.

[24]             M. Eliade.- Histoire des croyances et des idées religieuses 2, De Gautama Bouddha au triomphe du Christianisme, Paris 1978, s.

                75.

[25]             M. Ş. İpşiroğlu ve S. Eyüboğlu.- Fatih Albümüne bir bakış, İÜEF yay., resim 86 ve 87.

[26]             Yani rakısıyla.

[27]             A. Yılmaz.- op. cit., s. 56-7.

[28]             M. Aksel.- Türklerde dinî resimler, İst. 1967, s. 77-80.

[29]             M. Nicolas -Özonder.- Les pélerinages (“Ziyaret”) de Bergama, in Traditions religieuses et para-religieuses des peuples altaïques, Paris 1972, s. 96-7.

[30]             L. Kopf.- Dadjâdja, in EI.

[31]             L. Kopf.- Dîk, in ibd. ve J. Ruska.- Horoz, in İA.

[32]             Job (Eyüp), 39/36.

[33]             GLE, mad. “vent” (myth)

[34]             J. Chevalier et A. Gheerbrant.- Dictionnaire des symboles, I-IV, Paris 1973-74, mad. “coq”.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.