Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 37. Bölüm

Gynaecocracy’den “erkek dünyası”na geçiş *

Buraya kadar saydığımız bütün koşullar, teknikler değiştikçe, yani aslında ilerledikçe, değişecektir. Kadın elinin yeterli kaldığı bahçecilik tipinde bir tarım yerini, sabanın keşfinden sonra, toprağı sürme, tarlayı tapanlama (sürgüleme) ve harmanlama işlerinde büyük baş hayvanlarla birlikte erkeği zaruri olarak devreye sokan kesif bir tarıma terk edince dünyanın görünüşünde bile değişme olacaktır. Fıtrî nizamlara inzimam eden ve kendi ihtiyariyle iktisap edilmiş âdetlerle insanoğlu irsiyet’e karşı bağımsızlığını artırır. Aynı zamanda da topluluğun üyeleri müşterek cehtle, fiziksel çevrenin baskısını gevşetir; bu andan itibaren kendilerini birbirlerine daha yakından bağlı hissedip bu yeni dayanışmadan da topluca iştirakin hâsıl ettiği psişik bağlantılar ortaya çıkar. Sembollerin yaratılmasıyla bir sürü özel anlamlı faaliyet düşünceyle eylem, bilgiyle uygulama arasına girer. Bu özel anlamlı faaliyet İçtimaî ortamı tayin eder, homo faber’i homo sapiens asaletine yükseltir. Sanat, dil, din, nerede ise kökünden tebeddül eder.

Öküzün tarımsal tekniği değiştirmesi gibi at yetiştirme de askerî tabiye ve hatta sevkulceyşi bambaşka şekle sokar. Deveyi, sözünü ettiğimiz at ve katırı hizmete alma becerisi elde edilince uzun mesafeli eşya nakli, her türlü coğrafî şart ve iklime rağmen, imkân dâhiline girer. Bundan da bir kervancı ve tacir taifesi meydana çıkar. Komanditerlerinin bazen kadın olmasına rağmen (Hatice el-Kebire gibi) bütün işler artık erkeğin her yerde ön safha çıkmasını sağlar; madeni o eritip döküyor, demiri o dövüyor.

Bütün bunların yanı sıra da toplumun yapısı ve düşünce sistemi, tabii bu arada dinî inançları tümden altüst oluyor. Artık Michelangelo, Sixtine kilisesinin tavanında, Havva’yı Âdem’in kalçasından “Sakallı Adam”a çıkartacak… Gerçekten gynaecocracy’den “erkek dünyası”na geçiş, toplumların eski tarihinde kesin bir dönüm noktasıdır.

İnsan biraz düşününce bir milletin hukukî müesseseleriyle kendine mal ettiği din arasındaki bağı hemen görür. Aile babasının eşi ve çocukları üzerinde sınırsız bir egemenliğe sahip bulunduğu bir toplumda, diğerlerinden daha güçlü bir ilâhî varlığa tapınılıyorsa, bu varlık ancak bir Allah Baba olabilir. Paterfamilias’ın müstebit bir iktidara sahip bulunduğu eski Roma’da Jupiter, bir Baba Tanrı idi.[1]

Ama biz yine döneceğiz “eski dünya”mıza.

Bir Rig-Veda metni. Büyük Tanrıça Aditi’yi şöyle tarif ediyor:

“Aditi göktür; Aditi atmosferdir.

Aditi anadır; babadır; oğuldur.

Aditi bütün tanrılar ve varlıkların beş çeşididir.

Aditi doğmuş olandır; Aditi doğacak olandır”.

Zamanın akilleri bu derece geniş bir kavrama nasıl yükselebilmişlerdir? Büyük Ananın tabiatı teemmül edile edile ona sınırsız bir kabiliyet, ölçüsüz bir kudret, bir evrensel salâhiyet tanınır olmuş.

Ana Tanrıça kültünde temel fikir analık kavramıdır *

Temel fikir, analık kavramıdır. Ancak bu kavram, daha yüksek bir mertebede, tanrıların anası bir tanrıça mitosuna tebeddül ediyor. Romalılar Phrygia’nın Büyük Tanrıça kültünü kabul ettiklerinde bu hatun batıda Tanrıların Büyük Anası Magna Mater Deorum adını aldı. Ama ona tapan ilk halklar bu kavramı daha “dünyevî” hale getirmişlerdi: bütün tanrıları tevlit eden, evleviyetle insan ve sair mahlûkatın kökeninde yatmış olmalıdır… O, Büyük Tanrıça, birleşmiş kozmos’a hükmediyor, onun hükümranlığı zaman ve mekânın sonsuzluğuna uzanıyor. Bu merhalede tek tanrılık henüz gerçekleşmemiştir zira Aditi, kalabalık bir pantheonun ilkidir; ama buna yaklaşılmıştır zira Aditi, kendisinden olmuş bütün tanrıların kökeni ve bir nevi de bunların toplamı olmuş oluyor. İster hayvan yetiştirici ya da çiftçi, ister gezginci ya da yerleşik, barbar ya da uygar bütün milletlerin, mihrakı bu derece âli bir şahıs olan bir dinin etrafında toplanabilecekleri anlaşılıyor.

Eski mitoslar yaşıyor ve Ana Tanrıça’ya bariz ve somut bir veçhe vermeye devam ediyordu. O, kâh suların, kâh savaşın tanrıçası olarak itibar görüyordu. Nehirlerin bir kısmı da bu gibi mitoslara bağlıdır, Ganj’dan Tuna’ya kadar. Cennet’ten de çeşitli ırmaklar akar, Dicle, Fırat gibi…

Daha Hint-Avrupalıların gelişinden önce batıda, Su’ların tanrıçası Büyük Ana’nın yayılması, Danaid’ler efsanesinin de izahına yarar.[2] İlyada’nın yazdığı gibi Troja’ya saldıranlar Akha, Argos ya da Danao (Danaoi)lerdi. Bu sonuncu “adın kaynağı ise açık değildir, kökeninin kuraklıkla bir ilişkisi olduğu, Danaos’un da Danaos Kızları efsanesinde rastlanan pınar arama motifiyle bir araya getirilerek Mısır’dan gelmiş bir su arayıcısı, izcisi olabileceği ileri sürülmüştür…”[3] Bazı ilginç sonuçlara götürmesi itibariyle konuyu biraz daha kurcalayacağız.

Mezkûr Danaos Kızları, zorla evlendirildikleri kocalarını (bir teki müstesna) öldürdüklerinden cehennemlerde sonsuzluğa dek dibi delik bir fıçıyı doldurmaya mahkûm edilmişlerdi. Strabo, bu cezanın bir tarihî kinayeden ibaret olduğunu söylüyor. Mısır’dan Argos’a gelmiş bu prensesler, ülkelerinde kullanılmakta olan sulama yöntemlerini de beraberlerinde getirmişlerdi. Yer kazıldı ve Argos’lular, bitmez tükenmez kaynaklara sahip oldular. Helenistan’a bir yabancı tekniğin girişini izah etmek için prenseslere bir Mısır’lı köken izafe edilmiş olmalıdır. Ama mitosun aslî öğesi şüphesiz Helen öncesine aittir. Pınarları tecessüm ettiren Danaid’ler adı ile Don nehri ve Büyük Tanrıça’nın adı olan Tanais arasındaki benzeyiş tesadüfî olamaz. Tanrıça, bütün akarsuların kökeni olduğuna göre, Tanais, Danaid’lerin anası olmalıdır. Hâlbuki Grek efsanesi bunları bir erkek kahramana bağlıyor: Danaos. Bir gynaecocratic toplum, aile örgütlenmesinin farklı olduğu bir ortama geçince mitoslar da şekil değiştirirler. Dikkati çeken bir başka husus da efsanenin kanlı karakteridir. Büyük Tanrıça’nın da her zaman çok halim ve barışçı olmadığından daha önce söz etmiştik. Kocalarını boğazlayan Danaid’ler aynı ailedendirler.[4]

“Erkek kahraman Danaos”a gelince, karşımıza ‘Pautibiblon şehrinin çobanı’ olarak çıkıyor (Pautibiblon ise aslında bir şehir olmayıp eski Mısır’da Somali kıyılarını, Mısırlıların mal mübadele ettikleri kıyıları ifade eder). Bu “çoban” Danaos, basitçe bir Sôs-Daon kökeninden türemiş olup bunun ilk unsuru Sôs, “çoban, hayvan bakıcısı” karşılığındaki Mısır apellatifi sôs’a intibak etmektedir. Bu bağlantının, Asur dilinden de geçen ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak Sôs unsurunun (Elam, tanrı Susinak) Finikelilerin Poseidon’u olan Usôos ile aynı asıl-kök’ten olduğu şüphesizdir. Usôos ise Karia-Lelegeslerin[5] Poseidon’u olan Osogôs-Osogoa’nın değişmiş bir varyantıdır. Bunlarla ilgili birçok prototip bakımından şunlar da dikkat nazara alınabilir: bir Filistin tanrısı olarak ejder, Amphibi-söz (logos-amphibion) ve Iodokos; bu sonuncusu, Daonos zamanında meydana çıkmış theophany’nin başı olup Daonos’un demiurgos, yani kâinatın hâliki safhasında kendisidir; böylece de Arî’lerin Cemşid’ine mümasildir. Belos (Geldanî Aloros), Aigyptos-Danaos’un babası, Poseidon ve Libya’nın oğludur. Böylece de Daonos’un “Poseidonî” karakteri yeterince belirtilmiş oldu. Danaid’lere gelince bunların hem su-Neptün hem de Okyanus’larla ilgili cin-peri karakteri bilinir.

Sırası gelmişken Poseidon’un da şeceresine bir göz atalım: Potei-daon, putedaon’un ikinci öğesi Daon-os’a tekabül eder; halbuki birinci mürekkip βούτης, “çoban”la, ya da Latince puteus, “kuyu” ile birleştirilebilir.[6]

Ve nihayet eski bir Prometheus-Poseidon kültüne ilişkin bizim Asur-Babilonya’lı Çoban Daonos kültünün bugün yaşayan bir veçhesine kısaca değinmeden geçemeyeceğiz: Yezidî’lerin Melek Taus’u (tavus), işbu Daonos’tan başkası değildir.[7] “(Zerdüştî’ler ya da ateşperestler) Yezidî’ler bir nevi Manihaizm uygulayıp bir tavus şeklinde temsil edilen kötülük perisine taparlar.”[8] İlerde bu konuya ayrıntılarıyla gireceğimizden burada bu kadarla yetiniyoruz.

Bütün bunlardan mukni, kesin bir sonuç çıkarıp bunu bir kez daha ifade edelim: Hindistan, İran ve Ön Asya’nın eski dinleri, bir müşterek mitosu, Su’ların tanrıçası Büyük Ana’nınkini paylaşmışlardır. Bu iki fikrin arasındaki elzem bağlantı hemen akla gelir: su, bütün hayatın temelinde yatar. Kuraklık biraz sürse, her şey mahvolur. Doğurganlık tanrıçasının aynı zamanda Su’larınki olması eşyanın tabiatına tamamen uygun düşüyor.

Bahçıvan arada bir fideleri seyreltir, geri kalanın yaşaması, kuvvetli ve verimli yaşaması için. Ana Tanrıça’nın da gaddar, harpçı, öldürücü yüzü, bunun gibi bir şey oluyor; sanki erkek! Malthus’la eskiden mi tanışıyorlardı?…

Ana Tanrıça’nın bu iki yüzü, yani doğurtan ve öldüren yüzleri, acaba aynen aramızda yaşamıyor mu? Çocuğu olması için belli bir türbede çeşitli ritüel davranışlarda bulunan kadın, doğum “hâkimi”ne olduğu kadar “ölüler”e karşı da kültürel görevini yerine getirmiş olmuyor mu, kan da akıtarak?…

[1]              J. Przyluski.- La grande déesse, s. 23

[2]              I. ciltte bunlardan, bir tarihî varlık olarak Danauna adıyla söz etmiştik. Bkz. s. 74.

[3]              A. Erhat.- Mitoloji Sözlüğü, s. 100-101

[4]              J. Przyluski.- op. cit., s. 25-7.

[5]              Leleges’ler Helen öncesi Anadolu’nun Ege kıyıları civarlarının sakinleridir

[6]              Modern Rumcada βοῡτα, fıçı, teneke; βούτημαda “dalma, ıslanma” manalarındadır.

[7]              J. Karst.- op. cit., s. 316-9.

[8]              P. de Vaucelles.- La vie en Irak, il ya un siécle, vue par nos consuls, Paris 1963, s. 44.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.