Helenistan’la Ege, Hindistan’ınkine çok benzer bir dinî iklim içinde yaşamıştır. Bir Minos-Mysena geleneği üzerine bir Hint-Avrupa kültü aşılandı; burada Tanrıça ön safta bulunuyordu. Yılanlar, güvercinler, çift ağızlı balta, mukaddes boynuzlar, phallus temsilleri, şişman-yağlı kadın heykelcikleri, kutsî direk-sütunlar, ağaçlar, boynuzlu zebihalar, tepelerinde Tanrıça’nın yabani ve hayalî hayvanlarla birlikte dolaştığı dağlar, onun alem karakterini taşıyordu ve Yakın-Doğu’dan, Anadolu üzerinden taşınmıştı. Ege, gerçekten bir Anadolu vilâyetiydi.
Girit’te yılanlara “ocağın dokunulabilir ruhlarının mücessem şekilleri” olarak tapınılırdı.[1] Esasen elde bulunan çeşitli Yılanlı Tanrıça heykelcikleri ve sıfatlarındandı. Kültün bütün bu hususiyetlerinin çoğunluğu Asya’da bunun bir kanıtı oluyor. Vazolar, testiler…. hep yılan örgeleriyle süslü (fot. 53).
Ve zebiha olarak boğanın kanı, kutsal boynuzlar, çift baltalar, yuvarlak kurslar, dişi güvercinler… Bir sanduka üzerindeki resim Zeus’la Hera’nın mukaddes izdivacını ifade ediyor; tanrıçanın “düğün hamamı” (banyosu), doğanın yenilenmesine yardım eden ilkbahar yağmurlarının efsanevi ifadesidir. Tanrıça sene sonunda akbabaların çektiği bir arabayla götürülür, ilkbaharda atların koşulduğu bir diğeriyle geri getirilir ve tanrıyla birleşirdi.
Bir gök ve atmosfer tanrısının sürülere teşbih edilmiş olması keyfiyeti Ege’den itibaren, Küçük Asya’dan geçerek, Yakın-Doğu ve Hint-İran alanına kadar yayılmıştır. Yer-Gök Tanrıça-tanrı hieros gamos’unun ve bu arada Hera-Zeus izdivacının ilkbaharda doğanın hayatını yenileme amacını güttüğünde şüphe yoktur. İda (Kazdağı) tepelerinde, İliada’nın hikâye ettiği sevişme sahnesini ancak bu düşünce ilham ettirebilirdi;
“Adam”ı baştan çıkarmak üzere bütün tedbirlerini almış olan hatun, buluştukları dağ tepesinde “ölümlü ve ölümsüzlerin bakışlarına açık… bu İda tepeleri sevişmek için münasip yer midir?…” diye soruyor. Öteki de, “mahremiyeti sağlayacak her şeyin yapılacağını” ifade ederek “damarlarındaki ateşi” söndürme yolunu tuttuğunda “Mutlu Toprak fark etti ve sinesinden davetsiz otlar ve gönüllü çiçekler döküldü: yeni açmış menekşeden yumuşak bir halı yayıldı, lotus demeti yükselen yatağı kabarttı, anîden çıkan sümbül, çimi süsledi…”.[2] Evet, her şey baharı müjdeledi.
Bizim de aklımız “sümbül”e takıldı. A. Pope, tercümesinde bütün ustalığını ortaya koymuştu ama her halde İliada’nın esas metnine de sadık kalmıştı: topraktan “anîden sümbül çıkmıştı”… baharda çıkabilecek bunca başka çiçek varken.
Evliya’dan Sümbül Efendi’yi anlatırken N. Araz şöyle diyor: “Ona neden Sümbül Sinan dediler, çok düşündüm… Benim hocam da[3] çiçekler içinden sümbülü seçmiş, onu ayrıca sevmişti… Sümbül Efendi’nin, benim gönlüm levhasına çizilmiş, sırlı bir resmi, lâtif bir siması vardır. Sarığının bir ucuna iliştirilmiş mor bir sümbülü bu resimden hiç ayıramam. Ama katmersiz sümbüldür bu. Benim hocam, ‘ben katmerli sümbülü sevmem, onda insan elinin izleri var, yalın sümbül Hak ihsanı ve toprak vergisi olarak daha sade, daha tabiidir…’ derdi”[4]
Güzellerin saçının kıvrımımı, yoksa şekli itibariyle daha başka şeylerin sembolümüdür, bilmiyoruz. Ama gördüğümüz gibi Kazdağı’nın, hem de yabanî sümbülü, hâlâ aramızda yaşıyor, ayrıca da çeşitli renkler arasında mor olarak.
“Pir Sultan’ım eydür bahçe bağ olsam
Üstü mor sümbüllü yüce dağ olsam
Âlem çiçek olsa arı ben olsam
Yâr dilinden tatlı dil bulamadım.”
Ama sorunun bir başka yönü daha çıkıyor karşımıza. “Onlar (Yahudi’ler) insanlar içinde dünya hayatına en çok düşkün olanlardır. Hatta müşriklerden (muhtemelen Zerdüştîler) bile daha fazla dünya hayatına düşkündürler… Bunlar Süleyman mülkü (nübüvveti) aleyhinde şeytanların uydurdukları yalanlara uydular… Fakat şeytanlar kâfirdirler, herkese sihirbazlık öğretirlerdi (Sihirbazlığı Babil’deki iki melekten öğrendiklerini söylerlerdi). Hâlbuki Babil’deki iki melek olan Harut ile Marut’a böyle bir şey gönderilmemişti… Fakat onlar güya zevç ile zevce arasını bozan ve birbirinden ayıran şeyleri onlardan öğrenmişlerdir…”[5] O ise ki Yahudi menkıbesinde bunlar o kadar afif değillerdir: güzel bir kadın gördükleri vakit derhal ona meclup olmuşlar ve günah işlerken, suçüstünde yakalanınca, üzerlerine gelen adamı öldürmüşlerdi.[6] Cezalarını da yeryüzünde, Babil’de, çeker olmuşlar, orada bir kuyuya (çah-ı Babil) baş aşağı asılmışlardı. Bu iki melek, daima sihir-büyü mefhumuyla müterafik olarak anılmıştır.
Diğer taraftan Ermeni halk inanışları arasında bir mistik-sihrî Hôrut-Môrut bitki çifti vardır ki bu, aynı zamanda, bir kadim Asianik tanrıyı temsil eder. Bugünün Ermenicesinde beraberce telaffuz edilen Hârut-Môrut ise sümbülden başkası değildir. Kelimeler, kesin fonetik kanunları gereğince bir Ermeni öncesi pavruty parvouty’ye dayanıyor. İlk bakışta bunda Siva’nın zevcesi ve madunu Parvatî tanınıyor. Bu Siva adı da Arî öncesine ait olup muhtemelen Elam-Sümer-Kafkasya menşeli olabilir. Gerçi “Parvatî”, Arî-Hindularca “dağlı, ehl-i cebelden” (Sanskrit –parvata = dağ) şeklinde tercüme ediliyor. Ama yine de bunda sonradan Arîleştirilmiş bir Arî öncesi sözcük görmek daha doğru olacaktır. Ayrıca Hint-Arî’lerde bir de Maruta’lar, yani fırtına tanrıları vardır ki bunlar Kappadokya ve Asya Pontu’nda bildiğimiz Mâ ya da Kybele ile aynıdırlar. Mâ, Siva’nın alâmeti Mahâdêva ile Parvatî’ninki olan Mahâ-dêvî’yi hatırlatıyor. Siva Purana’larında (menkıbelerinde) iyiliksever, rahim, gaffur, kadir-i mutlak bir tanrıça olarak görünür. Bu itibarla dağların tatlı (yabani) sümbülü, yani Hôrut-Môrut, vasıflarına bir de büyük bir sihir gücünü eklemiş olan dağlı tanrıça Parvatî’yi temsil etme bakımından çok uygun düşmektedir. Bu aynı tanrıçanın esas itibariyle sihri niteliği, yukarda mezkûr Hârût-Mârût melek çiftinde de tecessüt etmiş olup bunlar dahi, menşe itibariyle bir müşterek Asur-Babilonya veya Elam kökünden gelmiş olmalıdırlar.[7]
Her ne kadar Zeus çapkınlıktan yana fazla nazlı değilse de Hera yine de İda Dağı’nın sümbülündeki sihri gücü kullanmış olmalı…
Mor-erguvanî renklere düşkünlüğe son bir misal daha vermiş olmak için bir tarihî olayı zikredelim: başkenti Kargamış’ı yakılıp yıkılmaktan kurtarmak üzere kral Sangara, Asur kralı Salmanassar II’ye sunduğu hediyeler arasında 20 talent erguvan rengine boyanmış yün de bulunuyor.[8]
Biraz sonra, Attis’in çam ağacına hep mor, erguvanî kurdele bağlandığını göreceğiz…
Nebo ile Bel, Edessa (Urfa)nın geleneksel tanrılarıydılar. Bel adı Babilonya etkisinden kaynaklanmış bir yerli Ba’al’i gizlemiş olabilir. Nebo kültünün ise Mezopotamya’dan ithal edildiği kesinlikle biliniyor.
Bel ve Nebo baba oğul çifti, kosmokrator ve tanrısal bilginin sembolü olup biri mükevkep semaı idare ve kozmosu tanzim ediyor, dünya üzerinde hayatı var ediyor, diğeri kaderi getiriyor ve rasyonel hünerleri tedris edip dünyada özel bir dinî görüşü teşahhus ettiriyor. Bu tanrılar kozmos ve toplumda nizamı tekeffül ediyor, insanların başlıca kehanet yoluyla bilebildikleri kaderi tayin ediyor. Bel, kosmokrator işlevi içinde pantheonun başı olup bu hale uygun olarak da Mar’lahê, yani Tanrıların Efendisi tesmiye edilirdi. Edessa’lı Yakub (VII. yy. sonu) Hexaemeron’nunda. Güldanî kozmolojisini kaydediyor. Güldanî’lere göre başlarda kaos vardı ve ruh suların üzerinde dolanarak, kozmosun nizamını kurma girişiminin ilk olarak yedi seyyareyi halk etti “ve Tanrıların Efendisi (Mar’lahê) olarak ilk Bel’i, ondan sonra da Marud’u yaptı”. Marud, Nimrud adını yansıtıp böylelikle Nebo’yu işaret etmiş olabilir.[9]
Artemis’in ilk görünümlerinde, kültünün vecd-ü hale (trans) getiren raksları onu Kybele ve Phrygia’ya bağlıyor. İlkbahardaki festivalinde Ephesia, yani yaratıcı ve besleyici kabiliyeti, gökten indiği sanılan sureti ile kesinlik kazanıyor. Bunda çok sayıda meme var ve aslanlar, koçlar ya da boğalar ona refakat ediyor. Ephesia bayramları orgiastic rituslar ve boğa güreşleriyle tebarüz ederdi. Rahibeleri bakire, başrahip de hadımdı. Burada da Komana’nın – Kayseri civarı- Asyalı tanrıçası Mâ için olduğu gibi delice orgy’ler sonunda “mümin”ler tanrıçanın şerefine erkekliklerine son verirlerdi.
Buğday tanrıçası olarak bilinen Demeter’in yeri başkadır. Onun, ilerde öyküsünü anlatacağımız ve onun adına icra edilen Eleusis mysterion’larıyla yakından ilişkisi vardır: güzde, tarlalar yaz kuraklığından sonra canlandıklarında olurdu bu ayinler. İlkbaharda önemsiz ayinler cereyan ederdi Agrai’de. Efsanenin kökünde uzun ve çapraşık hikâye yatar: tarımsal faaliyetlerin önemli anlarında vaki köy yaşamının mevsimlik rituslarına dayanır, bu hikâye. Adından, Demeter Hint-Avrupa kökenli gibi görünmektedir: son iki μήτηρ hecesi “Ana” manasınadır.[10] İlk Dh hecesi üzerinde rivayetler muhtelif olup hiçbiri mukni görünmemektedir. Bununla birlikte Demeter’in bir Buğday tanrıçası olduğu, Eleusis mysterion’larının, buğdayın silolardan (genellikle toprak altı ambarlarından)[11] çıkışını kutladıkları bir gerçektir. Haziran’da döven işleri bitince Ekim’e kadar buğday toprak altında istif edilmiştir, bu arada tarlalar, güz yağmurlarına, kadar verimsiz ve viran kalmıştır. Tanrıça’nın, bitki devirleriyle ilişkisi muhakkak olup Eleusis’te kültü esas itibariyle bir tarımsal ritüelden ibarettir ve bilhassa buğday ekimi üzerinde toplanmıştır.
Homeros’un Demeter’e Kaside’si, efsaneyi takdim ediş şekliyle, mitoslar arasına yerleşmiş bazı karışıklıkları meydana çıkarıyor; rituslar ve bunların geçmişi kesin olarak Helen öncesi kökenlidir. Eleusis mabedinin Mysena temelleri M. Ö. XV. yy.a ait olmakla bunu kanıtlıyor; bundan başka, tarımsal ritusların ilkel karakteriyle bunların kadim Thesmophoria’larla yakınlıkları, keyfiyeti ayrıca pekiştiriyor. Bu sonuncu bayramlar, Demeter ve Kore şerefine, kış ekimini noktalayan Ekim-Kasım aylarında ve sadece evli kadınların iştirak edebilecekleri ayinlerden oluşurdu. Gerçekten, Demeter’in kendisi dahi, Thesmophoros tesmiye edilirdi; O ve Kore, iki thesmophoroi idiler.
Başlangıçta ritusların, ürünler üzerine tanrıların hayır dualarını toplama amacını güden, açık havada bir mümbitlik bayramı gibi yerine getirildikleri sanılır; ama zamanla, ilerde üzerinde duracağımız Eleusis ile Atina, M. Ö. VII. yy. ortalarında birleşince, bu bayramların mahiyeti de değişti. Sırra vâkıf olmanın (süluk-initiation) çapraşık rituslarını göze alabilenlere mutlu bir ölümsüzlük sağlamaya matuf mystery’li bir bâtınî (esoteric) kült haline geldi.[12]
Sıra artık Kybele-Attis kıssasında. Bunlar bize tümden yabancı sayılmazlar: daha önce Tanrıça’nın nasıl Kazdağı (İda dağı)’nda, kükreyen aslanların çektiği arabasında dolaşıp sevgilisinin ölümüne yakındığını anlatmıştık, kısaca.[13] Şimdi de, hikâyenin eksik kalmış taraflarını özetleyelim.
Manisa’nın 5-6 km kadar doğusunda, Akpınar’da bir kaya üzerine oyulmuş, “Taş Suret” ya da “Bereket İlâhesi” adıyla anılan şekil bize Kybele’yi kuvvetle hatırlatıyor, Phrygia’lıların candan taptıkları, millî tanrıça addettikleri Kybele’yi. Sivrihisar (Eskişehir)’in bir köyü olan Ballıhisar’ın yakınındaki Pessinus’ta bulunan Kybele tapınağının kral “eşek kulaklı” Midas tarafından inşa ettirildiği sanılıyor; bir gelenek bu kralı, Tanrıça’nın oğlu olarak gösteriyor. Dağların tanrısı Tmolos, Apollo’nun Marsyas’tan daha iyi çifte kaval çaldığı kanısına vardığında buna Midas itiraz edince derhal Apollo tarafından cezalandırılır. Gerçekten çifte kaval çalan Marsyas’ın öyküsü Phrygia’ya ait bir öykü olup o ya Kybele’nin havarisi ya da samimi arkadaşı olarak bilinir. Coğrafyacı Pausanias (M.S. II. yy.) μητρῶον αὓλημα (ana kaval)ın icadını Marsyas’a atfeder. Kybele ile birlikte dağ bayır dolaşırmış. Bizanslı coğrafyacı Stephanos’a (V. yy.) göre de Pessinus’ta Tanrıça tapınağının yanında metfunmuş. Aslen Trakyalı olan bu Phrygia’lıların, Kybele kültürünün orgiastic eğiliminden sorumlu bulunduklarında hiç şüphe yoktur; zira bunlar Dionysos-Sabazius’un sadık âbitlerindendirler.[14]
Grek ve Romalılar aslanlı Tanrıça’nın Küçük Asya’dan gelmiş olduğuna her zaman inanmışlardır; en önemli tapınma merkezleri olarak hep Pessinus ve Sardis kentlerini zikrederler. Bununla birlikte adını da çeşitli şekillerde kaydetmişler: Κυβέλη, Κυβήβη ve Κύβηλις.
Κυβήβη adı dikkati çekiyor. Son iki hece, daha önce “nana” için sözünü ettiğimiz “çocuk ağzı” (Lallwörter) grubuna dahil oluyor. Bir başka çarpıcı özelliği de, yukarıdaki adların hepsinin aynı bir Kube ya da Küba köküne sahip bulunmalarıdır. Bu konuda Byzans’lı bilgin Lydus (Lydia, takr. 490; Byzantion takr. 565) keyfiyeti Tanrıça’nın, bir meteorit şeklinde tazim edilmesi itibariyle adının “mikâp-küp”e bağlı bulunduğu ve άπό τοῡ Κυβικοῡ σχήματος kökünden türemiş olduğu şeklinde tefsir ediyor. Buna göre de bu taşın bir oyun zarı (πεσσός) şeklinde olduğuna dair bir genel inancın bulunmuş olması muhtemel olup Tanrıça’nın ana tapınağının bulunduğu Pessinus kentinin adının da bundan türemiş olduğu sanılıyor. Bu aynı doğrultuda olmak üzere R. Eisler (Kuba-Kybele, in Philologus – 1909) Mekke’deki Ka’aba ile Arap kenti Petra’yı (Latince “taş”) (Al-Batrâ, Lût gölüyle Kızıl Deniz arasında ve M. Ö. VI. yy.dan M. II. yy.a dek Nabati’lerin başkenti) kıyaslıyor. Bu sonuncu kentte de dört kenarlı ve herhangi bir şeyi temsil etmeyen bir siyah taşa tapınılırdı. M. S. V. yy.da yazan Epiphanius, Tanrıça’nın Χααβοῡ adını Κόρη ya da Παρθένος = bakire şeklinde tercüme ediyor. Burada dikkati çeken husus aynı tek tanrıçanın hem ana, hem de bakire oluşu ki bu da ancak bir mukaddes izdivaç, yani bir hiérogamie ile izah edilir.
Bu Kuba-Kybele ile Ka’aba yakınlığı Toprak-Ana Gaia ile Gayya (kuyusu) arasında muhtemel bir semantic ilişkiyi akla getiriyor; bilindiği gibi Arapça gayy, yanlış yola sevk etmek, cezp etmek, ayartmak, ifsat etmek demek olup Toprak Ana’nın başına, güzden itibaren, bu gibi işler gelip kendisi yerin dibine çekiliyor. Gayya (kuyusu), tıpkı Ka’aba’da olduğu gibi, zamanla bir İslâmî manaya bürünmüş olabilir. Kybele adının etimonunu bir de Kafkas dilleri açısından başka vesileyle ilerde yine inceleyeceğiz.
Hitit imparatorluğunun sukutundan sonra, Phrygia istilâlarının süpürdüğü, eskiden Hattusa’nın vesayeti altında federasyon kurmuş kabileler güneydoğuya çekilip orada bağımsız, küçük prenslikler teşkil ediyorlar; Kargamış kalesi beş asır süreyle Hitit dünyasının başkenti oluyor. Kubaba’yı Kargamış’ta, evinde görüyoruz; burada ona kırk kezden fazla rastlıyoruz; adı da “Kargamış kraliçesi” olarak beliriyor. Sami’ler, Hurrî’ler ya da Hitit’lerce anıldığına göre sırasıyla Adad-Teshub-Tarhu adlarını taşıyan mahallî bir fırtına tanrısı ve işlevi tam olarak saptanamamış geyikli …huha ile birlikte kentin alî üçlüsünü teşkil ediyor.
Bu hususta M. Ö. IX. yy.ın başından itibaren Antakya ile Kayseri arasında Küçük Asya yolları boyunca yazıtlar silsilesine rastlanıyor. Tanrıçanın en güzel temsilleri de Kargamış ve komşusu Birecik’te bulunan heykelciklerdir. IX ve VIII. yy.larda Kubaba Antitoros’ları aşıp Hitit Tabal prensliğine yayılıyor. Mahallî fırtına tanrısıyla şerik olarak Kilikya Kapıları’nın kuzeyinde Bulgarmadeni’nde görülüyor; Tyane’nin (?) yakınında Çiftlik’te, o bu kez bir başka Suriye tanrısı, Ea-Şarri ile beraber bulunuyor; Kayseri bölgesinde de VIII. yy.a ait üç dikili taş üzerinde tek ve büyük tanrıça olarak boy gösteriyor: bunlar Kayseri, Sultan Han ve Kululu’daki taşlardır. Keza Aramî ve bilinmeyen bir dille yazılmış, İskenderun civarında Ördekburnu taşını da zikretmek gerekir. Bunda Kbb, henüz anlaşılmamış bir sibak içinde geçmektedir. Ve nihayet Kızılırmak vadisinde Karaburun kaya yazıtı, Kubaba ile Harran’ın gezici tanrısı Sin (Ay)ı birleştiriyor. O ise ki Karaburun Phrygia dünyasının doğu sınırındadır; 200 km daha batıda, Pessinonte’ye[15] gelinir.
Kubaba, Ea ve Harran tanrısının birbirlerine koşut olarak yol almaları, politik şartların çok iyi izah ettiği bir genel hareketi ifade eder. Kargamış ve civarının Suriye-Mezopotamyalı tanrıları, bu yeni başkentin nüfuz ve etkisine kapılarak Anadolu içinde Hitit kültürünün eski şeklini değiştireceklerdir.[16]
Bütün Bunların yanı sıra da çok ilginç olan bir şey, Hitit alfabesinde Kubaba adının bir toka, bir dörtgen, bir güvercin veya bir çömlekle ifade, edilmiş olmasıdır.[17] Güvercine çoktan alıştık. Tanrıça’nın çok sık, perilerin refakatinde olmak üzere mağaralarda tazim edildiği de biliniyor. Çömleğe gelince, M. S. VI. yy.ın Miletus’lu feylosofu Hesukhios, Κύββα – Κύβη = ποτήριον = κυπέλλον = çukur kap eşitliğini de hesaba alıyor. Bu keyfiyet Tanrıça kültünde zil (cymbal) ile mevcut ilişkiyi de ortaya koymuş oluyor.[18]
Rituslar, tanrılarla (ki burada Kybele-Attis-Dionysos bahis konusudur) müminler arasında çok müheyyiç bir mistik ünsiyeti yerleştirecek şekilde teessüs etmişti. Pessinus tapınağının başrahibi, Attis rolünü oynardı. Salikler, bir sacramental yemekten ibaret olduğu sanılan bir yeniden doğma sürecine inkıyat ederlerdi. Bu arada bir davulun içinden yenir, zillerden içilirdi. Bu her iki alet de tanrı Attis’in orkestrasına dâhildi.[19]
Daha önce bahsetmiş olduğumuzdan Tanrıça’nın Kazdağı’nda hüküm sürmesi üzerinde ısrar etmeyeceğiz (Magna Mater İdaea).
Ama bugün yaşayan bir hikâyeden söz etmeden de geçemeyeceğiz: “… Kazdağı’nın hörgücünde bir yatır vardır. Her yıl Ağustos’un ortasından Eylül’ün ortasına kadar katar katar kervanlar, bu yatırın ziyaretçilerini Kazdağı’nın tepesine ulaştırır. Çadırlar kurulur…”
“Kazdağı’nda yatan evliya, Sarı Kız diye anılır. Nereden gelmiştir?… Ancak oralarda kime sorsanız, size sonbaharın parlak gecelerinde Kazdağı’nın hörgücündeki yatırın üzerine nur indiğini, bunu kendisinin de babasının da, emmisinin, halasının da gözleriyle gördüğünü yemin billâh söyler. Hâlbuki… Homeros’tan beri buralardan geçen kaç yazıcı Sarı kızın üzerine geceleri nur indiğini yazmış, herkes bunu kendi kavlinde izaha da kalkmıştır.”
“Anadolu’nun birçok yerlerinde bir Sarı Kız… karşımıza çıkıverir… Hepsi de birbirinden güzeldir, hepsinin de kendi kaderince bir hikâyesi vardır. Kazdağı’ndaki Sarı Kız hakkında ise rivayet muhtelif! Çepni’lere sorarsanız, onlar Sarı Kız’ın, Hz. Ali’nin kızı olduğuna inanırlar…”
“Sarı Kız’ı hangi genç görse hemen ağzı, dili bağlanır, ona âşık olurmuş… Lâkin Sarı Kız hiç kimseyle evlenmek istemiyor, her talibini reddediyormuş. Kimseye de derdini anlatamaz, ‘benim Hak’tan başka bir şeyle alışverişim yok’ diyemezmiş”.
“… Önce küçük dedikodular, sonra büyük büyük iftiralar Edremit’e yayılmış… Bir gün memleketin ileri gelenleri Sarı Kız’ın babasını yoldan çevirmişler: ‘Ya namusunu temizle, ya çek buradan git…’. Gerçekten bu lekeyi temizlemek gerek!”
“Ertesi gün adamcağız kümesten kazları çıkarmış. Sarı Kız’ı yanına almış. Varmışlar Kazdağı’na… Kızına biraz kaz güdelim, demiş ama niyeti, bir punduna getirip aşağı inmekmiş. Sarı Kız, orada kaderiyle baş başa kalacak. Kazdağı’nda bir gece geceleyip de sabaha sağ çıkan yok ki…”
“… Sarı Kız ölmemiş. Onu bir zaman sonra oduncular, Kazdağı ormanlarında dolaşırken görüvermişler…”
“Meseleyi haber alınca… içi nedamet ateşiyle… yanan babası… yamçısını sırtına alınca, başlamış yokuşu tırmanmaya. “Hey! demişler, kar var, tipi var, delirdin mi?”.
‘“Şimdi bunları kim dinler? Bir solukta yolun yarısını gitmiş ama artık göz gözü görmüyormuş. Derken önünde bir ışık belirmiş. O ışıkla beraber ne kar kalmış ne tipi. Hava ısınmış, etrafı nefis kokular bürümüş. Işık gitmiş, adam gitmiş, ta zirveye varmışlar. Birden ışık şöyle bir titreyince ne görsün? Sarı Kız güle güle babasının boynuna sarılmaz mı?… Onu bir mağaraya sokmuş. Sabaha kadar söyleşip gülüşmüşler…”
“Sabah olunca, ‘ben bir namaz kılayım’ diye adam davranmış. Sarı Kız ‘dur baba, sen deniz suyuyla abdest alırsın’ diye Kazdağı’ndan testisini uzatınca, aşağıdan, denizden suyu dolduruvermiş!”
“Lâkin baba… onu artık aşağı inmeye razı edememiş. Sarı Kız… lâkin ben Edremit’e beddua ettim. Bundan böyle kazları yağlı, kızları sevdalı olacak!…”.[20]
Devam etmeden önce Sarı Kız’ın “bakire” kalmaktaki ısrarı temasını vurgulayalım.
Bunlardan daha evvel de biraz söz etmiştik.[22] Bu kere A. Yılmaz öğretmenin bu konuda söylediklerine bir kez daha kulak verelim.
“Kaz… bütün Tahtacı dediğimiz Türkmen’lerce… kutsal olduğuna inanılan bir hayvandır. Çember veya üçgen içine çapraz iki kazayağı işlenir. Bu her Türkmen’in iş elbisesinin yakasına ve omuzlarına yakın bir yerine dikilir (fot. 54). İşlerken giydiği elbisede ilâhı ve uğur getiren bir sembol olarak taşır”.
“Milâttan önce Anadolu’dan İtalya’ya geçen Etrüsk… lerin de kazı kutsal bir hayvan olarak tanıdıklarını tarihlerde görmekteyiz… Kadim ilâhların ve ilâhelerin merkezi Kazdağı İslâmî perdeye bürünerek kutsallaşıp Sarı Kız makarrı ve bütün Alevî Türkmen’lerinin mabedi olmuştur ki 23 Ağustos’tan güzün ilk gününe kadar her Alevî Türkmen yedi yılda bir defa burayı ziyaret etmek ve kurban tığlamak (kesmek)le yükümlüdür”.[23]
Gerçekten, çekildikleri Kapitol’de Romalıları Brennus’un gece baskınından (M. Ö. 390) kurtaran kutsal kazlar olmuştu!…
Bir Sarı Kız’ımız daha var. Bu da Eflâtun C. Güney’den.[27] Öyküde, konumuzla ilgili olarak sözünü ettiğimiz ya da edeceğimiz birçok önemli öğenin yer alması ona ayrı bir değer sağlıyor.
“Şu kaplıcalar, Sarı Kız’ın bir bergüzarı bize!
İnanmak güzel, inanmak tatlı… İnanmayanlara
Sözümüz yok, ister boz atlı olsun, ister kır atlı…”
“Evvel zaman içinde bir mağaranın birinde, bir kocakarı varmış… Kocakarının bir sarı kızı, sarı kızın da bir sarı ineği varmış; sarı ineğin bir memesinden süt, bir memesinden bal[28] akarmış… Sarı kız dersen, nar tanesi, nur tanesi, bu dünyanın bir tanesiymiş… Ömründe kapıya, bacaya çıkmaz; ele güne görünmez, ineğin sütünü içip balını emerek büyürmüş…”
“Günlerden bir gün aşağı “in”e, ineğin yanına inmiş…. Derinden derine bir ses duymuş… “Sarı kız, sarı kız, gelmesine geliyorum: ağlayarak mı geleyim, çağlayarak mı?..” Sarı kız korkmuş… İn içinden gelen ses, in sesi mi, cin sesi mi? Yoksa dev anasının sesi mi?…, Sarı kız… istemeye istemeye yine ine, ineğin yanına inmiş; kulağına aynı ses çınlamasın mı: “Sarı kız, sarı kız; desen de geliyorum, demesen de; harlayarak mı geleyim, gürleyerek mi?”. Kız, kendini mi kaybetmiş… nasıl olmuşsa “harlayarak gel, harlayarak” demesin mi!”
“… Birden kayalar çatırdamış, sular çağıldamış, harlayarak, çağlayarak sarmışlar sarı kızı”.
“Ne yaptılar onu, neylediler ona?… bilmiyorum… Bir bildiğim, duyduğum varsa, sarı kız saçlarının rengini, yüreğinin ateşini bu sulara vermiş ve sır olmuş; kocakarı ile sarı ineği de bir daha gören olmamış…”
“Ha işte…, Çermik suları bu yüzden sarı, bu yüzden sıcakmış, imdi “Arılık, duruluk, sarı kız aşkına bir cum!” deyip de dalıp dulunmazsanız, bu şifalı sular, şifasını vermez! Üstelik sarı kızın saçları ağrı olur, sızı olur, dolam dolam bir yerinize. Amanın deyim, siz siz olun da yüreğinize dolanmasın ha!
Evet, Kazdağı’ndan geldik Diyarbakır’a, Çermik’in sıcak kükürtlü sularına. Her efsanenin müşterek tarafları arasında her ikisinin de sarı, bakire, “ay’ı kıskandıracak kadar güzel” oluşları, mağara (in) örgesi var. Ama Çermik’te önemli öğe olarak ayrıca Vedik soma’nın yerini alan, nehirlerden akan “ölümden esirgeyen” süt ve bal,[29] hemen aşağıda sözünü uzunca edeceğimiz saç ve nihayet Ana Tanrıça’nın gördüğümüz gibi iştigal konularından olan su unsurları var.
Devam etmeden önce “Çermik”in Ermenice “sıcak pınar” manasına geldiğini belirtelim.
Aşağıda, daha ayrıntılı olarak anlatacağımız gibi Zeus’un çapkınlığı sonucunda karnında Dionysos’u taşıyan Semele bir gün “çocuğunun babası”nı, bütün ihtişamı içinde görme arzusunu izhar edince o aynı zamanda cebbar “kişi” kendini gösteriverir: elindeki yıldırımlar zavallı kadını kül eder! Bir taraftan su unsuruyla ilişkili olan Dionysos, aynı zamanda ateş hassalarını da üzerinde toplamıştı (“çağlayan” ve “harlayan”…). Diğer taraftan Iliada ve Odysseus bize yıldırım darbesinin bir kükürt kokusu neşrettiğini anlatıyor; Helen’lerin kükürdü ifade etmek için kullandıkları theion sözcüğü aynı zamanda tanrısal varlığı, cevherinin en genel şeklini kapsayarak ifade eder. Yıldırımın vurduğu mahallere tanrı sık sık devam eder.[30] Çermik ılıcalarının kükürtlü oluşu da “izahını” buluyor…
Güney illerinde Türkmen oymaklarının inançlarından söz ederken A. R. Yalman “Ali Mantar köyünde bir adamın evine yıldırım düşmüş. Şimdi her kimin hayvanında çiçek hastalığı olursa hayvan sahibi bir avuç toprak ile yıldırım düşen eve gider, toprağı verir ve evin ocağından bir avuç kül alarak hayvanların üstüne serper. Bunun çiçekli hayvanlara iyi geleceği inancı yaşamaktadır”[31] diye yıldırımdan şifa beklendiğini bize anlatıyor.
Bunlarla Sarı Kız öyküsünün bittiği sanılmasın. “Alaşehir’de Sarı Kız diye anılan bir maden suyu vardır. Bu da müşterek ananeyi temsil eden dişi Kız’ı başka yerlerde de görmekteyiz: Edremit körfezini kuşatan Kazdağı silsilesini şimalen Gönen ve Biga koca çayı, garben eski Truva civarını sulayan çayı ve cenuben koca çayı havzalarını teşkil eden mailin bütün kaynakları, membaları meşhur “Sarı Kız Tepesi”nden dökülür. Bu tepe ise… İda tepesidir, bir mabudun hatırasını taşımak itibariyle dikkate şayandır. Mukaddes San”.
“Bu asude ve mahrem tabiatın ruha ilka ettiği vecdengiz huzuru maneviyat içinde kendi ferdî imanlarına kutsî ilham alan halk, işte buralarda yaşayan Türkmen’lerdir. Sazıyla, sözüyle kimseye benzemeyen, itikadıyla müstakil ve namuskâr çalışmasının emeğini çamların usaresinden emen[32] bu halk “Sarı Kız’ların kulları, bendeleri, dildadesidir””.
“Tahtacı’lar Alevî’dirler. Hz. Ali’nin hayatına karıştırdıkları “Sarı Kız”ı mukaddes tanırlar ve sonbahara doğru senede bir defa Sarı Kız’ı ziyaret ederler. Bu ziyaret Tahtacı’ların kendilerine mahsus bir ayini ile başlar: ve Sarı Kız’a kurbanlar takdim edilir. Sazlı, nefesli, içkili ziyaretleri[33] sabahlara kadar devam eder…”
“Balıkesir’de şehir içinde bir Sarı Kız yatırı vardır. Sarılık hastalığının şafii sayılır. Kırkağaç’ın büyük bir çam korusu vardır. Hamisi Sarı Kız’dır. Seyit Gazi’nin Arapören köyünde “Kız Kızlar” korusu vardır. Yine müekkili Sarı Kız’dır…”
“Eski iptidaî dinlerin… bu mukaddes dişi tanrı akidesinin çeşitli tezahürleriyle karşılaşırken, Manisa’da mukaddes sayılan “Yedi Kızlar”ı da bu zümreden saymak en mülayim gelen bir hükümdür”.
“Bunların “Yedi” olmasına gelince: bu meselede de eski Türk’lerin dinî ve İçtimaî akidelerinin izlerini bulmak mümkündür. Zira Bektaşîlik ve Alevîlik tarikatlarında “üçler”, “beşler”, “yediler”, “kırklar” gibi mukaddes bazı manevî şahsiyetleri gösteren rakamlara tesadüf edilir…”
“Makedonya’da Gevgili’nin garbinde Meyadağ ve Kara Sinan diye anılan iki Yörük köyü vardır ki, şimdi ahalisi Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılmış bulunmaktadır… Selanik’in Türk idaresi altında bulunduğu devirlerde şehrin Türk’lerle meskûn bir “Sarı Kız” mahallesi vardı ve bu mahallenin ortasındaki türbede Sarı Kız adı verilen bir evliya yatardı”.
“Bu (sözü geçen) köyler arasında yüksek bir tepe bulunmaktadır. Bu tepenin üstünde… birkaç mezar vardır. Bu iki Yörük köyü halkı bu mezarlara vaktiyle “Beş Kızlar” yahut sadece “Beşler” diyorlardı. Bu mezarlar… mukaddes tanınırdı. Köylüler bunların küffarla gaza ederken şehit düşmüş Türk kadınları olduğuna inanırlardı… Yedi Kızlar türbesinin 50-60 adım cenubunda bir Bektaşî babasının metfeni olan Revak Sultan türbesi de bu mukaddes kız ölülerinin… Bektaşîliğe mensup ölülerle aynı daire içinde bulunmaları dikkate şayandır”.[34]
Hep aynı yörüngede dönüyoruz, Menades, yahut “Bâciyân-ı Rûm” yörüngesinde.
Ve de Sarı Kız’ın yörüngesinde: “Yoldaşım köy bekçisi Durmuş bana bu çay (Zamantı – Küçük Seyhan) hakkında… efsaneleri şöyle anlattı: “Bu çay tekin değildir, onun sahibi vardır. Sahibi sarı saçlı, gök gözlü bir kızdır.[35] Bu kız her sene bir kurban ister.34 Zamantı bir delikanlı alır ve kıza verirmiş. Geçen yıl yirmi beş yaşında sağlam bir yiğidi (Ali) 34 bu kız yedi. Bu çay yılda dört beş gün, gece vakti altın akıtır ama o geceyi bilmek ve bulmak gerekir. Bu çayın taştığı zaman belli olmaz, birdenbire taşar, birçok hayvan insan alır ve boğar. Bu çayın sahibi sarı saçlı gök gözlü kız34 senede bir gün baharda çay kenarında bir taşa çıkıp saçlarını tararmış ama ben görmedim. Onun saçından bir tel bir adamın eline düşmüş olsa o adamı kurşun delmez, bıçak kesmezmiş derler””.[36]
Herhangi bir yorum gerekiyor mu?
[1] Sir Arthur Evans’ın istidlâli. E- O. James, op. cit., s. 143’te zikredilmiş.
[2] Alexandre Pope.- The Iliad of Homer, XIV, s. 282-3. London 1959.
[3] Kenan Rifaî.
[4] N. Araz.- Anadolu evliyaları, s. 268.
[5] Bakara Suresi, 2/96-102.
[6] İA, mad. “Hârût ve Mârût”.
[7] J. Karst.- op. cit., s. 348-350.
[8] Ş. Günaltay.- Yakın Şark II, Anadolu, Ank. 1946, s 304.
[9] H. J. W. Drijvers.- Cults and beliefs at Edessa, Leiden 1980, s. 73-4.
[10] Bundan daha önce kısaca söz etmiştik. Bkz. C. I, s. 72.
[11] Bkz. C. I, s. 391-4.
[12] E. O. James.- op. cit., s. 168-172.
[13] Bkz. C. I, s. 879-81.
[14] Bkz. ibd. ve s. 523-4.
[15] Pessinus’la aynı.
[16] E. Laroche.- Koubaba, déesse Anatolienne, et le problème des origines de Cybèle, in Eléments orientaux dans la religion grecque ancienne, Paris 1960, s. 120-22.
[17] M- J. Vermaseren.- Cybele and Attis. The myth and the cult, London 1977, s. 19-23.
[18] ibd.
[19] E. O. James op. cit., s. 178-9.
[20] N. Araz.- op. cit., s. 164-6.
[21] N. Araz.- op. cit., s. 438-9.
[22] Bkz.- C- I, s. 246.
[23] A. Yılmaz. Tahtacılarda gelenekler, s. 13-15.
[24] N. Araz.- op. cit., s. 164.
[25] S. Yaver Ataman.- Kazdağı’nda Sarı Kız I, in TFA 112, Kasım 1958, s. 1791 not.
[26] N. Araz.- op. cit., s. 209-10.
[27] Eflâtun C. Güney.- Sarı Kız, in Bir varmış, bir yokmuş, İst- 1963, s. 52-5.
[28] Tarafımızdan belirtildi.
[29] Bkz. C. I, s. 524 – 615.
[30] H. Jeanmaire.- op. cit., s. 338.
[31] A. R. Yalman (Yalkın).- op. cit., I, s. 133-4
[32] Bkz. C. I, s. 508.
[33] Tarafımızdan belirtildi.
[34] Ç. Uluçay ve İ. Gökçen.- Manisa tarihi, İst. 1939, s. 122-4.
[35] Tarafımızdan belirtildi.
[36] A. R. Yalman.- op. cit., II, s.51.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.