Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 35. Bölüm

Ana Tanrıça Çatal Höyükte *

İşte bu noktada Çatal Hüyük meydana çıkıyor. Karbon-14 tahlilinin, bulunan en eski kalıntılar için verdiği M.Ö. VIII. binde burada. Prof. Mellaart’ın kentsel-site unvanına lâyık gördüğü, oldukça önemli boyutlara ulaşmış bir yerleşme merkezi bulunuyordu. Sitenin ayrıntıları, mezkûr profesörün şahane eserinde belirtiliyor.[1] Biz bunun içinde şimdilik Tanrıça’mızla alâkalı kısımlara el atacağız.

Evet, Konya’nın yaklaşık elli kilometre kadar güney-doğusunda devlet kurmuştu, bizim Tanrıça’lar. Ünlü sitenin duvarlarında kâh boyayla, kâh kabartma veya oyma ile temsil edildikten başka alçıdan heykelcikleri de her yerde sürünüyordu.

Meselenin bize göre önemli tarafı şimdi başlıyor. Karbon-14’ün verdiği tarihlerde dünyayı evirip çevirme işlevinde Ana Tanrıça’nın yanında bir “şişme”, bugünün ifadesiyle bir “bürokrasi”ye rastlıyoruz, her birinin ayrı işlevi olan bir takım sembol-varlıklara. Bu sembol-varlıklar bugün hâlâ bizlerle beraber, günlük yaşamımızla hemhal olmuş durumdalar.

Bu “bürokrasi” Ana Tanrıça’nın arkasına sonradan takıldığına göre Tanrıça’nın kendisinin, karbon-14’ün Çatal Hüyük için verdiği tarihlerin çok daha gerisinde bulunması, yani erkeklik prensibinin tevellütle alâkasının bilinmediği çok daha eski tarihlere ait bir nüfus cüzdanına sahip bulunması gerekir. Cüzdanın veriliş yerinin de Anadolu olmasında fazlaca şüphe yoktur.

Yüzülmüş öküz başı, boynuz, boğa, koç, balta, bunun çift taraflısı… Geyik de var bunlar arasında, hâlâ bazılarımızın vurmadığı geyik.

Çok kişi I.ciltte, kapısının üstünde boynuz bulunan cami resmini koymuş olmamızı (fot. 42), vermiş olduğumuz bilgilerin yetersizliği karşısında yadırgamış olmalıdır. Bundan amacımız, sadece arkadan gelecekten biraz haber vermekten ibaretti.

Tanrıça’nın etrafını almış bütün bu sembollerin ne ifade ettiklerini ve bunların bugün nerelerde nasıl yaşadıklarına geçmeden önce bunları Çatal Hüyük’te kısaca izleyelim.

Bucranium – yüzülmüş öküz başları *

Yüzülmüş öküz başları (Bucrane = mimarî bezeme olarak kullanılan yüzülmüş öküz başları. Latince bucranium. Grek βοῡς = öküz’den) gerek aynen, gerekse stilize olarak resmedilmiş şekliyle ev ve mabetleri süslemekte. Sonuncu şekilleri, üst kısımlarına yaban öküzlerinin (Bos primigenius) alın kemiği ile bunların boynuz iskeleti mahiyetindeki çıkıntıları (comillon) tespit edilmiş küçük tuğla direklerden ibaret. Bunlar, büyük olasılıkla koruma sembolü olarak birçok evin ana sahanlığının kenarında bulunuyor. Mabetlerdeki bucrane’lar ise tam tarifine uygun şekilde olup bunlarda çoğu kez, kimi ayrıca boyanmış olarak, büyük sayıda bulunmakta.[2] Bunların yanı sıra koç ve boğa kafaları da eksik olmuyor. Keza, boynuzlarıyla birlikte geyik başları da mabetlerin “süs”üne iştirak ediyor. Mabetlerin birinde kalın bir alçı tabakası içine oyulmuş güzel bir boğa, bu alçı tabakalarının örttüğü akbaba resimlerinin yerini almış bulunuyor. Burada hatun, genellikle olduğu gibi sadece başıyla temsil edilen bir koç doğurmaktadır. Bu görünümü, yaban öküzü boynuzlarını hâmil üç boğa başının sıralandığı bir çerçeve tamamlıyor. Başka yerde de çift olarak, yani iki başlı ve bedenli, ancak bir çift bacaklı olarak temsil edilen tanrıçalardan birinin karnından, aşağı dönük güçlü, boynuzları haiz koca bir boğa dışarı taşıyor.

Hindistan’da “Siva’nın da mukaddes hayvanı boğa’dır. Ve boğa aynı zamanda Cainism’in kurucusu ve birinci Caina olan zatın mukaddes hayvanıdır. Fakat Cainism’in… azizlerinin hayvanları boğa, at, aslan ve fildir… Caina azizleri kendilerini daima ayakta ve kendilerine ait olan hayvanları da altlarında tasvir ettirmeye itina göstermişlerdir. Bu, Hitit’lerin ilâhları hayvanlarının üzerinde, ayakta göstermek itiyatlarına benzemektedir…”[3]

Her ne kadar Çatal Hüyük’le bu anlattıklarımız arasında binler mertebesinde yıllar varsa da düşünce ve inanç sistemlerinde bu arada fazla bir değişmenin olmamış bulunduğunu görüyoruz.

Daha da binlerce yıl geçtikten sonra Anadolu bugün cennet öküzü tabirini kullanıyor, safça ama temiz, dolayısıyla “cennetlik” kişi için. Öküz kadar “aptal” olmak dahi cennetin kapısını açıyor, bucrane gibi. Devam edelim. Önemli bir “bezeme” unsuru da bizatihi boynuzlar ve gözlerdir. Alçıdan yontulmuş tanrıça suretleri daima insan şeklinde olup yanında erkeğin yerini, bu cinsiyetin en güçlü ifadeleri olan boğalarla koçlar almaktadır. Sadece boğa, geyikler ve parsın tam olarak görünmelerine karşılık koç, hiçbir zaman bütünüyle resmedilmeyip sadece baş şekilde temsil edilmektedir. Kadın memeleri de, erkeklik timsali sözü geçen boynuzlu hayvanları yalnız bırakmamaktadır. Bunlar bazen, normal olduğu gibi, yan yana, bazen de birbirinin üstünde olmak üzere duvarları “süslemektedir”. Açık bulunan meme uçlarından bir tilki ve gelinciğin (kemirici hayvan) dişleri çıkmakta, bu dişlerin ait oldukları bütün kafatasları, memeleri teşkil eden alçı içine sırasıyla gömülüdür. Aynı sembolizme bir başka mabette de, daha büyük ölçüde olmak üzere, rastlanıyor: boynuzlan hâmil bir büyük koçbaşı, balçıktan kabaca yontulmuş bir tek basit boynuzun altında bulunuyor ve buradan bir meme taşıyor. Ucu açık memeden çok iri bir yaban domuzunun burnuyla süslü alt çene kemiği çıkıyor. Bu mabedin orta panosu bilhassa, boynuzlarını haiz koca bir boğa başı ve stilize altı memelik bir dizi ile tebarüz ediyor.[4] Çatal Hüyük’te çok belirgin bir ana nitelik halinde bulunan kültün devamlılığı, arkeolojik katlar arasındaki ilişkilerle ortaya çıkıyor.

Neolithik devirlerden beri el, hilkatin, cehtin hem İnsanî, hem tanrısal sembolü olmuştur. Sabanın ve orağın sapını o tutar, ağı denize o fırlatır, kısaca âdemoğlunu açlıktan o kurtarır. Ayrıca onu hayvandan da ayıran bir “alet”tir. Dualarda “yukarıya” o kalkar, yavruyu o sever. İlerde onun “kem göz, kem söz”e karşı işlevi üzerinde de duracağız. El’leri de temsil eden panolar eksik değil, Çatal Hüyük’te.

“Mısır’da bazı eyaletler Boğa ile birlikte bir tanrıçayı, ya da her ikisini birleştiren Hathor ineğini tazim ederler. Anadolu ve Nil kıyısında Toprak tanrısı Boğa’nın sair Toprak tanrısal varlıklarından doğacağı biliniyordu…”.[5] Bu varlıklardan biri de ebedî Bakire idi.

Bütün bunlardan sonra meseleyi şöyle toparlamak mümkün oluyor: beşerin ilk ciddi üretime dönük kentsel sitesinde önce, yukarda söylediğimiz gibi, artık sadece “ana-tanrıça”lar değil, eril prensibin ilâhları da geniş ölçüde temsil edilmektedir. Bu itibarla bu yerleşme merkezi, sadece dişil prensibin revaçta bulunduğu çağlardan muahhar olmaktadır. Bunun dışında, eril prensibin temsilinde bir yaban öküzü, bir boğa, âdemoğlunun erkeğinden çok daha kudretli addedilmiştir. Yabanî yaşayış ve ölümün sembolü olarak, mahallin en vahşî ve güçlü hayvanı, pars, seçilmiş. Tahrip edici kudret ise, bugün olduğu gibi, yaban domuzu tarafından temsil edilmiş. Akbabalar fazlaca sevilmemiş olmalı.

Bu hayvanların birer tanrısal varlık olarak düşünülmüş olmaları kanısına vardıracak hiçbir delil yok. Neolithik çağın adamı, hayvanları evcilleştirme ve tarım yoluyla doğaya hükmetmeyi öğrendiği gibi, tanrısal varlıklarının vahşî hayat üzerindeki egemenliği de, yonttuklarında açıkça gözüküyor.

Tanrıça’nın çok sık yabani hayvanlarla birlikte temsil edilmiş olmasının bir başka anlamı da olmalı: avcı toplumlarda hatun, şikâr temin etme görevini de yüklenmişti.

Bütün bunlar, tek bir Çatal Hüyük misalinin, Anadolu’nun geniş ölçüde bir Neolithik kültüre sahip olup olmadığı konusunda yeterli olup olmadığı şüphesini yaratabilir. Böyle düşünenler rahat edebilirler: Mersin (Yümük-tepe) Can Hasan, Hacılar (Burdur’un batısında)… bu konularda kıdemi kolaylıkla Jericho, Ras Shamra, Byblos’a kaptırmazlar.

Teli Halaf kültüründe Ana Tanrıça / güvercin kültü *

Akdeniz kıyıları ve Toros’ların doğusundan güney Anadolu, Yukarı Suriye ve Mezopotamya üzerinden İran dağlarına kadar uzanan kültüre, bilindiği gibi, Teli Halaf kültürü adı verilmektedir. Bu kültürle, daha umumi olarak Ön Asya kültürüyle Ege kültürü, bilhassa Girit’inki arasında bulunan bağlar, birçokları arasında özellikle çok eski ana-tanrıça ile mukaddes hayvanı olan dişi güvercinin kültü, fırtına tanrısının alâmetleri olan çift baltayla boğa başı tarafından teşkil edilir. Bu ana-tanrıça-güvercin kültü sadece Doğuya inhisar etmiyordu, paleolithik devirlerden itibaren. Çatal Hüyük’te bu çift baltaya rastlamıyoruz.

İndus vadisinin parlak proto-Hint medeniyeti, özellikle Mohenjo-Daro ve Harappa kazılarından sonra büyük bir sıhhatle belirlenmiş olmaktadır. Bunlara göre bu medeniyet Fırat, Dicle ve Nil havzalarında yaklaşık bin yıl önce güngörmüş olan Büyük Sümer, Babilonya ve Mısır uygarlıklarına koşut olarak gelişmiştir.

Kuzey Suriye ve Mezopotamya’dan hareket etmiş Proto-Hintliler, Hindistan’a vardıklarında, Babilonya uygarlığının etkisinde kalmış olan bu ülkenin insanlarına tuğla ile inşa tekniğini öğretmişlerdi.

Bu çok eski devirlerde (III. binin ortaları) Hindistan sakinlerinin tipini temsil eden, Sümer modasına uygun olarak kısa sakallı, üst dudağı matruş bir heykelin üzerinde yoncalarla süslü bir giysi bulunuyor. Anthropologlara göre adamın başı “armenoid” tiptenmiş. Sümer ve Mısır alanlarında rastladığımız yonca, yıldızları simgeler; bu itibarla bu heykelin kültle ilgili bir kişiyi temsil etmesi gerekir. Ortada boğanın boynuzları da olmadığına göre bu kişi muhtemelen ya yüksek rütbeli bir rahip veya başrahip işlevinde bir prens olmalıdır.[6] İşin bizi burada ilgilendiren tarafı, üzerindeki yoncalardır; bunun için döneceğiz yine Çatal Hüyük’e.

Duvar resimlerindeki motiflerin sembolik anlamları *

Daha önce gördüğümüz gibi duvar resimlerinde sembol temsillerine sık rastlanmakta olup motiflerin çoğu bir sembolik anlam taşıyabilir. Bunlar arasında insan eli, dört yapraklı yonca, muhtemelen stilize edilmiş bir çiçek, hem dikkati en çok çekenler, hem de en eski olanlarıdır. Çatal Hüyük’te en eski duvar resmi kalıntısı, daha çok Malta haçı şeklinde bir dört yapraklı yoncayı ifade eder. Daha sonraki, yani daha yeni “kat”lardakilerde bu “yonca”lar aynı zamanda kilim ara desenleri halinde görünmekte veya mabetlerin birinde olduğu gibi, bütün ara cidarlara sıralanmak suretiyle bunları süslemektedir. Mabetlerin birinin bir panosunda, ilk bakışta “çift balta”ya benzeyen bir nesneyle her kolunun ucunda garip çıkmaları olan ve poyra deliğini haiz bir haçın iki yanlarında bu kabil çiçek örgeleri bulunmaktadır. Bunların arasında da üç küçük tanrıça ve üst üste binmiş iki insan figürü vs. yer almaktadır. Her ne kadar bu resim toplumunun manasını anlamak olanaksızsa da, temsil edilmiş semboller hususunda bazı izahlar ileri sürülebilir. Çatal Hüyük’te çift balta bulunmadığına göre ona benzeyen sembolü bu türlü yorumlamak için sebep yoktur. Bu garip şeklin bir muadili, aynı binada bulunmuş delikli, taştan birçok “inci”lerde görülür. Bunların stilize çiçeklerle izdivacı bunun bir nevi böceğin (arı ya da kelebek) resmi olabileceği fikrini doğuruyor; “çift balta” da, bahar aylarında çiçeklenmiş Konya ovasında çokça görülen bir parlak kelebeği temsil etmiş olabilir.

Poyra deliğini haiz haç, yorumu bakımından daha büyük güçlük arz ediyor; Çatal Hüyük’te bundan başkasına rastlanmıyor. Belki de halka olmuş, kolları havada, ayakta dört kişiyi ifade etmektedir. Bu dört olma keyfiyeti dört ciheti veya ovanın dört bucağını temsil etmiş olabilir.

Bu haçı, ilerde göreceğimiz gibi “hayat ağacı” olarak tefsir etmek için vakit henüz erken mi, Çatal Hüyük’te?…

Bu duvar resmi bundan sekiz bin yıl önce Konya ovasında, çiçekler ve vızıldayan böcekler arasında, bir ilkbahar sabahı Ana Tanrıça’ya bir tabiiyet ve saygı arzı merasimini mi temsil ediyor, yoksa fazlaca hayalî mi davranmış oluyoruz, böyle bir yorumda bulunurken? Her şeye rağmen Neolithik dinde tarımsal ritusların varlığı kolaylıkla inkâr edilemez. Bunlar, Anadolu’ya çok borçlu olan Minos ve Mysena çağlarında ve daha muahhar Grek kültlerinde iyice saptanmışlardır.[7]

Ön Asya’da ana-tanrıçanın bu derecede yaygın pişmiş topraktan küçük numuneleri her halde her Proto-Hint evinde bulunuyordu. Başları üzerinde duran tablada da her halde günlük-buhur yanıyordu. Aslında Proto-Hint tanrılarının birçoğu Hurri kökenlidir. Bunlar arasında Babilonya’nın ana-tanrıçası ve aşk tanrıçası İshtar’ın muadili sayılan Shakush’un da mukaddes hayvanı dişi güvercindi. Bu ismin bir varyantı olan Shakuntash’da Anadolu’da çok kullanılan -nt- takısı beliriyor…

Çok ilginç bir tanrıça da Nau veya Naveya olup bu isimde eski Hint nâu-h, Grek ναῡς, Latin navis, Ermeni nav, yani “gemi”yi ve bu tanrısallıkta da güneş-Tanrı’nın kayığını görmekte hiçbir hata yoktur. Nau (gemi) ifadesi bir Hint-Avrupa sözcüğüdür.

Babilonya’nın kahraman Gilgameş ve arkadaşı Enkidu efsanesi, Küçük Asya’da olduğu gibi İndus vadisinde de bilinir. Bir muska üzerinde Proto-Hint “Gilgameş”, iki kaplanla mücadele eder halde görülmektedir.

Boğa güreşi, Girit’te olduğu kadar, İndus vadisinde de boğa kültünün önemli veçhelerinden birini teşkil eder; ana-tanrıça, çift balta vs. kültleri gibi bu da her iki ülkede müşterekti. Proto-Hint halkının Hindistan’a Suriye’nin kuzeyinden ve Küçük Asya’nın doğusundan gelmiş olması gibi Girit halkının belli bir miktarı da yine aynı bölgelerden göçmüşlerdir; bütün bunlar, bu halkların kısmî akrabalıkları dışında, bu şaşırtıcı rastlantıları da yeterince izah eder.[8]

Buddha’nın sembollerinin karamukla ayak izi olduğundan söz etmiştik. Proto-Hint güneş tanrısı Yayash, Yaë, eski Hind dininin tanrı Vishnu’sunun prototipidir. Yaë’nin bir mahiyetini bize üç yüzlü bir nazarlık gösteriyor: her üç yüzde de tanrının adı yazılı olup bunların birinin yanında iki ayak izinin resmi görülüyor. Bu izlerden biri sola, diğeri, ona koşut olmakta birlikte, sağa dönük. Bu izlerin yanında, yani batı cihetinde, bir kayıkla bir kürekçi bulunuyor. Kayıkla birlikte bu üç insan izi muhayyilemizde “Vishnu’nun evreni ölçtüğü üç adım”ı yaşatıyor. Güneş tanrısı Vishnu gibi Yaë de bütün evreni ölçüyor.

Kuzey Mezopotamya ve Proto – Hint kültürleri arasında sembolik bağlar *

Buna haylice benzer ve bir yılanla ayrılmış, mukabil yönlere dönük iki ayak izini temsil eden ve Nizip’in güneyinde Teli Brak’ta ele geçmiş bir başka nazarlık-muska, büyük önem taşımaktadır. Bu muska Cemdet-Nasr (M. Ö. yakl. 2900) devrinin sonuna ait olup içinde görülen yılan, büyük olasılıkla evrenin yılanını, saman yolunu temsil etmektedir. Belki de Hint- Avrupa, arî tanrılara tapan Arî’ler o çağlarda Mezopotamya’nın kuzeyinde, Mitanni ülkesinde yerleşmişlerdi. Bize göre söz konusu nazarlık kuzey Mezopotamya uygarlığıyla Proto-Hint uygarlığı arasında dikkate değer bir bağ kurmuştur.[9]

Bu bağ tek taraflı mı? “Aynı çağlarda (M. Ö. 4800-4600) Yukarı Mısır, güneyde, aynı zamanda Karanlık’ın tanrısı, Yılan ve Kayık olan farklı bir tanrıyı, Seth’i tazim ediyordu… Arı sembolüne Aşağı Mısır’ın akilleri, Su’yun bitkisi olan Kamış sembolüyle cevap verdiler. Ve bir yüzyıla yakın bir süre içinde Arı ile Kamış, Mısır’ı paylaştılar… Anzeti (Yay)-Seth karşıtlığı altında bir sabite meydana çıktı: ya Yay’a… ya da yılana bağlı Bakire’ye tapma”.[10]

Bugün “ayak izi”ne, “at nalının izi”ne, Anadolu’nun her kayasının üstünde rastlıyoruz, Hz. Ali’ninkilerine, Battal Gazi’ninkilerine, velilerinkine….[11]

VII. yy.da Çinli Buddhist hacı Hiuan-tsang, Ganj kıyısında Buddha’nın elveda taşını tazim ettiğinde, üzerinde hâlâ mukaddes ayak izleri duruyordu…[12]

Bütün Akdeniz havzasına, ve bu arada Küçük Asya’ya haylice yayılmış İsis kültünde heykel kaideleri üzerinde tanrıçanın ayak izleri resmedilirdi (ίσιδος πόδας). Bu izler onun tezahürünün nişanesiydi.[13]

Takriben 505 yılında Gaule (Fransa) piskoposu Arculfus Kudüs’e hac ziyaretine gidiyor ve yazdığı kitapta İsa’nın üzerinde dua etmek üzere diz çöktüğü ve dizlerinin izini taşıyan bir taşı, üzerinden göğe uçtuğu ve ayaklarının izini taşıyan bir taşı, Meryem’e ait olup da suretini temsil eden elbiseleri… gördüğünü anlatıyor.[14] Keza 1432’de aynı farizayı ifa eden La Broquiére de, karayoluyla Fransa’ya dönüşünde Constantinopolis’i ziyaret ediyor. Gezdiği Pantheacrator kilisesinde, İsa’nın çarmıhtan indirilirken Meryem’in döktüğü gözyaşlarının üzerine damladığı taşı görüyor. Bu damlalar hâlâ yerli yerinde duruyorlarmış, tasallüp etmiş olarak.[15]

  1. Haçlı seferinin sıra neferlerinden olan Robert de Clari, özellikle Konstantiniye’de gördüğü şeyleri olağanüstü bulup anlatmış, vakayinamesinde: “Bu kilisede[16]… kutsal şeyler de vardı… çok zengin iki kap. Birinin içinde bir kiremit, birinin içinde bir örtü bulunuyordu… Bir zaman, Konstantiniye’de çok mübarek bir adam yaşardı… sevap olsun diye bir gün dul bir kadının damını aktarıyordu; çalışırken Efendimiz kendisine göründü… Efendimiz “bana bu mendili ver” dedi, adam da verdi. Efendimiz, mendili yüzüne örttü, öyle ki sureti mendile çıktı. Sonra mendili geri verdi ve dedi ki “bu mendili al götür, hastalara sür; inancı olanlar dertlerinden hemen kurtulsunlar”. O mübarek adam mendili aldı… akşama işi bitene kadar bir kiremidin altına sakladı; akşam,… kiremidi kaldırınca, suretin mendile olduğu gibi kiremide de çıktığım gördü; kiremidi de mendili de götürdü. Böylece pek çok hastayı iyi etti…”[17]

Kutsal kişi ve Tanrıların uzuv izlerinin sembolleri *

Mendile, peşkire çıkmış “fotoğraf”la taşlar üzerinde kutsal kişilerin çeşitli azalarının izi öykülerine Hristiyan âleminde de gerçekten sık rastlanır; birkaçını daha zikredelim: Kudüs’te mabette kaya üstünde duran bir taşın üzerinde haçvarî dizilmiş dört adet küçük delik varmış ki bunun Aziz Georges’in parmak izleri olduğuna inanılırmış; bir keresinde de kutsal ateş bunların arasından yükselmişmiş. Rum ve Ermeniler büyük inatla taşı öper, gözlerini kapar ve bir deneyişte dört parmağı deliklere yerleştirmeye çalışırlarmış. Başarırlarsa, cennette yer tuttuklarına emin olarak çıkıp giderlermiş.[18] Yine oradaki kiliselerin birinin zemininde bulunan üç genişçe delik, İsa’nın ayak izi diye, yine Rum ve Ermenilerce gösterilirmiş.[19]

İz resimlerini taşıyan muskalar, büyük ihtimalle tanrı Yayash’ın adını yorumlamaya yarayacaktır. Bu ad, aşağı yukarı “ilerleyen, yürüyen, hacı” anlamlarına gelmektedir. Bu ise her gün batıya doğru yürüyüşe kalkan güneşe mükemmelen uygun düşmektedir. Mümasil şekilde, daha önce sözünü ettiğimiz Proto-Hint tanrı Kuyash’ın adı da Hint-Avrupa, Hitit kue(n)-,kun– “vurmak, öldürmek” kökünden iştikak etmiştir. Tanrı Yayash’ın adının, aynı şekilde, Arî lehçe yerine hieroglyphic “hititçe”ye bağlanması gerektiğini kaydedelim.

Ahd-i Atik’in tanrısı Yahvé isminin kökenleri *

Bütün bunlar bizi çok önemli sonuçlara götürüyor: tanrı Yaya, Yaë ve Samî şekliyle Yau, Yava’nın bulunması, Ahd-i Atik’in tanrısı Yahvé meselesi üzerine hiç beklenmedik bir ışık tutuyor. İndus vadisinde, Samîleşmiş Yau şeklinin yanı sıra Proto-Hint Yaue, Yave şeklinin meydana çıkması tanrı Yahvé ile Samî-Proto-Hint Yave arasında bir mukayeseyi kaçınılmaz hale getiriyor, a ve u’nun “fethi”nde Samî dillerde kolaylıkla bir h araya girebilirdi; Yahve böylece teşekkül etmiş olmalıdır.[20]

“Musa Tanrı’ya: demek ki İsrael oğullarına gideceğim ve onlara şunları diyeceğim: babalarınızın Tanrı’sı beni gönderdi. Ama onun adı nedir diye soracak olurlarsa ne cevap vereceğim? Tanrı Musa’ya şunları söyledi: ben “olan”ım ve ekledi: İsrael oğullarına şöyle karşılık vereceksin: “ben varım” tesmiye edilen beni sizlere gönderdi…”.[21]

O ise ki Ahd-i Atik’de bulunan “ben olan’ım” etimonu yanlıştır. Yahvé adının Samî olmayan, Hint-Avrupa, belki hieroglyphic “Hititçe” kökenli olması ve Yayash gibi esas itibariyle “hacı” manasına gelmesi ihtimal dâhilindedir. Burada iki vakıaya değinmek önemli olmaktadır: bir taraftan milâdî VII. yy.da Seville’li Isidore ile Edessa (Urfa)’lı Yakup, Yahvé adının telaffuzunu hâlâ biliyorlardı; diğer taraftan eski Yahudi adlarında Yahvé adı olarak çok sık kısaltılır. Biz Proto-Hint Yayash tanrı adının , Ya şekillerini biliyoruz. Devam etmeden önce Sami’lerin – Babilonya’lıların – Hindistan’ın kuzey batısına yerleşmiş bulunduklarının şüphe götürmediğini belirtelim.

Ama işler bir noktada yine karışıyor: 1943’te neşredilen yeni bir cuneiform Hitit metninde, o güne kadar meçhul kalmış I-ya-ya-sh adlı bir tanrıça’dan söz ediliyor. Ünlü bilgin Hrozny buna şu yönde bir hal çaresi düşünüyor: Hitit pantheonunda bir güneş tanrısının yanında bir güneş tanrıçası da bulunmuş olamaz mı?[22]

Hitit dini alabildiğine değişik unsurların bir karışımıdır, Hitit tanrılarının taşıdıkları büyük isim çeşitliliği bunu zaten tahmin ettirir. Sümer-Babilonya, Hurri, Hattî, Luvî, küneiform Nesi ve hieroglyfic “Hitit” ve Hint menşeli tanrılar Hitit pantheonunda yer alır. Hitit metinlerinin kendileri dahi “bin tanrı”dan söz ederler.

Küçük Asya’da, Anadolu fırtına tanrısallığının mukaddes hayvanı boğanın kültü Eski Çağ’ların en eski devirlerinden itibaren uygulanırdı; Küçük Asya’nın başlıca dağlarından birinin Toros (Taurus) adını taşıması rastlantı değildir: “boğa” karşılığında “taureau”, samî thauru, Grek tauros, tur… Samî-Hint-Avrupa sözcüğünden türüyor.[23] Bu boğa (taureau) dağı, bu tanrı ve hayvanına tahsis olunmuş mabetlerle doluydu. Buradan, şüphesiz, boğa kültü her yöne, Mısır’a, Babilonya’ya, Hindistan’a, Ege dünyasına, Avrupa’ya kadar yayılmıştı. Anadolu’ya ait, fırtına tanrısının âlemi olan çift balta kültü (Grek labrys – modern Rumcada λάϐρος, “şiddetli, sert” demektir ki bu nitelikler zaten boğada mevcuttur) bunu takip ederdi, ritüel karakterli boğa dövüşü ve güreşi gibi oyunlarla birlikte.[24] Non- nos (V. yy) da, ünlü Dionysiaca’sının bir yerinde “Bu sözler üzerine Zeus, Tauros Dağı’nın adını aldığı boynuzlu Boğa şeklinde uzaklaştı” (… ἒσσυτο ταύρω, ἒνθεν ὂρος πέλε Ταῡρος έπώνυμον) diyor.[25]

Anadolu kültüründe boğa temasının devamlılığı *

Gerçekten Toros’ların bir adı da bugün “Boğa dağı”dır. Burası “… Yürük ve Türkmen’lerin birer saymanası (mesiresi) gibidir. Bu dağlar bir tanrı durağı, bir dede döşeği gibi kutlu ve sevgilidir[26]… Bulgar (Bolkar) dağı Yürük’leri… Toros’ların sivrilmiş tepelerini kutsal saymışlar ve hepsine birer dede adı vermişlerdir”.[27] Bunlardan Bozoğlan ve Karaoğlan dedelerden evvelce söz etmiştik (bkz. s. 116). Bunlardan ilkine aynı yörenin başka yerlerinde de rastlanır. A. R. Yalman öğretmeni dinlemeye devam edelim. Bulgar dağında en büyük dede “Bulgar Bozoğlan” dedesidir. Bu dedenin türbesi Ereğli’ye bakar ve Bulgar dağlarının yüksek bir tepesindedir. Yazın Bozoğlan tepesinin güney eteğinde Bahşiş aşireti yaylar. Tepenin üstünde bir türbe ve türbenin içinde bir mağara vardır. Türbe tahtadan yapılmıştır. Bu türbeye dair söylenen sözlerden bir kaç tanesini vereyim: Bulgar Bozoğlan üç kardeş imiş. Bozoğlan Dede, Köy Dedesi (Ereğli’nin bir köyüdür), Yüğlük Dede (Yüğlük, Bulgar dağlarında yüksek bir tepedir)

Bozoğlan türbesini ilk yapan ve onu geliştiren adam, Ereğli’nin Divle bucağından Halimoğlu imiş ve Bozoğlan’ın adına bu kişi “Hasan Basri” dermiş. Bozoğlan tepesi her adaklıya ümit veren bir türbe sayılır. Çocuğu olmayan kadınların Bozoğlan mağarasına girerse mutlaka çocukları olacağına inanılır. Ve çok defa Bulgar Bozoğlan’ın adaklı çocukları erkek doğarmış”.[28] Doğurganlık tanrıçasından, onun mümessili Boğa’dan (Toros’tan) yardım isteniyor ve buna bir İslâmî-Alevî veçhe veriliyor (Hasan Basri). Keza her iki Bozoğlan hikâyesinde de yine sözünü edeceğimiz mağara kültü karşımıza çıkmış oluyor. Bunların dışında bir de ikileme (iki kardeş) ve üçleme- teslis (üç kardeş) sorunu göze çarpıyor.

Anadolu kültürünü oluşturmuş çevrenin neresine gidilse, az çok boğa, hiç değilse boynuzu karşımıza çıkıyor. Sümer-Akkad kralları zaferler kazandıkça kibirlenip şişiniyor ve bilinen “dünya” da egemenliklerinin altına girmiş bulunduğundan yavaş yavaş “tanrı” sıfatını alır olmuşlar, tanrılara tahsis edilen kültün şerefini kendilerine çevirmeye başlamışlardır. Narâm-Sin’in zafer taşı üzerinde bu kralı, tanrısallık alâmeti olan boğa boynuzlarıyla temsil edilir halde görüyoruz (İyi ki Osmanlı padişahları, biraz daha coğrafya bildiklerinden, sadece “zıllullah” – Allah’ın gölgesi – unvanıyla yetinip bu gibi “süs”ler takmamışlar…).[29]

[1]              J. Mellaart.- Çatal Hüyük, une des premiêres cités du monde, Tallandier-Suisse, 1971.

[2]              ibd., s. 65, 80.

[3]              W. Ruben.- op. cit., s. 99.

[4]              J. Mellaart.- op. cit., s. 101, 107-8, 112, 122, 125-6.

[5]              J.-Ch. Pichon.- Histoire des mythes, Paris 1971, s. 44

[6]              B. Hrozny.- op. cit., s. -46, 225-30

[7]              J. Mellaart.- op. cit., s. 161-2

[8]              B. Hrozny.- op. cit., 230, 249, 268-9, 270.

[9]              ibd., s. 252-3.

[10]             J.- Ch. Pichon.- op. cit., s. 45-6.

[11]             Bundan I. ciltte “kısaca söz etmiştik. Bkz. s. 297.

[12]             R. Grousset.- Sur les traces de Buddha, s. 148.

[13]             F. Dunand.- Le culte d’Isis dans le bassin oriental de la Méditerranée- J. Le culte d’Isis et les Prolémés, Leiden 1973, s. 111 ve II, Le culte d’Isis en Gréce, s. 51.

[14]             The travels of Bertrandon de La Broquiêre, trans). by Thomas Jonhs, 1807 s. 5-6.

[15]             ibd., s. 227.

[16]             “Arslanağzı” diye bilinen Marmara kıyısında Bunkoleon sarayı olup halen Sultan Ahmet Camii’nin bulunduğu yerdeydi.

[17]             S. Bayrav.- Robert de Clari ile Villehardouin’in vekayinâmelerinde İstanbul, in Türk Kültürü 163, Mayıs 1976, s. 413.

[18]             J. A. van Egmont and J. Hyman.- Travels through part of Europe, Asia Minor, Vol. I, London 1759, s. 308.

[19]             ibd., s. 314-5.

[20]             B. Hrozny.- op. cit., s. 254-5. Aynca bkz. C. I, s. 89

[21]             Exodus (Kitab-ül Hurûc), III/13-14.

[22]             B. Hrozny.- op. cit., s. 253-4. Aynca bkz. C. I, s. 74-5.

[23]             Biz bunu daha önce (C. I, s. 68), son tahlilde belki de aynı kapıya çıkabilecek başka kökene bağlamıştık.

[24]             B. Hrozny.- op. cit., s. 209-10.

[25]             Nonnos.- Dionysiaca I/408, transl. W. H. D. Rouse, London 1962.

[26]             A. R. Yalman.- op. cit. I, s. 167-8.

[27]             ibd., s. 273.

[28]             ibd., s. 274-5. Kitabın ilk baskısının kısım kısım 1931 ile 1939 yılları arasında basıldığını, dolayısıyla gözlemlerin 1931’den öncesine ait oldukları hatırda tutulmalıdır.

[29]             Bugünün dünya mizahı, bu “süs”leri “şiddet, sertlik”, bir kelimeyle boğanın niteliklerinin tersi olarak ele almaktadır.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.