Bütün bunların arasından sevk-i tabiinin ferdiyetçiliği ile düşüncenin evrenselliğini seçmekte güçlük çektiğimiz bir gerçektir. İnsanlar nereye kadar “sürü halinde” gitmişler, nereden sonra gynaecocracy, yani kadın ya da kadınlar tarafından idare edilme keyfiyetini kolaylaştıran ortam-irsiyet kompleksinden yavaş yavaş kurtulma sürecine girmişler? Cevabını kısaca vermek mümkün: ilkel toplumlarda bireycilik egemen olmuş, gelişmiş uygarlıklarda ise her canın, sonunda necata nail olacağı inancı (universalism) gelişmiştir.
Neolithik devirlerden itibaren tarımcı ve hayvan yetiştiricilerini bir araya getiren tarımsal topluluklarda herkesin peşinden koştuğu bolluk ve refah bir dişil tanrısallık kavramı tarafından temsil ediliyordu. Buna karşılık gelişmiş dinlerde tek tanrı “erkek” olup onun bir “baba” tanrı olduğu keyfiyeti üzerinde ısrar edilir. Zeus (Roma’da Jupiter), Sami’lerde Gök’ün tanrısı ve Hristiyan teslisinin ilk şahsı bunlardandır. Genitrix, yani “müvellid” prehistoryada, eril tanrı daha sonraki dinlerde başrolleri oynuyorlar.
Nihayet, merkezî imparatorluklarda had noktasına itilmiş bir emperyalizm olan evrensel krallık kavramının filizlendiğini görüyoruz: bunlar, kuramsal olarak cihanın uçlarına dayanıyorlardı (ve boğa boynuzlarıyla da şeflerinin başlarını beziyorlardı). Ama Tanrıça mitosları incelenirken yerel kültlerin sentezinin muhtemelden toprağın tevhidine muvazi gitmiş olduğu görülür ki dinî üniversalizm’le siyasî emperyalizmin, hukukî nizam ve dinde aynı zamanda tezahür eden tevhide eğilimin iki veçhesi olduğu varsayımı ortaya çıkar. Fikrî ilerleme davranış ve uygulamalardan müstakil olarak düşünülemez. Manevî yaşayış tektir. Onu mitoslar, dogmalar, kavramlar halinde ifade etmeden önce âdemoğlu onu cihanın sahnesinde mutlaka oynayacaktır. Yaratarak ancak hâlik olur.
Tek tanrılığı, toplumların mebdeinde değil, onu uzun bir gelişmenin intihasında buluyoruz. Ve o andan itibaren de bir aslî gerçeği daha iyi kavramış oluyoruz: siyasî ya da dinî alanda üniversalizm, yavaş yavaş gerçekleşen bir ülküdür (siyasî manada “üniversalizm”in bir nevi icma, yani umumi rıza, ittifaktan (ittifak-ı arâ) gayri hâkimiyet tanımayan içtihat olduğunu hatırlatalım).
Ana Tanrıça’nın Allah Baba’ya veya Büyük Tanrıça’nın Büyük Allah’a dönüşmesi hem sosyal örgütlenme, hem de teknik ilerlemeyle ilişkilidir. Yani mesele son tahlilde, üretim düzey ve yöntemlerinin tarzına, bunlarda kadın ve erkeğin paylarının derecesine bağlı kalıyor: üretimde kadının ön planda olduğu gynaecocratic toplumların Büyük Tanrıça’sı tepede otururken baba erkil toplumlarda bütün dualar Büyük Allah’a yöneliyor.
Tarım ve hayvan yetiştirmeciliğiyle uğraşan topluluklarda bu ayırım barizdir. Tarla işleriyle küçükbaş hayvanların bakımı kadına düşerken “sığırtmaç” sözcüğü eril oluyor… Bu noktadan hareketle, tarım ve küçükbaş hayvancılığın esas zenginlik kaynağı olduğu ilk tarımsal topluluklarda “iktidar” esas itibariyle kadının elinde bulunuyor; ekonomik alandaki bu sebebe bir de, etki ve itibar kaynağı olan analık kavramı eklenince dilinin terviç ettiği bir gynaecocratic örgüte doğru yönelinir ve bu noktada bir doğurganlık kültü bahis konusudur.
Veda’da, tanrıça Sita saban izi ya da çiftçiliğin timsali olup tarım ve meyvelere riyaset eden bir mabude olarak kendisine tapınılır. Muahhar eserlerde Vedeha kralı Janaka’nın kızı ve Râma’nın zevcesidir. Eski Vedik düşünce hâlâ kendisine bağlı kalmış olup onun bir saban izinden fırladığına inanılır. Râmâyanâ’da babası Janaka hikâyeyi şöyle anlatır: “Tarlamı sürüyordum, birden sabandan bir kız fırladı… adı Sita (= saban izi) olup topraktan çıktı ve kızım gibi büyüdü”. Bu itibarla “rahimden doğmamış olan” manasına gelen Ayonijâ lâkabını almıştır.[1] Tarih her tarafta aynı şeyi söylüyor.
Konu üzerinde, önemine binaen, biraz daha eğleneceğiz.
Her ne kadar daha neolithik devirlerden itibaren phallus alâmetleri yayılmasına devam ediyorsa da Ana Tanrıça’da ifadesini bulmuş olan analık ilkesi bu kültte başköşeyi işgal etmeye daha uzun yıllar batı Asya, Girit ve Ege’de devam edecektir. Buralarda Tanrıça’ya bir de erkek tanrının refakati yavaş yavaş terviç edilmeye başlanmışsa da babanın rolü üzerindeki şüphe ve tereddüt perdesi kolayca kalkmamıştır. Bu yüzden de ana, analık uzuv ve alâmetleri, hayatın intikalinin başlıca sembolleri olarak kalmaya devam etmiştir.
Kuzey Irak’ta, Musul ilinde, Dicle ve eski Niniveh kentine 15 km kadar bir mesafede bulunan Tell Arpaçay’da, M.Ö. 4000’lere ait katlarda tahmin edilemeyecek kadar çok sayıda bu heykelciklerden (“Venüs”lerden) elde edilmiş olmaktan başka bunlarla birlikte çift ağızlı balta ve dişi güvercin, boğa başı ve yılanın da bulunması büyük önem taşımaktadır. Bunların hepsinin tanrıçanın kendisini temsil etmesi bahis konusu olmamakla birlikte bunlar doğumlara yardımcı olmak ve doğurganlığı artırma amacıyla imal edilmişlerdir. Bu hayvanlarla epey uğraşacağız.
Yine o civarlarda, Tepe Gawra’da da aynı şeylere çokça rastlanıyor. Cinsî üçgen göbeğin altında oyulmuş çizgilerle iyice belirtiliyor.
Anadolu’da, Yozgat’ın güney doğusunda Alişar Hüyük’te, çömlek şeklinde kadın heykelcikleri meydana çıkmış olup bunlarda da cinsî uzuvlar yatay çizgiler, üçgenler, aşağı bakan kısmı açık dikdörtgenlerle, göbekler de dairevî oyuklarla ifade edilmiştir. Keza Mersin’de, Yümük Tepe de bize. Ana Tanrıça kültünün sembolleri oldukları hissini veren birçok kadın heykeli hediye etmiştir.
Eski İran, Türkistan, Belûcistan’ı geçip bir kere daha İndus vadisine vardığımızda bugün “Harappa kültürü” adıyla bilinen bölgelerde Tanrıça’nın kültünün, herhangi bir şekilde yerleşmiş bulunduğuna Harappa, Mohenjo-Daro ve Chaudu-Daro kazılarından çıkan pişmiş topraktan kadın heykelcikleri tanıklık eder. Bunlar da genellikle çıplaktır. Bunlardan birinin başında görülen bir taşkınlık boynuz olduğu kadar, Tanrıça kültünün mühim alâmeti güvercinleri de temsil edebilir. Sihrî-dinî işlevi bulunduğunda şüphe olmayan boynuzlu maskelere de rastlanmıştır. Harappa kültüründe, çoğu kez boynuzlu erkek tanrılar da görülmüşse de Bunların herhangi nüfuzlu bir işleve sahip bulundukları sanılmıyor. Esasen prehistorya ikonografisi bunları nadiren tanrıçalarla birlikte gösteriyor. Mamafih süslerinden bu erkek heykelciklerin bazılarının tanrısallık ifade edebileceği düşünülür. Bizim için önemli olan bunlardan birinin göğsünde üçgen şeklinde gerdanlığın asılı olmasıdır, tıpkı Belûcistan’da rastlanmış olanlar gibi. Bunların da boynuzları var.
Aynı uygarlık bölgelerinde, mezkûr heykelciklerin yanı sıra, büyük olasılıkla doğurganlık elde etmek üzere tılsım olarak kullanılan kült eşyaları olan phallus (Lingas)larla Bunların mukabili ve dişilik uzvunun (yoni) timsali taştan halkalar, müzelere taşınmıştır. Hani Anadolu’da derler ya “delikli taş yerde kalmaz” diye…
“Betyle’lerin Grek baitulos, İbranî Bet-El, Mevlâ’nın evi. Bazen bir tanrının makarrı, bazen de kendisi olarak kabul edilen mukaddes taş semavî menşelerinin dışında, daima bir phallic anlamı haiz olduklarını, bunun doğanın müzekker müvellit enerjisinin dikilmiş simgesi olduğunu kaydedelim. Peloponez’de, Arkadia’nın dağı Kulléné (şimdiki adıyla Ziria)de, bir taş şeklinde tapılan Hermes, bir kaide üzerine dikilmiş bir phallus şeklinde temsil edilmiştir. Bacchus mysterion’larında, Mısır Osiris rituslarında, Suriyeliler, Finikeliler, Romalılarda phallus bulunurdu (Matrone’lerin – evli hür kadınların – phalluslu gerdanlıkları, Pompei’nin kanatlı Phallusları…) Bu kült Hindularda, Asya’da (lingam) minelkadim görülür, insanoğlunun cinsî uzuvları şu yapılar tarafından simgelenirdi.”
“rahim şekli: mağaralar, kuyular, kapalı geçitler, labirentler;”
“phallus: dikilmiş küçük sütunlar, menhirler, betyle’ler, dikilitaş
(obeliskler), burçlar, phallic eller, Lagash, Nippur, Gudea Asur-Babilonya kazılarının bol miktarda verdiği ağaç, kil ya da taştan mahrutlar…”
“Bu sonuncuların phallic ve nezrî anlamları şüphesiz olup Mezopotamya kazılarında bulunan çok sayıda kil mahrut, Bunların istimalinin yaygınlığına delâlet eder”.[2]
Phallus’la yılan kavramı, ya da sembolizmi çoğu kez müzdeviç olurlar. Yoga prensibinde kundalinî, yani uyku haliyle cinsiyet arasında bir ilişki görülür. Siva’nın phallusuna bir yılan sarılmış ve ağzını tıkamıştır. Bu tıkanma keyfiyeti “Brahma’nın eşiği” tesmiye edilir. Bedende her güç bilinir ve denetim altına alınır, nefes alıp vermeyi ifade eden sırasıyla pingalâ ile idâ bile. “Eşik”, “yıldırım-elmas”, yani sushumnâ akımıyla aşılır. Bu sonuncusu “Büyük tarik”, “Orta Yol” adlarını da almış olup Hayat Ağacı’na, alî manada Hayat, ölümsüz Hayat’a teşbih edilir.[3]
Cakra (tekerlek) tesmiye edilen merkezler yedi adettedir. İlk beşi “Çar anasır”a, yani toprak, su, ateş, havaya, akıncısı “iç uzuv”a, şahsiyeti belirten fehmî kabiliyete tekabül eder.[4] Müsellesin sembolizmi burada bütün canlılığıyla kendini gösterir; birinci cakra’da Sakti prensibinin simgesi, ters dönmüş üçgen, ortada olup “içinde linga (phallus) bulunur”… Üçüncü cakra’da işaret, reislerde birer gamalı haçı olan bir üçgendir. Dördüncüsünde işaret mühr-ü Süleyman, yani ilerde üzerinde uzunca duracağımız gibi, birbirine göre ters dönmüş iki müsellesten oluşan altı köşeli yıldızdır. Altıncısında, ters dönmüş müselleste bir tanrıça yer alır. Hâkini adını taşıyan bu tanrısal varlık, yine irdeleyeceğimiz amrta (“ambroisie”), veya “ölümü olmayan” unsurla tealî edilmiştir. Bölgesi “Siva’nın üçüncü gözü”nü hatıra getiren alın taşı olup işbu taş, yıldırım gibi tesir eder; buna ayrıca devrî, ya da kyklops’lara ait mütealî rüyet isnat edilir. Bu cakra’nın temsilinde, yani ters çevrilmiş müselleste (tanrıçanın ve dişil cinsî uzvun simgesi yoni’nin işareti), bir yıldırım, bir linga bulunur.[5]
“… Mısır’lıların Dionysos ayinlerini kutlama yöntemleri az çok Grek’lerinki ile aynı olup sadece bunlarda korolu dans yoktur. Phallus yerine yaklaşık on sekiz inç (45 cm) boyunda kuklaları vardır; bu kuklaların cinsî uzuvları, bedenlerinin geri kalan kısmı boyundadır ve bu uzuvlar, kadınlar kuklaları köyün içinde dolaştırırlarken, iplerle yukarı aşağı çekilirler. Alayın önünde kavallar çalar, kadınlar da Dioynsos’a İlâhî söylerler. Tenasül uzvunun ebadı ve kuklanın tek oynatılan tarafı olmasının bir nevi dinî izahı vardır…” diye naklediyor Herodotus.[6]
Kayseri, Kültepe’de Asurluların koloni kurup (Kaniş kenti) bin yıldan fazla bir süreyle Küçük Asya ticaretini buradan idare ettikleri bilinir. Fot. 38’de görülen fildişi heykelcikte yoni çok belirgin haldedir. Bu heykelciğin, Mezopotamya’ya nazaran Suriye’ye daha yakın stilde bir İshtar sureti olduğunu bildiriyor. Prof. S. Lloyd[7]. Bu aynı Kültepe’de Linga-idol’ler de çıkmış (fot. 39)[8] Phallus’un büyük numunelerine başka yerlerde de rastlanıyor. Fot. 40’ta, bunlardan Manisa müzesinde bulunan iki tanesi görülür.[9] Fot. 41’de de, muhtemelen Ağlasun’dan (Isparta-Burdur arası) getirilmiş olan Burdur müzesindeki, yerde yatmaktadır. Fot. 42’nin sağ alt köşesinde de bunun bir dört köşe kesitlisini görüyoruz, Antalya müzesinde.
Ama acaba mezar taşı ve minare mimarisinde, özellikle bu sonuncusunun güney doğuda inşa edilenlerinde, hiç mi phallus kültünün hatırası yok?… (fot. 43-48). Nil vadisi ile doğu Akdeniz havzasının “Venüs”lerinin de mütebariz şekilleri arasında özellikle büyük bir üçgen şeklinde belirtilmiş cinsiyet uzuvları sayılabilir. Üçgen şeklinin, ilerde üzerinde önemle ve uzunca duracağımız bir konu olduğunu şimdiden ifade edelim.
Doğu Akdeniz havzası ele alındığında. Tanrıça kültünün en mükemmel ifadesini Minos Girit’inde bulmuş olduğu görülür. Gerçekten Knossos’un en eski neolithik katlarında güney-doğu Avrupa, Ege havzası, Anadolu ve batı Asya’nın kilden başlıca heykelcik tipleri temsil edilmişlerdir. Küçük Asya’dan gelmiş bütün ilk neolithik etkiler Girit’te M. Ö. 4000’lerde kendilerini hissettirdiklerine göre Tanrıça’nın alâmetlerinin iki ağızlı balta ve güvercinle birlikte ithal edilmiş bulunduklarında şüphe etmek için sebep yoktur. Gerçekten bu son iki alâmet eski Orta Doğu’da, Tanrıça’nın yanı başında, kültün doğu Akdeniz havzasına iyice yerleşmesinden bin yıl önce meydana çıkmıştı[10] ve Hitit çağında kendini devam ettiriyordu.[11]
[1] J. Dowson.- op, cit., s. 294-5
[2] J. Marqués-Riviére.- Amulettes, talismans et pantacles, Paris 1972. s. 254-5.
[3] J. Evola.- Le Yoga tantrique, Ed. Fayard 1971, s. 222.
[4] ibd., s. 229.
[5] ibd., s. 230-243.
[6] II/48.
[7] S. Lloyd.- Early highland peoples of Anatolia, London 1976, s. 52
[8] H. Z. Koşay – Türkiye’de eski medeniyetlerin maddi kültürde temadisi, in Makaleler ve İncelemeler, Ank. 1974, s.204 ve TFA 50, Eylül 1953.
[9] Ç. Uluçay ve İ. Gökçen.- Manisa tarihi, İst. 1939, resim 2.
[10] E. O. James.- Le culte de la déesse-mére, s. 21-45.
[11] Bu konuda bkz. E. Akurgal.- Remarques stylistiques sur les reliefs de Malatya, İst. 1946, s. 38 ve şek. 19.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.