Hint-Avrupa kültürünün en aşağı hayvancı kültür unsurlarıyla Ön Asya’dan çıkan, yani güney kökenli Bronz Devri’ne ait çiftçi kültürü unsurlarının bir karışımı olması gerektiği ileri sürülür. Hint-Avrupalıların bir kolu, Ari’ler adı altında, Baktriane’ye, bugünün Afganistan’ının kuzey kesimine M.Ö. VI. yy.da Zerdüşt’ün ilk müritlerini topladığı ülkeye göç etmişler, oradan da, yani kuzeyde Ceyhun (Oxus) ırmağıyla güneyde Hindukuş dağları arasındaki bölgeden iki kola ayrılarak bir kolu İranlılar, öbürü da Hintliler namıyla yaşam sürdürmeye devam etmişlerdir. “Veda rahipleri ayinlerinde Hint-Avrupa âdeti veçhile arpa kullanırlardı. Ari’ler buğday ekimini nispeten sonraları, Pencap’ta kendilerinden evvelki köy kültüründen öğrenmişlerdi. İranlıların da aynı şeyi İran’da öğrendikleri gibi. Aynı suretle Hint-Avrupalıların kaplan, fil, manda, pirinç vs.yi ifade eden kelimeleri de yoktu… Ari’lerin esaslı servetleri sığır sürüleri idi ve harplerini muharebe arabalarıyla yaparlardı. Bu suretle onlar, çoban muharipler olarak tavsif edilmektedirler. Fakat ziraat da yaparlar, çift sürmek suretiyle arpa ekerlerdi… Bu hayat eski İranlılarınkine benzemekteydi… Kavgalar iki kavim arasında değil, taraftarlarıyla beraber iki ailenin mücadelesinden ibaretti. Neticeyi tayin eden, kahramanların başa baş dövüşleri idi. Hint destanındaki bu hareketler bize, Orta Asya Türk destanlarındakini hatırlatmaktadır… Hatırlamalıdır ki Hint-Avrupalılarda kan gütme âdeti vardı… eski Ari’lerin buna çok düşkün oldukları muhtemeldir. Eski Hint-Avrupalılar eni konu eski Türk’lere benziyorlardı. Fakat aralarında esaslı farklar da vardı. Meselâ bu Türk kahramanları ekseriya at sürüleri besliyorlardı…”
“Hintlilerle İranlıların müşterek olarak malik oldukları şeylerin hemen hepsi Arî…dir… Her kültürde olduğu gibi Hint-Avrupa kültürünün de bir selefi vardır. İnsanlığın ve dolayısıyla Hint-Avrupalıların bir orman devrinden bahsedilmekte ve ağaç ibadetinin de birçok şeyler meyanında bu devirden kalma olduğu kabul edilmektedir… Rigveda’da orman perisi hakkında güzel bir şarkı vardır. Tenha ormanın esrarlı seslerini, dalların çarpmasını vs.yi işittiği zaman insan bu perilerin varlığını hissetmektedir. Ormanın bu tenhalığından doğan korkunun çok eski bir gelenek olduğunu kabul etmekle beraber hakikaten menşei Hint-Avrupa kültürünündür. Ateş tanrısı Agni ağaçların odununda oturmakta ve odundan tomurcuk olarak meydana çıkmaktadır. Dünya yaratılırken ateş ağaçlara yerleştirilmişti.”
“Ateş ve ona ibadet… Hint-Avrupalılarda… ve bilhassa Orta Asyalılarda müşterek bir âdet olarak görülmektedir… Bazı Brahman ailelerinde, evlerinin muayyen bir odasında sabah ve akşam üzerleri vuku bulan ateş ibadetleri Veda zamanından bugüne kadar hâlâ devam etmektedir. Burada hâkim olan sihrî kanaat, ateşe ibadetin güneşin her günkü çıkışına yardım ettiği… merkezindedir… İbadet şu şekilde olmaktadır: seher vakti Brahman, için için yanmakta olan tezek ateşini bir kanatla parlatmakta, üç ateşe süt ve tereyağı dökerek su serpmekte ve bu arada Veda şarkıları söylemektedir… İran’da ateşperestlik Zerdüşt dininin esaslı bir unsuru halini almıştır…”.[1] Diğer taraftan kurban ateşi kadının cinsî uzvuyla bir tutulmuş. Gerçekten çok eski bir Hint inanışına göre ateşin menşei kadının rahmidir.[2] Hani bugün delikanlılar öğünürlerken “ateş çıkartırım!” derler ya… Devam etmeden önce I. ciltte verdiğimiz, H. Zübeyir Koşay’ın aktardığı hikâyeyi hatırlatalım: “… Kütahya’ya göçmen olarak gelen Karakeçili aşiretinden Aloğlu karısı Sedef bacı beni de çadırlarına götürürdü. Her sabah ilk ateşi yakarken taze yayık yağından bir kaşık alır, ateşe atar ve şunları söylerdi: od ana, od ana! Yani Ateş Ana, Ateş Ana…”[3] Bir şey eklemeye gerek var mı?
Güneyde, Nurhak dağlarında yaşayan Türkmen oymakları her cuma günü ocaklara bir kıymık yağ atarlar ve kokusu ölülerin canına değsin derler.[4] Keza aynı yörenin adamları “hamur yoğururken bizim avratlar hamur kıvamını bulunca iki parmaklarını basarlar. Buna ‘iş etme ana’nın parmağı derler” diye anlatırken[5] bir yardımcı tanrıçayı söz konusu etmiş oluyorlar, tıpkı İstanbul’da, kadınların, bir işe başlayacaklarında o işin kolay olması için “benim elim değil, Fatma anamızın eli” dedikleri gibi. Burada tanrıça İslâmî şekle girmiş oluyor.
“Od ana”, Harezm ve Maverraünehr’de hayvancı kabileler arasından çıkmış Zerdüşt’ün dinine bağlı ateşe tapanları ifade eden mugan şekliyle Divan Edebiyatı’ndan eksik olmamıştır, az çok mana değişikliğiyle: “Pîr-i mugan” kâh tarikat pîri, kâh meyhaneci yerine kullanılmış; Zerdüştlüğün ilk devirlerinde bu dinin salikleri şarap satıcıları idiler.
“Zehr-âb ise de nûş edelim verdiği câmı
Tek düşmeyelim pîr-i muganın nazarından” (Nabi)
“Meydir muhâk-i âşıkan âşûb-u dil ârâm-ı cân
Sermaye-i pîr-i mugân, piraye-i bezm-i sanem” (Nefi)
“Ey sufi Cenab-ı Hâlik-i mutlak
Bu şarabı bize in’am eylemiş
Çok medhetmiş anı Kuran’ı aç bak
Mümin olanlara ikram eylemiş”
“Biz içeriz lâkin etmeyiz isyan
Helâl etti bize onunçün Subhân
Namaz kıldırmaya bize her zaman
Bir pîr-i mugân imam eylemiş”
…
“Zemzemi terkeyle nûş eyle şarap
Hakikatte şarap içmek pek sevap
Bir pîr-i mugana eyle intisap
İhsan etsin sana iç âb-ı hayat” (Harabî)
“Resûl-i Ekrem bu semada (1. kat semada) iki ırmak gördü. Cebrail’e bunların ne olduğunu sordu. Cebrail, bunlar Nil ve Fırat’ın membalarıdır, dedi.
Resûl-i Ekrem ilerde bir ırmak daha gördü… Bunları Cebrail’e sordu. O da, bu ırmak Kesver nehridir ki senin için yaratılmıştır, dedi”.[6] Anladığımız kadarıyla Bektâşî (Edip) Harabî Dede, Cennet’teki “Ab-ı Hayat” deresi Kevser’i şimdilik Ali’ye emanet edip kendisi pîr-i muganın (meyhanecinin) “ab-ı hayat”ını yeğ tutuyor.
Sinoplu Bektâşî şairi Rasim (1829-92) de Muhammed’le Ali’yi eş tutarak bu konuda şöyle diyor:
“İkilik davasın eyleme kardeş
Ezelden bir nurdur Muhammed Ali
İkisi bir dondan gösterdi bir baş
Bir oldu meşhurdur Muhammed Ali
….”
“Birliğe eren can ikiden geçen
Özün idrâk edüp hak nedir seçer
Çeşme-i vahdettir ol dolu içer
Saki-i tahurdur Muhammed Ali”[7]
“Hacı Bektaş Hünkâr, mübarek ağzını açıp ben dedi, Kevser sakisi, âlemlerin rabbi Tanrı’nın aslanı, vilâyet padişahı, mü’minler emîri Hazret-i Ali’nin sırrıyım…”[8] demiş.
Ve bir “tercüman-ı saki:” “Erenler meydanında saki-i merdana aşkolsun. Muhip hanedanın kalbine pür nur pür şevk olsun. Erenler meclisinde daim şakilik edene aşk olsun. Hüseyin ile Hasan aşkına içen canlara aşk olsun bercemali zat-ı pak Ali âbar’a salavat”.
Bir diğeri: “Teşneyim ab-ı tahura nasip et barı hüda-i hakkı ezip ver ab-ı engûrü Muhammed Mustafa hakkı oluptur saki-i kevser Ali-ül Mürtezâ hakkı sel ettim gözüm yaşın Hüseyin Kerbelâ hakkı bercemal-i zat-ı pâk Ali âbar’a salavat”.[9] Peygamber’i “günah”a ortak etme eğilimi sezilmiyor mu?… Tahtacı bunu doğruca yapmış. Bunu bize K. Özbayrı anlatıyor[10]: “Hz. Peygamber zamanında Cem Evi’ne kırk kişi toplanmışlar. Ayin yapılıyormuş. Sema yapılırken Cem Evi’ne yabancı kimse giremez.
Kapıda bir nöbetçi bulunur. Adına Musahip denilir. Hz. Muhammed Cem Evi’ne girer ve Hz. Ali’ye hitaben “Merhaba Pirim Ali” der. Ali sadece ‘biz kırk kişiyiz, içeriye başka kimse giremez’ cevabını verir. ‘Siz otuz dokuz kişisiniz, kırk kişi değilsiniz’ diyen Hz. Muhammed hazır bulunanları bir bir sayarak bir üzüm tanesinin suyunu kırk kişiye sunar. ‘Benimle kırk oluyorsunuz’ sözüyle sunağı içen kırk kişi[11] mest olur ve sema dönülmeye başlanır.”
“İbadet yaparken dolu[12] yani rakı içmelerini Tahtacı’lar böylece Hz. Peygamber devrine bağlamak isterler. Dolu, yani rakı içilirken kadeh avuç içinde saklanacak şekilde tutulur. Dolu, ara vermeden arka arkaya üç defa, içerde bulunan erkekler tarafından içilir.[13] İbadet ondan sonra yapılır. Bir kimsenin Aleviliği ancak Kırklar Semaı’nın ne olduğu hususunu bilmesi ile mümkündür”.
Gülbank ile Tercüman arasındaki fark *
Bu vesileyle sık sık karşılaşacağımız “Gülbank” ve “Tercüman” arasındaki farkı belirtelim. Farsça gulbâm-gulbâng, yüksek sesle hep birden yapılan alkış. Gulbâng bülbül sesi manasına da gelir.[14] Osmanlıcada da az çok aynı manayı muhafaza etmiş. Eskiden okula başlayan çocukların okulun önünde hep birden ettikleri dua da bu adla anılırmış.[15] Bektâşî’lerin sofra gülbangı gibi Yeniçeri’lerde, sair gülbanklar arasında, bir et gülbangı vardı: “her sabah Etmeydanı’ndan alınan etleri seğirdim ustaları getirdiklerinde, bütün seğirdim usta ve neferleri kışlanın ortasındaki meydanda toplanırlar, usta çavuş denilen seğirdim aşçılarının meydan şeyhi adı verilen en büyük üç zabitinden biri gülbang taşı üzerine çıkar, sağ elini sol omzuna, sol elinin parmakları da sağ omzuna gelecek şekilde kavuşturarak gülbang çekerlerdi. Ulûfe dağıtılırken matbah-ı âmire’de hazırlanan çorba, pilâv ve zerde Bab-ı Saade önüne konur, Yeniçeri’ler de bunları alıp sarayın avlusunda yerlerdi (communal meal). Yemeği yemeleri itaatlerine… hamledilirdi… yemekten sonra Ortakapı’ya gelirlerdi. Bu sırada Ocak Başçavuşu Kubbealtı’nın önünde durur, ellerini yukarda tarif edildiği gibi bağlar, sonra yüksek sesle şu gülbanğı çekerdi: “Allah Allah illâllah, baş üryan, sine püryân, kılıç alkan, bu yerlerde nice başlar kesilir olmaz hiç soran. Eyvallah, eyvallah, kahrımız kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz Padişâh’a ayân, üçler, yediler, kırklar[16] gülbang-ı Muhammedi,[17] Nûr-u Nebî, kerem-i Ali, pirimiz sultânımız hünkârımız Hacı Bektâş-ı Velî demine devranına hû diyelim hûûû…”
Bektaşî’lerde bir “tâlib”in “nasîb” alması sırasında çekilen gülbang da şöyle: “Allah Allah, hizmetin kabûl ola, muradın hasıl ola, elhâk yardımcın ola, Muhammed Ali yârânın ola, hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî destgîrin ola, menzilin pâk ola, günahların affola, kısmetin ganî ola, üçler, yediler, kırklar,[18] hazır ve gaib erenler gözcün ola, gerçekler demine hûû”.[19]
Esas itibariyle Bektâşî alanına özgü gibi görünen “gülbang” tabirinin Mevlevî’lerce de kullanıldığını görüyoruz. İfadenin daha “orthodox” şekline rağmen, özellikle son cümle bir Bektâşî etkisini ayan ediyor: “Vakt-ı şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ ola, Allah-ü azîmuşşân isim ve zâtının nûriyle kalbimizi pürnûr ve münevver eyleye ve niyazımız dergâh-ı izzetinde kabûl ve makbûl ola, demler safâlar müzdâd ve kulûb-ı aşıkân kuşâd bâd, dem-i hazret-i Mevlânâ sırr-ı Şems, kerem-i imam Ali hûû”.[20]
Ve gülbang-ı tevhid, gülbang-ı cünûd (cündler- askerler), gülbang-ı bülbülân… Bunlardan bazıları da Yezid ve tevabiini lânetler.
“Erişe müjde-i feth ü zafer etraf u eknafa
Tuta dünyayı hep gülbang-ı kûs u nusret avâzı” (Nefi)
J.K. Birge, gülbang ile terceman arasındaki farkı lâyıkıyla saptayamadığını ifade ediyor.[21] Bu sonuncusunu A. Gölpınarlı’nın kaleminden izleyeceğiz.[22]
Terceman, genellikle manzum olup gülbang, terceman gibi belli ve tertiplenmiş olmakla birlikte daha uzun ve mutlaka mensurdur. Fütüvvet erbabıyla, hemen bütün fütüvvet erkânından olan Bektâşîlik ve Mevlevîlikte, erkân sırasında veya bunun dışında, herhangi bir iş yapılırken okunan sözlere terceman denir. Bunu şeyh tek olarak yüksek sesle okur. Hâlbuki gülbang çekilirken hâzirûn işe karışır: Mevlevîler dışındakiler, başta Bektâşîler olmak üzere, gülbang çekilirken bir ağızdan ve yüksek sesle durmaksızın “Allah Allah” diye bağırırlar, sonunda şeyh tarikat pirinin adını anarak “hû” deyince hepsi de “hû” çeker ve gülbang biter. Bu arada, Bektâşî’lere özgü hareketler de vardır; bunlar elerini mühürleyerek, yani parmaklar düz bir halde, sağ ellerinin bir kısmını sol ellerinin üstüne kapayarak yere kapanırlar, alınları ellerinin üstüne gelir; gülbang bitince, ellerini öpüp kalkarlar. Burada el ve zemin (toprak)’m sembolik değeri aşikâr oluyor.
Aslında çok uzun olan bu sorunlar üzerinde fazla eğlenmeyeceğiz. Her ne kadar Mevlevîler bunlara sahip çıkmaya yeltenmişlerse de üzerlerindeki Bektâşî damgası açık seçik olarak görülür. Sözü Alevî-Bektaşî tercemanlarından biriyle keselim, “Çerağ uyarma (mum yakma)” tercemanıyla: “çerağ-ı rûşen, fahr-ı dervişân dem-i âlişân, küşad-ı şüden-i meydan, kerem-i şâh-ı merdan, dem-i pîr-i pîrân, şâh-ı Horasan, ber cemal-i Muhammed, kemâl-i Ali, nûr-u İmam Hasan ve İmam Hüseyin, Al-i Muhammed râ bülend salavat”. Ayrıca, çerağların uyarılmasında kullanılan ince mumun “dinlendirilmesi” de bir terceman vesilesidir.
Dönelim “mugan”ımıza. VlII. yy.da Buhara’nın bir ilçesi, İbn Kutayba’nın kenti almasından sonra, yabancı kökenli ve Kash Kushan diye adlandırılan (bunların Kuşan ya da Eftalî’lerin ahfadı oldukları sanılıyor) zengin tacirlerin oraya çekilmeleri sonucunda büyük önem kazanıyor. Bahçeler içinde yüzlerce köşk inşa ediliyor. İlçe “Kûsk-ı Mugan” adını alıyor ve burada ateşperest mabetleri bulunuyor.[23] Sonunda Müslümanlar burasını da bildikleri gibi tesviye ediyorlar…
“… Penceresiz, yalnız geniş ocağın baca deliğinden ışık alan orta direkli damın içinde ihtiyar nine ip eğiriyordu. İki küçük çocuk yerde serili hasır üstünde, bir çam yuvarlağına kertilmiş oyuklara başlarını koyarak mışıl mışıl uyuyorlardı. Bu oyuklar onların baş yastıklarıydı. İhtiyar nine bir aralık ip eğirmeyi bıraktı, Bereket Tanrıçası Kupapa’yı temsil eden bir küçük idolü eline olarak duaya başladı: ‘Tanrım! Çocuklara kısmetlerini ver, hayvanlarımızı bataklıklardan, kurtlardan, hırsızlardan (uğrulardan) koru; bey’in vergisini vermeye yardım et; iyi kalpli dostlar sağla; hastalıklardan, kaza ve belâlardan sakla; yolda kalanlara yardım et’. Bunları söyledikten sonra ocakta yanan ateşe, o çağda pek değerli bir meta olan tuzdan bir cimcik serperken ‘od ana, od ata’… dedi”. Böyle tasvir ediyor bir arkeolog şimdi Keban sularının altında kalmış yörenin kadim yaşayışından bir sahneyi.[24]
Her ne kadar “od-ot”, “İnşa. Isıtma ve Aydınlatma” cildinde ayrıntılarıyla ele alınacaksa da onu şimdiden topraktan, bereket tanrıçasından koparamıyoruz.
Hindistan’da Videha’ların bir kabile masalı, toprakların nasıl ateşin yardımıyla ellerine geçtiğini anlatmaktadır. Ateş, Veda Arî’lerinin en büyük ilâhlarından biriydi. Aydınlatma ve ısıtma kabiliyetinin yanı sıra ormandan, cengel (jungle)den “tarla açma”ya çok elverişli bir vasıta idi. Kutsiyetinin bir bölümü buradan gelmiş olabilir.[25]
Ağaç ve su kültü üzerinde aşağıda uzunca duracağız. Ama daha şimdiden ağaca “takılma”dan yürüyemeyeceğiz.
“Ağaç” sözcüğünün yerden yükselen anlamına gelen “ağmak”tan türediği ileri sürülüyor.[26] Agni’nin ağacın odununda oturması boşuna olmasa gerek: “Odun (otun-Çağatay), ot-od, yani ateş olan ve ateşe yarayan şey”, “utanmak-otanmak, od-ot, yani ateş kesilip kızarmak, haya ve hicap etmek”; “otag-otağ”, od-ot, yani ateş yanan yer, büyük çadır” tariflerini veriyor BTL, od’la odun’un yakın ilişkisini vurgulayarak. Grek αίδώς da “şeref hissi, utanç, saygı” karşılıklarından oluyor (YTS).
Buddha, Şakya kabilesine mensup olup sembolleri karamuk ağacı ile ayak izidir. (Hz. Ali’nin at nalının izini hatırlamamak mümkün olmuyor).[27] Şakya ismi, Şaka ağacından (Tectonis grandis) alınmadır. Rivayete göre güneş hanedanından[28] kral İkşvaku’nun dokuz çocuğu[29] bir harem entrikası sonucu yerlerinden kovulmuşlar ve cengel (jungle) de bir şaka ağacının yanına yerleşerek Buddha’nın doğduğu kent olan Kapilavustu’yu kurmuşlardı.
Ağaç hikâyesi, totemist bir mahiyet taşımakta ve bazı hindologlar, Şâkya ismini sonradan Saka diye anılmış ve Hindistan’ın kuzey batısını zapt etmiş İskit’lerle ilgili bulmaktadırlar.
Şakya’ların en yakın akrabaları Koliya’lardı. Bunların da adları kola ağacından alınmaydı. Buna dair bir de rivayet vardı: Benares’li kral Rama bir hastalıktan dolayı cengelde bir kola ağacının kovuğunda yaşıyordu. Günün birinde ormanda bir yeraltı mağarasında nişanlısını bulmuştu. Bu, aslında büyük bir yayılma alanı bulmuş bir masaldır. Bu kız, mezkûr kral İkşvaku’nun en büyük kızıydı.
Oğuz’un da başından benzer şeyler geçmişti: bir gün avlanırken ormanda bir ağacın kovuğunda karısını bulmuştu.[30] Kıpçak’ın mümasil öyküsünü evvelce anlatmıştık.[31]
Gerçekten ağaç, Buddha’nın yaşamında çok önemli rol oynamıştır. Annesi onu bir nevi ağaç perisi olarak ayakta bir ağacın altında dünyaya getirmiş ve Buddha ilk terbiyesini, ilk ve yaşayışında etkili olan bilgisini yine bir ağacın altında almış ve bir ağacın altında ölmüştü. Onun soy masalı Arî’lerin değil, Totemist ve Şamanistlerin malı olmalıdır.
Bunların yanı sıra Uygur’ların ilk dedeleri de, bir ağacın budaklarından dünyaya gelmişlerdir. Bu itibarla Buddhist masalının Türk veya genellikle Orta Asya masalıyla ilişkisini daima göz önünde tutmak gerekir.[32] Böylece de Uygur’larla Buddhism arasındaki ilk rabıtaya dokunmuş olduk. Gelelim şimdi meselenin sair veçhelerine.
“Tenevvür etmiş” demek olan Buddha’dan bir kaç tane varsa da esas Buddhismin banisi, yukarda sözünü ettiğimiz Şakyamuni, yani “Şâkya’nın Akil’i” Buddha’dır. Prens olarak doğmasına rağmen kendi arzusuyla baba evini terk edip inzivaya çekilmek suretiyle hak yolunu aramaya çıkmış, İran’da Zerdüşt’ün az çok çağdaşı sayılabilecek bir fani idi. O tarihlerde (M.Ö. VII. – VI. yy.) Hint kültürünün Asya üzerindeki etkisi, Helen kültürünün Batı üzerindeki etkisine muadil olup Buddhism, Hint kültür değerlerinin çoğunun bir nevi taşıyıcısıydı. Başlıca yüksek kültür merkezlerinde eski sosyal ve dini müesseseler, çok daha muğlâk iktisadi ve siyasî faaliyetlerin baskısı altında ve kentleşme evrimiyle yeni devletlerin toprak genişlemesine ve bariz iktisadı ve siyasî gelişmeler, ciddî içtimaî karışıklıklar, sıkıntılar ve geleneksel dinî bağlılıkların kaybına bağlı olarak çöküyordu.
Değişme süreci içinde yeni felsefî ve dinî hal çareleri aranıyordu. Sokrates, İsrael peygamberleri, Konficius, Buddha, ayrı ayrı yollardan eski değerlerin sistemli eleştirisini, var olmanın ve insanla toplumun tabiatının yeniden tarifini daha evrensel, daha mütealî çerçeve içinde yapıyorlardı. Yeni bir kültür sistemi bina ediliyordu.
M.Ö. VII. ve VI yy.larda Hindistan’da tarımsal üretim, para ekonomisine dayanan bir kentsel ticaret, yeni fakat gün geçtikçe etkin bir orta sınıfla rasyonel bir bürokrasi, ciddî gelişme arz ediyordu. Ama bütün bu ilerlemeler, toprak ve iktisadî olanak peşinde koşan harpçı devletlerin mücadelesiyle dengeleniyor, bu arada azınlıklar kökten sökülüp toplumsal dayanışmanın geleneksel şekilleri aşınıyordu. Bu da, gerçek ve derin bir fikrî ve ruhî rahatsızlık yaratıyor, bütün dünyevî faaliyetler ve hatta bizatihi hayatın değeri, o güne kadar eşi görülmemiş bir keskinlikle bahis konusu oluyordu.[33]
Bundan bin yıl sonra Asyalı Türk hakanının sarayında Hindistan ve Çin’den gelmiş Buddhist rahiplerin Hristiyan Grek ve Zerdüşt saliki İranlılarla din tartışmasına giriştiklerini görmüştük.[34] Buddhist rahibi hiçbir karmaşık mücazat ve necat, peygamber ve azizler sistemi arz etmiyordu. Ortada fikrî rehber olarak yaşamış, her gerçek insanın yaşadığı gibi yaşamış bir adamın öğretileri vardı. Ama özelliği sağlam bir gerçekçilik olan Asya’nın adamına yakın geliyordu bu öğretiler. Ve Uygur, Buddhist oldu; ters geldi ona Musa ile İsa ile “uğraşmak”!
Adını Sanskritçe “manastır” demek olan vihara’dan alan (Çincedeki çevri-yazı Pu-ho, Soğdakça Pog’r) Buhara, Semerkand’la birlikte, İran asıllı topluluklardan Soğdak’ların oturduğu Sogdiana bölgesinde, Zerefşan ırmağı üzerinde kurulmuş ve Buddha dinine bağlı önemli bir kültür merkeziydi. IX. yy.da Müslümanların eline geçtikten sonra Buddhist manastırları İslâm tekkeleri, mabetleri de camiye tahvil oldu. Şehir, İslâm inceleme ve araştırmalarının önemli bir merkezi olmuş, “Camiüs–sahih”in yazarı IX. yy.da burada yetişmiş, büyük Türk feylosofu İbn Sina da 980’de Buhara’nın Efşene köyünde doğup büyütmüştür.[35]
Böylece meydana gelmiş tekkelerin, zaviyelerin, daha genel olarak İslâm düşününün o tarihlerde Buddhismden geniş ölçüde esinlenmemiş olduğu söylenemez. Bir gün Prof. F. Nafiz Uzluk, İsmail Hüsrev Tökin beye Buhara’da kazılardan çıkmış taş kabartmaların resimlerini göstermiş. Tökin bey bunları Mevlevi sanmış; sikkeden tennûreye kadar her şey tıpatıp aynıymış. O ise ki bu kabartmalar Uygur Buddhist rahiplerini temsil ediyormuş![36]
Bu etkiyi kanıtlayacak başka belgeler de var. Gerçekten Tomaschek’e göre de Sanskrit Vihâra kelimesi Eftalî Hun devletinde ve sonradan Uygur ve Moğollar arasında Bukhâr şeklini almış olup buna İranlılar arasında Bahâr şekliyle rastlıyoruz; nitekim, diyor mezkûr uzman, Belh civarındaki Buddhist Nevbahâr (“yeni manastır”) mabediyle aynı isimli sair yerler bunu kanıtlar..Semerkand (“semiz-kent”, yağlı, yani zengin kent) ve Buhara’da Nevbahâr kapı’larının bulunması bu son İranî şeklin kullanıldığını gösterir.[37]
Mezkûr Buddhist mabedi Müslümanlardan da büyük rağbet görüp İbn el- Fakih tarafından ayrıntılarıyla tasvir edilmiştir. Bu sonuncusuna göre bu mabet, Çin imparatorlarıyla Kâbül’ün hâkimi Kâbul-şah’ınki ile aynı akideye sahip putperestlere aitti; putların en büyüğüne tazimde bulunmak üzere çok sayıda hacı gelirdi buraya. Nevbahâr’ın idaresi Barmakî ailesinin elindeydi.
Böylece Buddhistlerle Müslümanlar arasında geniş bir kültür-inanç alışverişinden söz etmenin yerinde olacağı görülür. Bunun ucunu Çin’e kadar uzatmak da mümkündür: Buddhist keşişlerine, hatta bugün dahi Moğolistan’da verilen Türkçe toyin adı Çince tao-jeu, “doğru yolun adamı (Tao)”dan geçme olup XIII. yy.da bu tabir çok yaygındı. Awfi’ye göre Kara Khitay’larla Uygur’lar kısmen güneşe taparlardı; kısmen de Hristiyan’dılar; genellikle bunların arasında, Musevilik dışında bütün dinlerden insan bulunurdu. Bahşî sözcüğü (Sanskrit aslında bhikshu, Çince po-shih, yani “bilgin adam, muallim”) başlarda sadece Buddhist târik-i dünyalarına verilen bir ad iken bu sözcük Moğol devletinde “kâtip, memur” manasına gelir olmuş. Buradan da Moğol’ların hizmetinde bulunan aydın Uygurların Buddhist ruhban sınıfına mensup bulundukları anlaşılıyor. Uygur Buddhistleri, bugünkü Moğolistan Buddhistleri gibi, mukaddes kitaplarına nom derlerdi ki Süryanîlerin de kabullendikleri bu Grek sözcüğünün Uygur ülkesine Manihaistler tarafından taşındığında şüphe yoktur.[38] Uzak-Doğu ile Ön Asya birbirlerine o kadar yakınlaşmışlar ki!…
Kuşan egemenliğinin Hint kültürü ve onun Orta Asya’da yayılması bakımından büyük önemi tarihçilerce belirtilmektedir. Kushan devleti Hint rahiplerine, müstamerecilerine, tüccarlarına, Çin hacılarına vs.ye bütün Asya’yı dolaşmak, Hint irfanını ve özellikle Buddhizmi yaymak müsaade ve olanağını vermekteydi. Buralarda Buddhism, aydınlara insanı seven ve selâmet getiren cephesiyle ve diğerlerine de hayli karışık sihir tarafıyla etkili oluyordu. Buddhismin içine sihir karıştırılmış şeklinin piri Asanga adında biri olup bu zatın bu dinin son halefleri olan İslâm fakirlerinin yaşadıkları Afganistan sınırındaki dağlarda yaşadığı biliniyor.[39] Karşılıklı epey alışveriş olmuş olmalı.
Çok eskiden beri Arî’lerin elinde demiri, buğdayı ve pirinci, yani o zamandan bugüne kadar devam eden kültür maddelerini görmekteyiz.[40] İbadet sırasında arpa kullanmak Hint-Avrupa, Arî ve Rig-Veda kökenlidir; fakat bu arada pirincin kullanılması halinde bunu sadece bir Hint âdeti olarak düşünebiliriz.[41] Gerçekten pirince, özellikle Hindistan’ın doğu bölgelerinde, tıpkı sair bölgelerde buğday ve arpaya olduğu gibi, kutsiyet izafe edildiği bir vakıadır. Hal böyle olunca, yukarıdaki sair verilerin de ışığında, akla bir bağlantı geliyor: 1. ciltte ayrıntılarını verdiğimiz, Mevlevi’lerin bir pilâv (lokma) pişirme ritüelinin kökeni, eski bir Buddhist ritüeli olamaz mı? “Bektâşî ve Mevlevi’lerde, pilâv tepsisine beraberce atılan kaşık bir birlik ifadesi olarak kabul edilmiştir. İcazet alan kişi, çile’sini doldurduktan sonra bir birlikte yemek merasimine iştirak eder. Burada geleneksel yemeklerden sonra bilhassa aşçı dede’nin pişirdiği pilâv tepsisi gelir…”[42] Hristiyanların Cena’sını hatırlamamak mümkün olmuyor. Bu komünyon’da kutsal ekmeğin yerini “kutsal” pirinç alıyor. Musa’nın anısına Musevî’ler de nisan ayının on dördüncü akşamı bir yemek sofrası etrafında toplanmazlar mıydı?…
Ege kıyılarıyla Arî’ler öncesi Hindistan’ının birbirine ışık tuttuklarından söz etmiştik. Bunlar Buddha, İbn-i Sina, Celâlettin vs.den çok, hem pek çok evvel vaki olmuştu. Ama sistem benzerliği, aslından fazlaca ayrılmadan devam etmiş.
Hindistan’ı terk eder etmez İskender ölmüş ve bu ülkede Çandragupta ilk büyük Hint devletini kurmuştu. Kendisi dindar bir Caina idi. Sonunda on iki yıl süren bir kıtlık ülkede baş gösterince, Çandragupta kendini feda etmiş ve derviş olarak Caina âdeti üzere ölüm orucuyla yaşamına nihayet vermişti.[43] Ortada, insan kurbanı âdetinin bir nevi devamı vardı. Bundan en az bin yıl öncesine dönelim, insan kurbanından yeni yeni vazgeçildiği çağlara: Lydia’da açlık ülkeyi kavuruyordu. Zebiha genellikle yüksek tabakalardan seçiliyordu. Kral Menes’in kendisi, tanrıları yatıştırmak üzere, kendini sürgüne mahkûm etti. Bunun için de Babilonya’ya, tathir işleminin büyük bilgi ile icra edildiği ülkeye vardı. Bir kuraklığa son vermeye matuf bu sürgünde, insan kurbanını öngören eski âdetlerin bir hafifletilmişini görmekte ittifak edilmektedir.[44] O ise ki Çandragupta, bin yıl sonra işi daha “keskin” tutmuştu.
Lydia-Babilonya-Hindistan! Sözünü ettiğimiz iki münteha ve aradaki mutavassıt bölge. Hemen ekleyelim ki kültür alışverişi bu güzergâha inhisar etmiyor. Harappa-Mohenco Daro, “mutavassıt bölgesi” vasıtasıyla Orta Asya, M.Ö. III. binlerde Ege kıyılarında olup bitenlerden haberdar oluyordu; istihbarat tek yönlü de değildi… Bazı benzerlikleri belirtelim:
Önce, kabilelerin genellikle ikiye ayrılması keyfiyeti bir sosyal nizamın temelini teşkil eder: meselâ Şakya’lar ve Koliya’lar; Güneş ve Ay hanedanı… Oğuz’lar da benzer şekilde ikiye ayrılmışlardı: İç Oğuz’lar ve Dış Oğuz’lar. Bu konuda sair Türk kabilelerini yalnız bırakmamışlardı. “Hiong-Nu teşkilâtında on ikisi sağ, on ikisi sol olmak üzere yirmi dört büyük memuriyet vardı; memuriyetlerin böyle sağ ve sol diye ikiye ayrılışını Tu-Kiu’larda gördüğümüz gibi sonradan meselâ Oğuzların içtimaî teşkilâtında, Moğollarda, Harzemşah’larda, Memlûklarda, Akkoyunlu’larda, Safevî’lerde de görüyoruz”.[45] A. Alföldi de “Atillâ’nın yanında bir ikinci naibin, Bleda’nın bulunması şahsî bir zevk eseri değildi; zira Hun’ların ondan evvelki kralının yanında da Oktar namında bir tane vardı… Demek ki çift krallık… bir müessese karakterini haizdir…” diyor.[46] Hindistan’da da kral ailesi yanında bir ordu kumandanları ailesi yaşardı.
İşin ayrıntıları bizi konumuzun uzağına götürebilir.[47] Biz Orta Asya-Hindistan ilişkileri üzerinde kısa birkaç sözle yetineceğiz: Hindistan’a demirciliği sokan, Asya içlerinden göçüp gelen ve bugün Asur[48] kabileleri olarak bilinen topluluklardır.[49]
[1] W. Ruben. – Eski Hint Tarihi, s.3-9
[2] M. Eliade. – Le Yoga, Paris 1977, s. 254
[3] Bkz. s. 903
[4] A.R. Yalman (Yalkın) – Cenupta Türkmen oymakları I, s. 133-4
[5] ibd.
[6] Tanrı Buyruğu II, s. 458. Isrâ Suresi, not. Isrâ, Miraç demektir ki aslı geceleyin yürümektir. Mirâç ise “uruç”, yani “yükseğe çıkma”dan müştaktır.
[7] M. Şakir Ülkütaşır. – Sinoplu Bürhanî ve Rasim, in TF 7, Şubat 1980.
[8] Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî “Vilâyet-Nâme”, haz. A. Gölpınarlı, s. 7.
[9] A. Yılmaz.- Tahtacılarda gelenekler, s. 51.
[10] K. Özbayrı. – Tahtacılar ve Yürükler, (Maisonneuve) Paris 1972, s. 15-6.
[11] Anlaşıldığı kadarıyla Peygamber dahil.
[12] Tarafımızdan belirtildi
[13] Bkz. C. I, s. 844
[14] GG.
[15] Bunun bir “intikal ritusu” (threshold rite) olduğunu “İnanç ve Âdetler” cildinde göreceğiz. Nitekim Bektâşî’lerde “nasib alma” merasimi de böyle telakki edilmiş olmalıdır.
[16] Tarafımızdan belirtildi
[17] Fariside “ezan” manasınadır (GG)
[18] Tarafımızdan belirtildi
[19] TA ve M. Z. Pakalın. – Osmanlı tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü, mad. “gülbang”
[20] TA.
[21] J.K.Birge. – The Bektashi order of dervishes, London 1965. s. 166.
[22] İA.
[23] W. Barthold. – Turkestan down to the Mongol invasion, s. 65.
[24] Ş. Işık. – Cın Cık, Keban barajı öyküsü. Ank. 1973, s. 26-7. Şerafettin Işık adı bu eserde ünlü H. Z. Koşay’ın kullandığı müstear addır. Kendi adıyla 1975’te neşrettiği “The history of a potsherd from the neolithic age… “Cıncık” H. Gürsoy tarafından İngilizceye çevrilmiştir.
[25] W. Ruben. – op. cit., s. 21
[26] H. Züber. – Dağlama sanatı (pyrogravure), in Sanat Dünyamız 15, Ocak 1979 s. 37
[27] Bkz. C. I, s. 297
[28] Aşağıda hanedanın bir kısmının güneşe, bir kısmının da aya mensup olduğunu göreceğiz.
[29] Bu dokuz rakamı da bizi haylice meşgul edecek.
[30] Rachmati – Bang. – Die Legende von Oghuz Khan, Berlin 1932, W. Ruben, op.cit, s.76’da zikredilmiş.
[31] Bkz. C. I, s. 113.
[32] W. Ruben. – op.cit., s. 76.
[33] P. A. Pardue.- Buddhism, in IESS.
[34] Bkz. C. I, s. 146.
[35] A. Dilâçar. – Kutadgu Bilig incelemesi, TDK yay. 340, Ank. 1972, s. 19
[36] Hikâyeyi İ. H. Tökin beyden dinledik. Resimlerin neşredilip edilmediklerini bilmiyoruz.
[37] W. Barthold. – Turkestan, s. 102 not 4.
[38] ibd., s.XVIII, XXIII, 388-89
[39] W. Ruben – op. cit., s. 199, 210
[40] ibd., s. 18
[41] ibd., s. 129
[42] Bkz. s.831-32, 834.
[43] W. Ruben. – op. cit., s. 159.
[44] R. Dussaud.- Prélydiens, Hittites et Achéens, Paris 1958, s. 95. Bkz. C. I, s- 80
[45] F. Köprülü. – Orta zaman Türk hukukî müesseseleri, in II.TTKg, s. 391. Biz bu sağ-sol telakkisinin hâlâ Hakkâri’de yaşamakta olduğunu daha evvel belirtmiştik. Bkz. C. I, s. 144, 247 ve dev., 260.
[46] A. Alföldi. – Türk’lerde çift krallık, in II.TTKg., s. 507.
[47] Bıınun için bkz. ayrıca W. Ruben.- op. cit., s. 78-80
[48] Mezopotamyalı Asur ile karıştırmamalı.
[49] W. Ruben. – Milâttan bin sene evvel Asya içlerinden muhaceret eden Hindistan’ın en eski demircileri arasında, in II. TTKg, s. 237 ve dev.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.