Bu kadar “tarif” şimdilik elverir, bundan böyle söyleyeceklerimize. Bakalım, biraz da “Toprak Ana” (Büyük Ana- Ana Tanrıça) ne diyecek, bize buğdayı, gülü uzatırken.
Tarihin “Doğu” olarak saptadığı coğrafî alan, Akdeniz tarafından bakıldığında Asya’nın bir perspektifi olarak belirir. Ama bir de, Nil’den İndus’a kadar uzanan Batı Asya vardır ki başlı başına bir varlık ifade eder. Bu bölgeye dahil bütün insanlar, uygarlığın en kadim odakları olan Mısır ve Mezopotamya’nın etkisine maruz kalmışlardır. Nil Delta’sının, Suriye’nin, Sümer’in, Susa’nın, Anau’nun, Pencap’ın yerleşik, kitleleri Ege kültürüne, Asianik’ler (Ön Asya’nın eski halkları)nınkine, yakından bağlıdırlar. Bunların hepsi bir ilkel ve oldukça mütecanis devamlılık arz edip anaerkil müesseseler ve tamamen toprağa bağlı Büyük Tanrıça kültü ile tebarüz ederler.
Bu yerleşik çiftçiler iki ayrı yönden gelen istilâlara hedef oldular: güneyden kuzeye Sami’ler, kuzeyden güneye de Hint-Avrupalılarınkine. Böylece de İran sınırları ve Mısır’la Mezopotamya arasında küçük devletler veya büyük imparatorluklar oluştu. “Doğu”, işte budur, hem Akdeniz’e, hem de Hint Okyanusu’na borçlu bir Doğu.
Coğrafya, K. Ritter’in ifade ettiği gibi,[1] dünyanın bir nevi fizyolojisi ve mukayeseli anatomisidir: nehirler, dağlar vs.nin her biri, kendi özel işlevi olan birer uzuvdurlar; her bölgenin bünyesi, milletin tarihî sürecinin bir sürükleyici unsuru olmaktadır.[2]
Ünlü botanist Vavilov’un az çok bütün besleyici bitkilerin ve de meyve ve ağaçlarımızın ilk olarak Yakın Doğu dağlarında yetiştiğini söylediğinden evvelce söz etmiştik.[3] Ancak yüksek verimli toprakların, büyük bayındırlık işleriyle nehir sularından “fethedilmeleri” gerekmiş ve bendi, kanalı inşa edilmiş. Nil, Mısır’ı; Sümer de çift suyun (Dicle ile Fırat) mansapını, yani Aşağı Mezopotamya’yı yaptı. Buradan da birbirine koşut olarak iki icadı insanoğlu kendine armağan etti: Mısır’ın arazi mesahası, Sümer’in kadastro sistemi. Her ikisi sayesinde de, tam mukanneniyet içinde büyük üretim sağlandı.
Ama bütün bunlar Mısır ve Sümerli “mühendis”in kendi kökeni, yaşamı ve ölümünün sırları konusunda önünde sayısız sorunun serilmesine engel olmadı. Ona zaman zaman bir takım izah şekilleri uzatıldıysa da karanlıkların örtüsü kalkmadı. Bununla birlikte söz konusu “Doğu” önümüze, yazının icadının yanı sıra, en şairane efsaneleri de serdi.
Bütün kadim uygarlıklar, hep söylediğimiz gibi, etkiler telâkisinin sonucudurlar; girift olmuş ethnie’ler,[4] içinde Hint-Avrupalı denen hareketlerin de yer aldığı ardı arkası kesilmez kabile göçleri, olabildiği kadar ayıklanıp tasnif edilerek ancak seçilebilir. Asya ile Helenistan arasında deniz, her zaman, bir hail olmaktan çok Ege adalarının zincirin halkalarını oluşturdukları bir köprü olmuştur.
Son yarım yüzyılın buluşları bize çok eski bir tarihî buhranın gerçeklerini öğretti; binlerce yıllık ilkel yaşam meydana çıktı ve uygarlığın etüdü yeni yeni yönler almaya başladı, tikel dünya hakkındaki görüşümüz genişlemekle kalmadı, şeklini de değiştirdi: insanoğlunun kökenleri hususunda her an yeni görüş açıları elimize geçer oldu. Bundan sadece, uzun seneler bütün uygarlığın tek beşiği sanılmakta acele edilmiş Orta Asya faydalanmadı. Özellikle eski dünyanın iki başka noktasından da özgün ve öğretici güç ve toplumsal bünyeler meydana çıktı. Hindistan ve Girit’in oluşturdukları bu iki kutupta tefekkür ışıldadı. Bir noktada yakınlaşan şaşırtıcı keşiflere olanak sağladı, bu kadim topraklar: sanki bu iki uç mihrakı aynı ana şule harekete geçirmişti; Helen öncesi Yunanistan ile Ari’ler öncesi Hindistan’ın bu iki istisnaî kültürünün her biri diğerinden aydınlanır. İran’la kuzey Mezopotamya mutavassıt merkezleri teşkil ederler. Bütün zincir boyunca bir ana uygarlığın etkisi düşünülürse de bu, hiçbir zaman yolun iki müntehasında olduğu kadar parlamamıştır.[5]
Ege – Hindistan uygarlık ekseninden hiçbir zaman fazla söz etmiş sayılmayacağız. Buralardan saçılan ışıkların bir taraftan Asya içlerine ve Uzak Doğu’ya, öbür taraftan da Akdeniz havzasına yayılmış olduğu, buralardan da bu mihraklara ışınların geldiği bir olgudur. İnançlar sisteminde kesinlikle saptanmış ve sırası geldikçe zikredeceğimiz İzafî vahdet, bu eksenin, orduların, kervanların, hacıların, mimarların gelip geçtikleri, buluştukları, her türlü düşünce alışverişinde bulundukları bir yol olduğunun gösteriyor. Anadolu’da yaygın “hayat ağacı”, yine bu yarımadanın bazı bölgelerine has tavus kuşu motiflerini Pakistanlının evinin duvarlarında görmek, sihri gücüne inanılan bir çizgi şekline Afganistan’da da rastlamak. Çatal Hüyük’te ele geçen Ana Tanrıça heykelciklerinin bu sonuncu ülkenin Mundigak bölgesindekilerle müşabehetini,[6] yine burada bulunan kamburlu boğalarla Kıbrıs’takilerin ayniyetini görmek,[7] uygarlığın tek bir odağın ürünü olduğu görüşünü silmeye yeterli oluyor.
M.Ö. III. ve II. binlerde, Karadeniz’le Baltık arasındaki bir sahadan her yöne, Atlantik’e olduğu kadar Asya ve Akdeniz’e doğru, istilâcı fırkalar yayıldı. Büyük bir teknik üstünlüğe sahipti bu adamlar: evcilleştirilmiş atla harp arabası bunların hızlı yer değiştirmelerini ve bir ölçüde de, zaferlerini izah eder. Zamanında bu “silâh”ları ele geçiremeyen eski yerel halklar genellikle ya yok oluyor, ya da karışıp temessül ediliyorlardı.
Başlangıçta bütün bu âlem, aynı bir dilin çeşitli lehçeleriyle meramını ifade ediyordu. Ama zaman geçtikçe doğal olarak birbirlerini anlamaz oldular, dilin sesleri değişti. Gark edip erittikleri değişik halklardan geçen heceler de dilin farklılaşmasına yardım etti. Artık birbirlerini tanımıyorlar ve aralarında acımasızca dövüşüyorlardı. Grek ve Romalılar dahi, dillerinin ne derece yakın olduğunun hiç farkına varmadılar.
Göç etmiş her grupta müşterek olan bu uygarlığın, bu müşterek düşünce sisteminin, göçün sürdüğü asırlar boyunca ve yeni koşullar altında, mağlûpların ya da haylice farklı komşu halkların temasıyla ne hale geldiğini bilmek ayrı bir sorun oluyor. Büyük ihtimalle ilk uygarlıktan çok az şey kalmış olmalıdır; gerçek de bu merkezdedir: bugün bilindiği kadarıyla, dillerinin Hint-Avrupalı yapısına rağmen, en eski “gelmiş”lerden ve ilk defa arşiv tutmuş olan Hitit’lerin din ve tazim ettikleri tanrıların meselâ Hint’te bulunanlarla hiçbir ilişkisi yoktur. Buna karşılık, birçok başka hallerde, ilk uygarlığın esas unsurlarının muhafaza edilmiş olduğunu da görürüz. Roma bu “muhafazakâr” topluluklardan birini teşkil ediyor. Nitekim Hint – İran ve İtalyan – Kelt dilleri arasında lügatçe tekabülü tespit edilmiş (M. Vendryes. — Les correspondances de vocabulaire entre l’indo – iranien et l’italio – celtique, in Mémoires de la Société de Linguistiques de Paris, XX, 1918) olup bu kavramlar listesinde dine ve özellikle kült ayinleri ve kurbana müteallik birçok kelime mevcuttur; böylece de Hint ve İran dilleriyle iki batı dilinde müşterek dinî geleneğin varlığı saptanıyor. Gerçekten bu müşterek lügatçe sadece kültle ilgili değil, aynı zamanda dinî – siyasî, dinî – hukukî, dinî – ahlâkî birçok kavramı da içeriyor; meselâ kutsal kral (rex), devletin en muhterem rahipleri (flamines), hukuk (ius), kanun (lex), iman (credo, fides)… Bu Hint-Avrupa alanının iki ucunda, sosyal örgütlenmeye, davranışlara ya da dinî tavır ve temsillere bu kadar sıkıca bağlı bir lügatçe ancak bu kavramların ait bulundukları düşünce sisteminden önemli parçaların da kalmış olması halinde, düşünülebilir. Filhakika bazı dinî gelenekler kalmıştır.[8] Dumézil’e göre işlevin üçe bölünmesinin bir sosyal içeriği vardır: gerçekten Hint – Avrupalılarda toplumların rahipler, muharipler ve çobanlar – tarımcılar şeklinde bölünmüş olduğu bir devir yaşanmıştır. Ancak bu alanda da zamanla hayli değişme meydana gelmiş. Mezkûr uzman, bahis konusu olanın fiilî bir içtimaî yapıdan çok bir ideolojik yapı olduğunu ifade ediyor.[9]
Hintlilerin varna, yani toplumsal sınıflar (brahmanlar – rahipler, ksatriya’lar – muharipler, vaişya’lar – hayvancı, tarımcılar) sistemine varan toplum kavramı aslında Hint – İran alanına ait olmuş ve sadece Asya İranlılarında görülmekle kalmayıp bunların Avrupalı kardeşleri İskit’lerde ve günümüzde, bunların ahfadı olan Kuzey Kafkasya’nın Osset’lerinde de görülmüş.[10]
Roma-Hint müşabehetler silsilesine bazı misaller verelim. “Rahip” karşılığında kullanılan Latin flâmen ile Sanskrit brahman (“kutsal düstur”, rahip) arasındaki ilişki etimolojistler tarafından tespit edilmiştir. Keza Sanskrit rât, râj ve râjan (“kral”)ın İtalyanca-Keltçede mütekabili Latin rêx, rêgîna olmaktadır. Dinî gerçekler de incelendiğinde benzerliklerin, linguistik sorunların da üstesinden gelecek derecede dizgeli olarak karşımıza çıktığı görülür. Ayrıca rêx-râj, flamen–brahman İkililerini ayrı ayrı irdelememek gerekir zira Hint’te olduğu gibi Roma’da, bu adları taşıyan her iki kutsal kişi arasında özel bir ilişki bulunup bir noktada bir çift teşkil ederler. Gerçekten flamen dialis (Jupiter rahibi) müessesesinin tesisini Tite-Live (1.202) şöyle hikâye ediyor: Roma’nın ikinci efsanevî kralı ve Sabine’den gelmiş Numa Pompilius (M. Ö. takr. 715-672), harp dolayısıyla rex’in zarurî yokluğu sırasında kralın işlevi olan kutsal ayinlerin kalmaması için bunu ihdas etmiştir. Yani bu flamen, rex‘in bir dinî kaim makamı olmaktadır. Nitekim altında kraliyet tahtı, sırtında kraliyet hırkası vardır. Hint’e gelince, burada da râj (veya râjan) ile brahman arasında sıkı bir ortaklık görülür. Her râj’ın yanı başında, kendine eş veya üstün tuttuğu bir brahman bulunur; bu rahip purohita, yani “önde bulunan” tesmiye edilir. Zamanla Hindistan sıkı kast sistemine geçtiğinde ilk iki, brâhmana ve râjanya-kshatriya kastlarının birbirlerinin ayrılmaz bir mütemmimi haline geldikleri görülür. İtalya’da flamen dialis ile Hint’te brahman’ın tabuları da aynıdır.[11] Roma ve Hint ritüellerinin yakınlığı sadece bir şekil benzerliğinden ibaret olmayıp müşterek bir geçmişten tevarüs edilmiş iki akraba ideolojinin müşabih değerlerinden ileri gelir.[12]
Her insan topluluğunun, yaşamının idamesi için gerekli üç ihtiyaç, yani kutsal’ın idaresi, savunma ve besin, Hint-Avrupalılarda, dağılmalarından önce, tamamen şuurlu bir ideolojinin doğmasına neden olmuş ve ilâhiyat, mitoloji ve toplumsal örgütlenme ile birlikte bir takım felsefî kuramlara yön vermişti. Hint’in sözünü ettiğimiz varna’sına karşılık Roma’nın Juppiter, Mars ve Quirinus’u iştirak ettirip bunları mertebelendiren bu en eski tanrısal üçlüsünün bu model üzerine bina edilmiş olduğu, bu üç tanrıdan her birinin bir düzeye ya da işleve riyaset ettiği görülür.
Hint-Avrupalılar varna kuramı içinde katılaşmadan önce işbu üç işlevin yapısını ifade eden bir tanrısal listeye sahiptiler. Boğazköy arşivleri arasında, M.Ö. XIV. yy.a ait ve bir Hitit kralı ile Mitanni’nin Fırat kıvrımında yolunu şaşırmış bir “para-Hint” kralı arasında vaki bir antlaşma bulunuyor, bunda her iki kral, sözlerini başlıca tanrılarının kefaleti altına sokuyor. Mitanni’ninkiler arasında, birçok bilinmeyen ve mahallî ya da Babilonya tanrılarından başka Mithra ile Varuna çifti (çift tesniye halinde), sonra İndra Nâsatyâ veya Aşvina ikizler çifti ile karşılaşılıyor[13] ki bunlarla bu kitapta daha hayli işimiz olacak.
Avesta insanların kademeleştirilmiş üç düzeye tevziini biliyor: rahipler; muharipler; hayvancı, çoban-tarımcılar; bunlara bazı hallerde bir dördüncü sınıf, sanaatkârlar ekleniyor. Fakat birçok Ortaçağ metni, üst rahip ve muharip sınıfları altında, beşerî faaliyetlerin tümünü başka türlü taksim ediyor: bunlar sanaatkârlarla çoban-tarımcıları aynı bir dördüncü ve sonuncu sınıf içinde birleştiriyor ve üçüncü sırayı da “küçük aydınlar” denebilecek kişilere bırakıyor. Tabaristan kralına Tansar (?) tarafından yazılmış ünlü, fakat mevsuk olmayan bir mektupta şöyle deniyor: “Şâhınşâh’ın kişilerden herhangi bir mesleği icra etmeleri ve nezaket isteği konusunda yazdıklarına göre, bil ki dine göre insanlar dört sınıfa ayrılmışlardır… Bu sınıflar dört “uzuvlar” adı altında bilinir. Bu uzuvların başı Pâdişâh’tır. Birinci uzuv ruhanîler zümresi (ilmiye sınıfı) olup bu dahi birkaç gruba ayrılır: hâkimler, imamlar, muallim ve ders nazırları. İkincisi, harp adamlarını kapsar; bu adamlar da süvari ve piyade olmak üzere ikiye ayrılır… Üçüncü uzuv ketebe sınıfını içerir; bunlar da birkaç çeşittir: muharrirler, muhasipler, mahkeme kâtipleri, berat ve mukavele hattatları, teracim-i ahval muharrirleri (biyograflar); tabip (otçu)lar, şair ve müneccimler de bu sıraya girerler. Dördüncü uzuv hizmet erbabından oluşur. Bu ad altında tacirler, zürra, toptancılar ve sair sanaatkârlar toplanır”[14]
İçinde her şahsın ya da şahıs grubunun bir ve bir tek işlevi temsil ettiği işlevsel eril tanrılar listesine Hint-Avrupa ilâhiyatı, tek bir fakat üç değeri haiz tanrıçayı terfik ediyor. Her bir tanrının temsil ettiği tek işlevlerin mertebelendirilmiş olarak bir araya gelmeleriyle tüm yapının tahlili ortaya çıkar. Gatha’lar sonrası Avesta mitolojisinde, çapraşık unvanlarının tabiatının iyice belirlendiği bir tanrıça tezahür ediyor: bu, Anâhitâ olup adı Aredvî Surâ Anâhitâ, yani “Ratıp, Kuvvetli, Lekesiz-Afif”tir; gerçekten bu sıfatların işaret ettikleri üç düzey üzerine sağlamca oturmuştur, bu İranlı tanrıça, arkadaşı Zerdüştî Armaiti gibi.
Aredvî Surâ Anâhitâ, maddî anlamıyla büyük mitolojik ırmak, toprağın bütün derelerinin, sularının devamlı olarak aktığı müşterek membadır. Kitap’ı (Yasht) onu “gücü, sürüleri, zenginliği, toprağı çoğaltan azize” olarak taziz eder. Ayrıca o, bütün erillerin tohumunu, bütün dişillerin rahmini ritüel olarak tathir eder, dişilleri kolay doğurtur ve gerekli zamanda sütlerini muntazaman verir. Şeytanî hasımlarını yenebilmek için eski zamanların kahramanlarına kudreti o sağlamıştır. Böylece de tabiatında ikinci ve üçüncü işlevin (ilkah edici, muharip) alâmetleri derince hakkedilmiş olup tathir edici rolü onu birinci işleve de bağlar.
Armaiti ise sadece üçüncü işlevi yüklenmiştir, iki refikiyle birlikte. Bu sonuncular sular’ı ve bitki’leri paylaşmışken Armaiti doğruca toprak’ı yöneltir, üretici, besleyici, ana olan toprağı.[15] Bu itibarla onun kadın olması doğal görülür.
Anâhitâ’nın Grek adının Artemis olduğunu hemen vurgulayalım. Ahmenî kralı Artaxerxes, Auramazdâ, Anâhitâ ve Mithra’yı bir araya getirdiğinde, (son ikisine aralarında yer değiştirterek) üç işlevi temsil ettirmiş oluyor: hükümranlık, sonra doğurganlık ve bundan böyle Mithra’nın temsil edeceği hem âdil hem de muharip güç. İranlılaşmış Armeniyye’de de aynı şey vaki olup kral Tiridate bir meşhur iradesinde (aynı yer değiştirmeyle) Aramazd, Anahit ve Vahagn’ı, yani Avesta diliyle Ahura Mazdâh, Anâhitâ ve Verethraghra’yı sıralıyor. Bütün bunların, yine ilerde ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz Yahudi-İslâm tarihinin Hârût ve Mârût gibi sukut etmiş melekleriyle ilişkileri de belirtiliyor.[16]
Roma tarafından muhafaza edilmiş “Hint-Avrupa mirası”nın vüsat ve hayatiyeti hemen göze batar. Özellikle en eski ilâhiyatın, en büyük flamine’lerin tanrılar üçlüsü Juppiter, Mars ve Quirinus etrafında odaklanmış olması ve bu tanrılar grubunun, üç işleve ilişkin Hint-Avrupa fikri temsillerini büyük bir sadakatle devam ettirmesi buna işaret oluyor. Hatta bu ilâhiyat, güç ve güncelliğinden Kapitol ilâhiyatına ya da Helen dünyasından gelen tefekkür şekline yerini vererek kaybetmesinden sonra dahi yok olmamıştır: Mars’ın oğlu Romulus başarılarını, Juppiter’in, ve sadece Juppiter’in çok şekilli himayesine borçludur; Quirinus ise, bazılarına göre, ölümünden sonra tanrılaştırılmış Romulus’un kendisidir.
Bu arada bir başka husus da dikkatleri çekiyor: Roma tanrıları, Helen’lerinkinin aksine, serüveni olmayan tanrılardır. En eski theoloji bir yüksek entelektüel düzeye sahip bulunup esası itibariyle Veda Hintlilerinkine tekabül eder; bu itibarla da onu teşkil eden tarif ve fehmî münasebetlerin, fiiller, hareketler, dersler şekline sokulmuş öykülerle birlikte bulunmuş olması melhuzdur. Gerçekten Roma’nın tanrısal mitolojisi olmamışsa da, ilk günlerin büyük adamlarına dair zengin bir efsane heyeti, bir “İnsanî mitoloji” mevcuttur; bunlarda insanlar Rig Veda’nın tanrılara atfettikleriyle kıyaslanabilen ve hatta bazen onlara intibak ettirilebilecek serüvenlerin kahramanı olmaktadırlar.[17]
Roma’da bu tanrılar üçlüsü inkâr kabul etmez bir vakıadır. Sadece bu üç tanrı “büyük flamine”lere sahip bulunup bu sonuncular sair flamine ve rahiplerden iyice farklıdırlar; ayrıca kültün her belirtisinde bu üçünü beraber görürüz. Onlara böylece birleşmiş halde rastladığımız her yerde Roma’nın sosyal bünyesinin tümden ilişkili olduğu anlaşılıyor. Roma’nın kaderi ancile, yani Numa’nın devrinde gökten düşmüş kalkana bağlıdır. Onu kullanan rahipler, Salien’ler, in tutela Jouis Martis Quirini, yani “Juppiter, Mars, Quirinus’un himayesinde”dirler.[18]
İlkinin flamine’i Dialis’in nasıl birçok tabu ile kayıt altında bulunduğundan söz etmiştik. Bu rahip (assiduus sacerdos = Sahip papaz)ı geniş bir sembolizm manzumesi, kefili ve daimî talibi gibi olduğu Roma’nın öz yaşamına bağlamaktadır. Varro’nun dediği gibi summa, yani şahikaların tanrısı Juppiter’in kendisi, hükümran tanrıdır. Dünya kavramının ilk Romalıları ilgilendirdiği ölçüde cihanın hâkimi olup genellikle, Dialis kökünün ifade ettiği gibi, semavî ve ruşen ve Romalılara Jup-piter (Jouis)’ten daha vazıhtır. Her şeyden evvel Roma hükümdarıdır. Cumhuriyet devrinde ona rex unvanını vermek fas, yani kelâmullah icabı olmaktadır.[19]
Üçlünün ikinci tanrısı Mars’ta tarımsal alâmetler de görülmektedir. Ancak onda en belirgin ve devamlı nitelik, onun silâhlarla olan ilişkisidir. Gerçekten bir Romalı Mars dediği zaman, ya da sur dışında tanrının mezbahının bulunduğu ve seferber olunduğunda içinde toplanılan Mars Alanı’ndan söz ettiğinde, aslında harp, teyakkuz, taarruz, silâh kavramlarıyla müzdeviç bir tanrıyı anımsardı. Onun tarımsal yönüne gelince, konuya biraz değişik açıdan yaklaşmak gerekir. Genel olarak, herhangi bir çoktanrılı sistemde herhangi bir tanrı için, onu tanımlayan, kesin ve sabit olan hareket şekli ile çok sayıda ve değişik olabilen hareketinin uygulanma noktaları’nı ayırt etmelidir.[20]
Cato, tarlası herhangi bir tehdit altında bulunduğunda köylünün başvurduğu ritusunu şöyle anlatıyor:[21] “Aşağıdakiler toprağın tathiri için düsturdur: suovetaurilia (sus, ovis, taurus)u[22] etrafta dolaştırmayı tasarlayıp (teklif edip) şu sözleri söyler: ‘tanrıların iyi yardımlarıyla, çalışmamıza başarı sağlansın…’. Ve şarapla Janus ve Juppiter’e dua et ve de ki ‘Peder Mars, sana dua ve niyaz ediyorum, bana, evime ve ev halkıma rahim ve rahman ol; bu amaçla da bu suovetaurilia’yı toprağımın, mülkümün, çiftliğimin etrafında dolaştırmayı teklif ediyorum; sen görünür görünmez hastalığı, kısırlığı ve afeti, harabiyeti ve zamansız etkileri def et, onları uzakta tut ve hasadımın, tahılımın, bağ ve ekinlerimin gelişmesine izin ver, çoban ve sürülerimin sıhhatini koru, bana, evime ve ev halkıma iyi sıhhat ve kuvvet ver’…”
Buradan Mars’ın hüviyeti açıkça belli oluyor: o, ziraî işletmenin bekçiliğini yapıyor; işletmeyi tehdit eden bütün kötülüklere karşı pusuda bekliyor (prohibere, defendere, averruncare, sırasıyla men etmek, def etmek; yönünden çevirmek-uzaklaştırmak). Meselâ bir Ceres’in olabildiği gibi tahılların ve sair toprak ürünlerinin içinde çalışarak bunların gelişmesini sağlayan bir “tarım teknisyeni” değildi. O sadece bunların büyümesine müsaade ederdi, insan ve hayvanları iyi halde (sıhhatte) tutardı. Kısaca Mars’ın faaliyetinin uygulama noktası tarımsal alan olup hareket şekli, gereğinde muharip olabilen bir gözcülüktür.[23]
Quirinus’a gelince, bunun gerçek veçhesini saptamak için flamine’sinin faaliyetlerine kısaca göz atalım. Kesinlikle bir tarımsal tanrı olan Consus’un adı, muhafaza edilen daneyi hatırlatır; bunun Palatin’in dibinde çok eski bir yeraltı mezbahı vardır; tahılların yeraltında saklanması[24] âdetinin bir simgesi olan bu mezbah sadece bayram günlerinde açılırdı; bayramları tarımsal karakteri haizdi: hasattan ilk ürün ona takdim edilirdi. Katır yarışları tertiplenir, at ve eşeklerin başlarına çiçekler sarılır, bunlar bir günlük istirahata terk edilirlerdi. 21 Ağustos’ta da, Consus’a kurbanı sadece flamen quirinalis, Vestal’lerle birlikte sunma (consualia) yetkisini haizdi.
Devam etmeden önce bu ilk mahsul sunma eylemi üzerinde bir hatırlatmada bulunalım. Ankara yöresinde hıyar, patlıcan ve tahrin’in (baharlı bir ot) ilk ürününün şeyhe takdim edildiğini, onun dua ve izni alınmadan bu sebzelerin yenmediğini daha önce kaydetmiştik.[25] (M.S. 330 yıllarında Paphlagonia’da Gangra (Çankırı) Kiliseler Kurulu Sebasteia (Sivas)lı Eustathius adlı ve Armeniyye ve Küçük Asya’da içinde topluca yaşanan (coenobitic) manastır sisteminin banisi olan birini mahkûm etmişti. “Günah”ları arasında pazar günleri oruç tutmak ve zahitlerin, aziz (ώς γιοις) sıfatıyla, aslında kiliselere verilmesi gereken ilk meyveleri kabul etmeleri vardı. Bunda Manihaist etki görülmüştü.
Robigus da tahılları pas hastalığından korurdu, zira o, pasın kendisiydi. Bayramı 25 Nisan’a düşerdi ve yine sadece flamen quirinalis kurban sunabilirdi (Robigalia). Bu flamine’nin buna benzer daha başka, münhasır görevleri vardır.
Kısaca flamen quirinalis ve Quirinalia’ların Quirinus’u daneyi temizler, onu kavurur.[26], yeraltına gömer; onun işi toprak altındadır; onu müzdeviç olarak gördüğümüz tanrılar Ops, Consus, Robigo, Larienta’dır. Yani ihtiyar Quirinus esasta ve kelimenin bütün manasıyla, hareket şekli ve hareketin uygulama noktası itibariyle bir tarımsal tanrıdır.[27]
Şimdi de bu konunun bir başka cephesini ele alalım. Kuzey Kafkasya ve onun güneye doğru haylice uzanan ve Karadeniz’e bakan etekleri, dünyada var olan en ilginç milletler ve diller müzelerinden biridir. Bu dağlıların bazıları Grek coğrafyacılar zamanında oradaydılar; başkaları çeşitli çağlarda kuvvetli ordular ve devletlerin baskısıyla kuzey ovaları terk edip buraya sığınmışlardı ve nihayet bazıları, uzaktan gelmiş gözü pek istilâcıların ileri karakolunu temsil eder; bunlar bir kere erişilmez bazı vadilerde tutunarak yerleşmişler ve yerliler gibi davranmışlardır. Gerçekten bu küçük topluluklar asırlar boyunca istikrarsız bir varlığın paradoksunu sürdürmüşlerdir: köken farklılıkları, arkası gelmez savaşlara rağmen hâkim olan şey, uzun ülfetin sonucu olan bir aile havası olup bu havanın oluşmasında doğal çevre, üst tabakalar arasında evlilik ilişkileri ve özellikle bir gerçek vatanseverliğe dönüşmemiş olmakla birlikte “kuzey Kafkasyalı” olanı dünyanın geri kalanına karşı koyan bir kibir ve azamet rol oynamıştır.
Batı sahilinden hareket edip silsilenin eteğine, iki deniz arasının yarı yoluna kadar gelindiğinde büyük Çerkez topluluğundan artakalanın içinden geçilir. Bir asır kadar öncesinde bu topluluk, akraba olmakla birlikte iyice farklı dil konuşan üç ulusu içerirdi: sahilde, kıyı Gürcistan’ın kuzeyinde ve Sukhum’un ötesinde, arkası hemen dağlık olan Abhaz’lar ve bunların bir türü olan Abaza’lar; yine etekte, Abhaz’ların kuzeyinde Ubuh’lar; bunların da kuzeyinde asıl Çerkez’ler ya da Adige’ler; bunlar dahi iki kabile grubuna ayrılmışlardır: Batılılar, k’ax’lar ve Doğulular, ya da Kabarday’lar. Bunların öykülerinden yeterince söz etmiş olduğumuzdan bunu tekrarlamayacağız.[28]
Daha merkezde küçük iki kardeş millet vardır: Çeçen’ler ve İnguş’lar. Tamamen doğuda, silsilenin en sert kısmı ve her vadinin dünyadan neredeyse tecrit edilmiş halde yaşadığı bölgede, çoğu hâlâ iyi bilinmeyen yirmiye yakın Dağıstanlı ulus bulunur: Avar’lar, Lake’ler, Tabassaran’lar vs. Çeçen ve Dağıstanlılar muhtemelen aralarında, belki de Çerkezceyle akraba olmakla birlikte uzak bir prehistoria içinde ayrılmış diller konuşurlar…
Çeçen-İnguş’ların güneyinde, Kafkasya’nın tam kalbinde tümden farklı, fakat konumuz itibariyle birinci derecede önemli bir ulus yaşar: bir Hint-Avrupa dili konuşan Osset’ler. Daha doğru olarak bunlar İran’ın bir Hint-Avrupa kolunun lisanını, yani Zerdüştî Kitap’ların Avesta dili, Farsça, Afganca, Kürtçe vs. ile akraba bir dili konuşurlar. Ataları ne İran’ı görmüştü, ne de bunlar Kafkasya’ya İran’dan hicret etmişlerdi. Bugün “İranlı” tesmiye edilen milletlerin tümü, daha başlardan itibaren, İran yaylasının coğrafî alanından taşmıştır. Bilhassa M.Ö. 500-400’lerde ve daha sonra, Romalı ve Bizanslıların İskit, Sarmat, Alan vs. namlarıyla, bugünün Rusya’sının güneyinde göçebe ya da yerleşik halde tanıdıkları milletler, Ahmenî’ler, Arşakî’ler, Sasanî’lerin kumandasında Suriye ve Boğaz’lardan Hindistan ve Basra Körfezi’ne kadar hüküm sürmüş büyük emperyalist toplumlarla dil bakımından yakından akrabaydılar. O ise ki Osset’ler, bu geniş dış İranlıların, “Avrupa İranlıları” grubunun, Kafkasya içine gömülmüş, buraya sığınmış sağ kalan son bakiyeleridir. Bunların İskit’lerle irtibatı muhakkak olup en muhafazakâr Hint-Avrupalı milletlerden biri oldukları da şüphe götürmez.
Rus’ların o bölgeleri işgaline kadar bunların ve komşularının sosyal örgütlenmesi, Herodotus’un İskit’lerininkinden fazla farklı olmamıştır. Aynı feodal örgütlenmeyi bunlarda da görürüz. Ancak bu feodal toplumlar işlevsel olmayıp Hint-Avrupa tipini devam ettirmiyorlar. Bilhassa İskit’lerde “ruhban sınıfı” yok gibidir: dini merasimler, krallardan aile babalarına kadar şefler tarafından idare edilir. Bu konuda bunlar İranlı akrabalarından ve genellikle Hint-Avrupalılardan ayrılırlar ve doğu ve kuzey Avrupa Hint-Avrupalıları ile mutabakat halindedirler.
Ancak, bunların da efsanelerinde gökten bir şeyler düşmüştür: bir boyunduruk, bir saban, bir balta ve bir kadeh’ten ibarettir bunlar. Sonuncusu külte, balta muharebeye, ilk ikisi de toprağın işlenmesine yarar. Avesta’da da çiftçiyi papazdan ve muharipten ayıran saban demiri ve çivileriyle boyunduruktur.
Şu halde elde birbirlerinden ayrılmayan bir eşya grubu olup bunlar kral tarafından muhafaza edilmekte ve bayram günlerinde bunların beraberce teşhiri topluma, yıldan yıla, üç işlevin ahenkli işlemesini sağlardı. Bu itibarla İran’daki kardeş ve Hindistan’daki “emmioğulları” gibi İskit’lerin de üç işlev ve bunların kralın denetimi altında uygun şekilde ayarlanmasının ciddî rol oynadığı bir politik felsefeye sahip bulunduklarından eminiz. Bunların ahfadı bugünün Osset’leri bu geleneği büyük ölçüde sürdürmektedirler.[29]
Bu saptamalar bize derhal daha önce sözünü etmiş olduğumuz bir varsayımı[30] anımsatıyor, B.Ö. Büyüka’nın “Abhaz mitolojisi anaç mı?” adlı eserinde ileri sürdüğü varsayım. Yani Kafkas’lar Hint-Avrupalı düşünce ve inanç sistemlerinin Küçük Asya ve Avrupa kıtasına yayılmasında bir köprü, bir ulak vazifesi mi görmüştür?
Çerkez, Abhaz ve Ubuh’ların Osmanlı mülküne, özellikle Anadolu’ya yerleşmelerini anlatan Dumézil bunların gerçek kökenleri için: “Nereden gelmişlerdi? Fiziksel yapı ve dilleri bunları sair hangi insanlara bağlıyor? Ancak faraziye ileri sürülebilir ve bu da bol bol yapılmıştır” deyip işi şöyle bağlıyor: “gerçeğe en yakın olanı bu diller grubunu Bask’çaya bağlıyor”[31]
“Bilindiği üzere…. Bask’ların menşei hakkında telifi güç iki esas nazariye hâkimdir… Bask’lar doğudan hicret etmiş, Kafkas dilleriyle akraba bir dil konuşan kavimdir. (Bu arada Baskça ile Sümerce, Japonca, Tibetçe, Fince, Macarca, Türkçe arasında mukayeseler yapılmıştır…) …Bask’lar İspanya ve cenubî Fransa’ya gelip yerleştikten sonra Türk’lerle doğrudan doğruya temasta bulunmamışlardır. Hâlbuki Bask dilindeki iare kültür kelimeler arasında Türkçeden geçenler Pretürk devrine ait olmayıp Türk devrine aittir… Bask’lar büyük muhaceret dalgalarına katılarak Milât’tan birkaç asır sonra bugünkü yurtlarına gelip yerleşmişlerdir… Trombetti’ye göre Baskça Paleo-Asiatik diller zümresine mensuptur… R. Lafon, Baskçayı Kafkas dilleri arasına yerleştirir. …Schuchardt, Baskça ile Gürcü dili arasında akrabalık aramaktadır… Dr. José Alemany ise Baskçayı aynı zamanda Ural-Altay dilleri ve Kafkas dilleri ile mukayese etmektedir…”
Bu sözler, makalesinin sonunda uzun bir mukayeseli lügatçe veren Hâmit Z. Koşay’a aittir.[32]
Grek’ler Hint-Avrupalı kökenlerine fazlaca aldırış etmemişler, hatta bunun farkında bile olmamışlardır. Esasen onların bütün bu hikâyenin dışında tutulmuş olmaları da bunu kanıtlar. Onların destanlarında üç işlev ideolojisinin izlerine rastlanmaz. Buna karşılık güncelliğini daha ilk günlerde yitirmiş olan bu ideoloji bazı toplumlarda yüzyıllar boyunca destanlarda, kahramanlık öykülerinde nüfuzunu korumuştur. Ve bilhassa üç ulus bundan azami derecede faydalanmıştır. Mahâbhârata’da Hintliler; kökenlerinin “tarih”inde Romalılar ve Kuzey Kafkasyalı, İskit’lerin son ahfadı Osset’ler. Yani Türkiye halkının kültürünün oluşmasında büyük katkısı bulunan “uç”larla aradaki “köprü”.
Osmanlı’ların, ilerde üzerinde uzunca duracağımız gibi, siyasî teşkilât konusunda geniş ölçüde Bizans mirasından etkilenmiş oldukları bir vakıadır. Bizans ise Roma’nın, onu bin yıl süre ile devam ettirmiş dölünden başkası değildir. Acaba o, yani Bizans, bu üç işlev ideolojisini hiç bildi mi? Tarihçiler “Patrik, imparatora taç giydirdiğinde, Kilise’nin mümessili olarak değil, birinci vatandaş, imparatorun üç bünyevî (anayasal) unsurunun, yani ordu, Senato ve halkın mümessili olarak hareket eder” derken[33] farkında olmadan mezkûr ideolojinin çarpılmış bir şekline mi temas etmiş oluyorlar? Anadolu’da her an karşımıza çıkan ve çok çeşit arz eden üçlemelerin bununla bir ilişkisi bulunabilir mi?…
Dönelim Grek’lere. Mukayeseli filoloji, Sanskritçedeki Dyaus’un Grekçede aldığı şeklin Zeus olduğunu söylüyor. Dyaus (dişil-müennes) Sanskritçede göğü ifade edip eril-müzekker Dyaus da göğün eski bir tanrısıydı. Bu sözcük bir dyu köküne icra edilir ve dyu ile div, birbirinin yerine konabilir şekillerdir. Aşağıdaki basit etimolojik denklem beşer tarihinin büyük keşiflerinden sayılır: Sanskrit Dyaush-Pitar = Grek Ζεῡ πάτερ = Latin Zupiter. Yani Homeros’la Çiçero’nun ataları Hindistan halkıyla aynı dili konuşuyormuş![34]
Konuyu Hitit Küçük Asya’sıyla kapatmak uygun olacak. Hattusil’in vârisini tayin İrade’si “büyüklere, muhafızlara, saray hizmetkârlarına, şarapdarlara, sofra hizmetkârlarına, aşçılara, hükümdarlık asası taşıyıcılarına, binbaşılara, mabeyincilere”, yani “kanunî ülke”yi teşkil edip Hattusil’in vasiyetname’sinin panku tesmiye ettiği bu zümreye, krala yakın olan “hatırı sayılır”lar topluluğuna hitap ediyordu. Halkın geri kalan kısmı, şüphesiz “gerçek” bir varlığa sahipti ve Hitit kanunu onu ülkenin üç unsuru sayılan üç büyük Hint-Avrupa grubuna ayırmıştı: Hitit, Luvi ve Palait. Hattusil bu gruplara, veliaht genç Mursipe hitap etmeyi menetmiş, yani onlara ülke işlerine karışma hakkını tanımamıştı. Buradan çıkan sonuç ayan oluyordu: bir tarafta kral, asiller, büyük mansıp sahipleri; diğer tarafta da halk, yani herhalde Hitit müstevlilerin inkıyat altına aldıkları, fakat kesinlikle köle statüsüne sokmadıkları, ancak idari işlere karıştırmadıkları eski yerli halklar bulunuyordu. Hitit krallığı teşkilâtıyla yine yabancı bir Hint-Avrupalı zümrenin bir mağlup yerli halka hükmettiği Mitanni krallığınınki arasında, Devlet telakkisi ve içtimai münasebetler bakımından hiçbir fark yoktu. Bu panku aynı zamanda bir yüksek mahkeme görevini de üstlenmişti. Halk ise sadece günlük yaşamla ilgili üretimle meşgul olacaktı.
Ama zamanla Hitit devleti bu niteliğini kaybetti ve müesseseler, özellikle Yeni İmparatorluk devrinde, sair doğulu krallıklarınkinden farksız hale geldi.[35]
[1] Alman coğrafyacısı (1779-1859). Bkz. EB.
[2] Ancak, çevrenin bir kültürü tayin edemeyip onu sadece sınırlayabileceğinden söz etmiştik. Bkz. C. I, s. 31.
[3] Bkz. C. I, s. 315 ve dev.
[4] Bkz. C. I, s. 56.
[5] J. Przyluski. — La Grande Déesse. Introduction à l’étude comparative des religions, Paris 1950, Ch. Picard’ın önsözünden.
[6] J. M. Casal. — Mundigak ou l’Afganistan à l’aurore des civilisations, in Archeologia 12, nov.-déc. 1966.
[7] Chypre à l’aube de son histoire. Archéologie Vivante 3, mars-mai 1969, s. 73.
[8] Dumézil. — L’Héritage indo – européen à Rome, s. 15-28.
[9] P. Vidal-Naquet. — Les mutations de Georges Dumézil, in Les Nouvelles Littéraires, No. 2658. (27 oct.-2 nov.)
[10] G. Dumézil. — Mythe et épopée I. L’idéologie des trois fonctions dans les épopées des peuples Indo – européens, s. 13.
[11] ibd, s. 14-6 ve Héritage, s. 20-7
[12] G. Dumézil. – Rituels, s. 8
[13] G. Dumézil. – Mythe et épopée I, s. 48-9
[14] ibd, s. 85-6
[15] ibd., s. 104 ve G. Dumézil. – Tarpeia, Paris 1947, s. 58-9
[16] G. Dumézil. – Mythe et épopée I, s. 105; Tarpeia s. 42-3
[17] Mythe et épopée I, s. 268-9
[18] Héritage, s. 73
[19] ibd., s. 76
[20] ibd., s. 79-81
[21] Cato and Varro.- De re rustica CXLI.
[22] Kurban olarak takdim edilen üç değişik zebiha, bir süt domuzu, bir kuzu, bir boğa.
[23] Héritage, s. 83-4
[24] Bkz. C. I, s. 391-2
[25] Bkz. C. I, s. 436-7
[26] Romalılar o devirlerde daneyi değirmende öğütmezler, onu kavurup havanda döverk saklarlardı.
[27] Heritage, s. 88-92
[28] Bkz. C. I, s. 215-224
[29] Mythe et épopée I, s. 441-9
[30] C. I, s. 219-24
[31] Mythe et épopée I, s. 422 ve not 1.
[32] Dil mukayeselerine göre Bask’larla Türk’lerin temasları, göç yolları ve zamanları hakkında, in Makaleler ve İncelemeler, Ank. 1974, s. 308-48
[33] N. Svoronos.-Le serment de fidélité à l’empereur byzantin et sa signification constitutionnelle, in Etudes sur l’organisation intérieure, la société et l’économie de l’Empire Bysantin, Variorum Reprints, London 19-73, s. VI/125.
[34] Max Müller. – Anthropological religion, s. 80-3
[35] Les religions du Proche-Orient asiatique. Textes babyloniens, ougaristiqes, hittites, présentés et traduits par R. Labat et col., 1970.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.