Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 21. Bölüm

İmanın dini yaşam çerçevesi dahilinde tanımı *

İman, her ne kadar dinî yaşam (experience)a münhasır değilse de bu yaşam çerçevesindeki tezahürlerinden yola çıkarak onu daha iyi tetkik etmek mümkün olur. Orada “iman” kelimesinin çeşitli mana farklarına ait misallere rastlanır. Bunun bir klasik tarifine İncil’deki “İbranilere Risale”de rastlanır (11/1): “İman, ümit edilen şeylerin sağlam teminatı, görünmeyenlerin bir bedahatı, delilidir”. Böylece de “görünmeyen”e, hakkında sadece bir fikir ya da tahmin yürütülene bir cevher tanınmış oluyor. Henüz İlmî bilgi konusu olmamış veya mantıkî sıhhatle ispatlanmamış zatî vüsuk veya kanaat, imanın esasını teşkil eder. Bu iman üzerinde “çalışma”, nesnenin gerçekliğinin keşfedilmesine, yani görünmeyenin ya da ümitlenilenin cevher kazanmasına götürebilir. Bugüne dek kimsenin görmediği Allah’a iman konusunda bu gibi vüsuk görülür ya da hissedilir, tahkik edilmiş bilgiye varamaz; bununla birlikte düşünülmüş makul inanç tesis etme manasında, vakıa ve tecrübenin teyit ettiği gibi, “deneme” içinde gelişebilir, sufî “çalışma-marifet”inin başardıkları gibi. Ama başka alanlarda iman çoğunlukla bilgiye varır; buradaki bilgi, bu kabil “çalışma” olmadan görünmez ya da bilinmez halde kalacak olanı görmek ya da sezmekle nitelendirilendir: C. Columbus’un imanı Amerika’yı “gerçekleştirmiştir”; keza Stephenson’un bir fikri insanoğlunu bugünün lokomotifine götürmüştür. Bunların hiçbirinde iman gerçeği yaratmamış fakat her ikisinde de görünmeyene bir varlık kazandırmış ve âdemoğlunu sadece sezilmiş ya da tasavvur edilmişle temas haline getirmiştir. Bu itibarla iman bir fikri yaratmak veya şekillendirmekle başlar fakat sonunda fikrin bir gerçek suretini doğurabilir. Sonuç böyle de olmayabilir: hareket-i daime makinesini az kişi mi aklından geçirmiştir?…[1]

Arab lugatında iman’ın manası *

“İman”, ’mn kökünün dördüncü babının mastarı olup mezkûr kökün esas manası “huzur” ve “korku karşısında emniyet”tir. Dördüncü babı, “korkusuz kılmak” manasına geldiği gibi “bir şeye veya birine inanıp güvenmek” manasına da gelir. Nerede amana, “sağlam iman, hulûs” varsa orada amâna, “sadakat, bağlılık” ve bu veçhile âmân, “bahşedilmiş himaye” bulunur. Dördüncü amâna babı “inanmak, birinin imanını vermek” ve bi ile birlikte de “korumak, emniyette tutmak” gibi çift manaya gelir, ’mn kökü Kuran’ın lügatçesinde sık geçenlerden olup iman burada bazen iman fiilini, bazen içeriğini, bazen de her ikisini birden ifade eder. Bazen de iman ile İslâm, yani “(Allah’a) teslimiyet, inkıyat” arasında fark gözetilirse de genellikle bu iki kelime aynı manada kullanılır.

Fıkıh mekteplerine göre inanmak nedir *

“İnanmak” nedir? İlm al-kalâm ve fıkıh mektepleri bu soruya sık dönüyorlar. Bir iman fiilinde üç unsura tesadüf edilir: iç kanaat (itikat), lâfzî ifade, amel (sırasıyla itikat — veya tasdik-bi’l-kalb, ikrar bi’l-lisan— veya kavl—, ’amal). Her mektep bunlardan birini esas tutuyor. Keza iman’ın tam olabilmesi için gerekli esas inançların da listesi mekteplere ve hattâ yazarlara göre değişiyor. Bu arada iman’ın Şiî telâkkisinin esas içeriğinin Sünni’ninkinden fazla farklı olmadığı kaydediliyor. Bunlara, Şiîliğe özgü bazı doktrin hususlarıyla, özellikle İsmailî’lerde, dünya nizamının monist görüşüne uygun olarak meleklerin ve peygamberliğin tabiatı hakkında bir tefsir ekleniyor.[2] Gazali, “Allahü Teâlâ’nın azamet ve celâlini bilmek, bu, imanın esasını teşkil eder. Çünkü O’nun azametine inanmayan kimse O’na gerekli saygıyı gösteremez” diyor.[3] Bir başka yerde de şunları anlatıyor: “Allahü Teâlâ Kureyş kabilesine mensup ümmî (mektep medrese görmeyen, okur yazar olmayan, anadan doğduğu gibi kalan) Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) insanlara ve cinlere[4] Peygamber olarak gönderdi. O’nun şeriatıyla yerleştirdikleri müstesna hükümler, diğer bütün şer’i hükümleri nesh etti, kaldırdı. O’nu bütün Peygamber’lerden üstün yarattı ve insanların efendisi yaptı ve “Muhammed u’r-Resulu’llah” demedikçe yalnız “Lâ ilâhe illallah” demenin kâmil imana delâletini men’ etti. Dünya ve âhiret işlerinde haber verdiği her şeyde, O’na inanmayı insanlara borç kıldı. Ve ölüm sonrası hakkındaki haberlerine inanmayanların imanını kabul etmedi. Bu hususta Peygamberimizin buyurdukları şöyle sıralanır: Nekir ve Münkir’in sorusu…, Kabir azabı…. Mizan…, Sırat…, Havz…, Hesâb……. Allahu Teâlâ’nın fazlıyla, müminlerin cehennemden çıkacağına inanmak, Şefaat…, Sahâbe’nin derece ve faziletlerine inanmak: Peygamber’den sonra en efdal Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman ve sonra da Ali (Allah hepsinden razı olsun) olduğuna inanmak…”[5]

Sünnî-Şafiî mezhebinden olan Gazali böylece, Peygamber’den sonra en efdal olarak Ali’yi başa geçiren Şii’leri “imansızlık”la itham etmiş oluyor. Bu kararsızlık, biraz istihza ile halk türkülerine bile yansımış: “benim yârimin dini var, imanı yok!”…

Bir şeye “böyledir!” diye inanma, ona sıkıca bağlanma, dolayısıyla kesinlikle teessüs etmiş bir iman fiili diye tarif edilen “itikad”, teknik manasıyla Allah’ın Kelâmı’na kesin rıza vermeyi ifade eder ve batı dillerindeki “belief, croyance, Glaube” sözcükleriyle tercüme edilebilir, şu şartla ki bu “inanç” bir basit “rey” ya da “düşünce” (pensée) olmayıp derin bir yakinin sonucudur. ,k-d kökünün ifade ettiği gibi bir “düğüm”, bir akitle tesis edilmiş bir bağ kavramı daim olur.

“İman”dan söz eden bütün eser ve bahislerde “itikad” da sık geçer. Ancak bu sonuncusunun “tasdik” ve “akide” ile mukayese edilip bunlardan tefrik edilmesi gerekir.[6]

“İman” kavramının siyasetle olan ilişkisi ve Filistin ile Zerdüşt dini inançları arasındaki fark *

“İman” kavramının siyasetle olan ilişkisinden de söz etmeden geçmek olanaksızdır. Bunu somut bir kıyaslamayla açıklayalım.

Filistin’de gerçekleştiği görülene koşut olarak Zerdüşt dini, ahlâkî temellere oturmuş bir monotheist inancın ifadesidir. “Âli tanrı Ahura Mazda’ya iman ikrarı ve kraliyet hâkimiyetinin tanrıdan neşet ettiğine dair devamlı beyan ve buna eklenen ve bu hâkimiyetten ayrılmaz ve onun koşullarından sayılan zorunlu ahlâk kaidesinin ilânı, Zerdüştî imana, ilk şahların siyasî hareketlerinin yenilik ve kuvvetini ve bunlardan hâsıl olan başarıları atfetme eğilimini gösterir. Gerçekten, sair dinlere karşı takındıkları müsamahakâr ve saygılı tavır, bir siyasî hesabın emrine verilmiş lâkaydi gibi görülmemeli, aksine bunu dinî değerlerin ahlâkî geçerliliğinin tanınması şeklinde yorumlamalıdır” diyor bir İran tarihçisi.[7]

Bu dinle İsrael’deki arasında mevcut farklar haylice derindir: bu sonuncusunda imanla politika mütekarrib olup ayrılmaz bir bütün teşkil ederler; diğerinde ise bunlar tehalüf edip birbirlerinden ayrılırlar; İsrael dininde tek tanrılık tamamen duygusal temele sahipken öbüründe aklî amil tefevvuk eder. Bütün bunlara rağmen, bir esaslı bağ bu iki dini birleştirir: imanın erkinliği. Yani her ikisinde de siyasî cereyanlardan müstakil bir topluluğun işbu imanın etrafında teşekkül ettiğini görüyoruz.

Anadolu’da bunun hep böyle olmadığını çeşitli verilerle göreceğiz.

[1]              Faith, in EB.

[2]              L. Gardet. — İman, in EI ve D. B. MacDonald. — İman, in İA.

[3]              İhyâu Ulûmi’d-Dîn I, Rub’ul-İbâdât, Dördüncü Kitab, Ank. 1964, s. 92.

[4]              Her ikisi de tarafımızdan belirtildi.

[5]              Gazalî, op. cit. I, Rub’u’l-İbâdât, İkinci Kitab, Ank. 1963, s. 5-7.

[6]              D. B. MacDonald. — İtikad, in El.

[7]              A. Pagliaro. — Alessandro Magno, Torino 1960, s. 101; zikreden S. Moscatti. — L’Orient avant les Grecs, Paris 1963, s. 314-5.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.