Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 151. Bölüm

BU BÖLÜMÜ BAĞLARKEN 

 

Bu bölümü okumak sabrını göstermiş müziksever okuyucularımızın kitap hakkındaki düşüncelerini, gülümseyerek “capriccio” sözcüğüyle ifade edeceklerini duyar gibi oluyoruz. Daldan dala atlamış gibi göründüğümüz doğrudur. Aslında “keçi” nereye varmak istediğini çok iyi biliyor; ama konuların giriftliği onun bu görünümden kurtulmasını engelliyor. Her şeye rağmen dünün yaşamıyla bugünün gerçeği birbirlerine bağlanıyorlar. Arada serdettiğimiz kuramlar da buna yardım ediyor.

Çalışmalarımız ilerledikçe öne sürdüğümüz bazı hususların doğruluğundan şüphe eder de olduk. Ezcümle, birinci cildin son kısmında irdelediğimiz “Asya Tipi Üretim Tarzı” konusunda, Osmanlı toplumunun bu üretim tarzını benimsemiş olduğu görüşü, şimdi bize biraz acele verilmiş bir karar gibi görünmeye başladı; şöyle ki devlet, ceberut olmasına ceberuttu ama fazla “hidrolik” sayılmazdı… Nitekim gelecek bölümde, Osmanlı döneminden önce Anadolu’nun birçok yerinde sulama için yapılmış kanal ve göletlerin, sonradan bakımsızlık yüzünden harap olduğunu ve dolayısıyla da vergi tahsilâtının azalmasına yol açtığını belgeleriyle göstereceğiz. “Magister dixit[1] düsturuna burada gereğinden fazla kredi açmış olmaktan korkuyoruz…

İşrakiyun – işrak – işrakilik *

Keza gözden kaçmış dizgi hatası da (I. cilt, s. 861, alttan 15. satır) “sevad-ı rakam” ile “işrakiyun”u “iştirakiyun” kılmak suretiyle kavram karışıklığına yol açmıştır. Bununla birlikte Bağdat burjuvazisinin orthodox sünnî uleması neden Sühraverdî’ye karşı bu derece haşin davranmak gereğini duymuştu? Ortada, yerleşik nizamı tehdit eden bir hareket mi vardı? Sühraverdî’de, müsavatçı ve ihtilalci İsmailî akımına bir eğilim mi sezilmişti? Yani “iştirak”ı mı “işrak” ediyordu bu büyük sufi?…

Mağara, toprağın rahmi; Ashab-ı kehf mağarası; bunların bugün muntazaman ziyaret edilmeleri; Eflâtun (Plato) ve Yeni Eflâtuncular (Nev-Eflâtuniye), Orphic’ler, âşıklar… Genç araştırıcılara yapacak ne kadar iş var!…

Hazırlanmakta olan bu cildin 2. bölümünde, Osmanlı toprak mülkiyet şekillerini tetkik ettiğimizde döneceğiz bu konular üzerine.

Zihnin, aydınlanmamışlığın en aşağı düzeyinden “işrak”a doğru tekâmülü konusunda Plato, görünür âlemi bir yer altı mağarasına teşbih ediyor. Empedokles’in dinî şiirinde ruhu, içinde tecessüm edeceği gövdeye taşıyan kuvvetler “mağaranın çatısının altına geldik” diyorlar. Bu tasvir büyük ihtimalle, yer altı dünyasını temsil eden mağara ya da karanlık hücrelerde icra edilen Mysterion’lardan alınmıştır; talip, bu karanlık mahallerde bir ışık parıltısı içinde kutsal eşyaların sırrına vâkıf olmak (süluk etmek) üzere götürülürdü. Bedenin, eski günahları sebebiyle ruhun içine kapatıldığı bir mahbes olması düşüncesi. Plato tarafından Orphic’lere izafe edilmişti.[2]

1935’te, Bebek-Rumelihisar (İst) sahil yolunun inşası sırasında buradaki eski mezarlığın tümden kaldırılması Belediyece öngörülmüştü. Asaf Muammer (Kütais) beyin o zaman Tan Gazetesi’nde yayınladığı “Şehit edilen şehitlikler” makalesi Atatürk’ün dikkatini çekmiş olup bundan vaz geçilmiş, sadece yola isabet eden kısmın nakledilmesine tevessül edilmişti. Üstünde şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’nin bulunduğu sırtta bugün artık mevcut olmayan bir Bektaşî tekkesi bulunuyormuş, bu da, geleneğe göre, İstanbul’un fethi sırasında Bektaşî-Yeniçeri’lerin ilk şehit düştükleri yerdeymiş. Burada bulunan bir taş “haza makam-ı şüheda sene 855” yazısını taşıyor. 1959’da buralara bir çekidüzen verildiğinde bir yanlışlık yapılarak, inşa edilmiş duvarın üzerine asılı taş levhaya “Fetih şehitlerinden Nafi Baba’nın mezarı” ibaresi yazılmış. O ise ki Nafi Baba 81 yaşında olmak üzere 1912’de ölmüş. Yanlışlık sonradan düzeltilmiş, levha kaldırılmış. Ama iş bununla bitmemiş. Kısır kadınlar Baba’dan çocuk istemeye devam etmişler, türbenin penceresi beşik şeklinde bağlanmış paçavralarla, pencere sahanlığı da erimiş mum kalıntılarıyla dolmuş. Ama hangi türbenin penceresi?

 

 

Üzerinde ne paçavra ne de mum izi bulunan Nafi Baba’nın mezar şahidesinden 40-50 metre kadar mesafede bulunan, 1916’da ölmüş Ferik Ahmed Celâl Paşa’nın türbesinin penceresine bağlanmış bu “beşik”ler, orada yakılırmış bu mumlar. Bütün bunlara ek olarak da pencerenin taş çerçevesi, kalemle yazılmış yakarmalarla dolmuş. Bunlar, civar halkının değil, Robert Kolej’in orta ve lise kısmı öğrencilerinin ellerinden çıkmış! Bunlardan bazıları şöyle: “inşallah dileklerimiz yerine gelir” (yedi imzalı); “inşallah sınıfı geçeriz” (sekiz imzalı); “Tanrım sen büyüksün sana sığındık. Sen bizi koru, inşallah sınıfımızı kolay geçeriz” (imzasız); “Allah’ım ne olur. Bu sene sınıfımı geçirim (aynen) olmaz mı?” (Turgut tek imzasıyla).

Bu öğrenciler arasında yapılmış olan anket, bunların penceresine yazı yazdıkları (ve başkalarının da mum yakıp paçavra bağladığı) türbenin Nafi Baba’ya ait olduğunu sandıklarını göstermiştir.[3]

Ve çok yeni bir gazete haberi (Milliyet, 22 Mart 1981): “Türbe yanında yapılan yapıda kimse oturmuyor. Tekin olmadığı öne sürülen bir apartman 6 yıldır boş duruyor. Dolapdere (İst), Ahmet Efendi Camii Sokağı’nda çevre halkı tarafından bitişiğindeki türbenin rahatsız ettiği öne sürülen sekiz katlı betonarme yapı… bomboş duruyor. Sefer Baba Türbesi yanındaki… binanın ilk sahibi 1967 yılında arsasını satın almış ve 4 kat çıkmış. Bir kandil gecesi mevlit bitiminde bina aniden çökünce, çevre halkının kuşkuları ve türbenin rahatsız ettiği inançları kuvvetlenmiş, bina başkasına satılmış…”. Binanın gerçek çöküş nedenini keşfetmek için kâhin olmaya gerek yok.

Buraya kadar zahidi, âbidi, sufiyi… hep aynı manada kullandık; o ise ki aslında bunlar, “sufi” edebiyatında kesin sınırlarla ayrılmış “kişi”leri ifade eder. Bunların ayrıntılarına “inanç ve Adetler” cildinde gireceğiz.

Aynı şekilde “İşrakın Şeyhi” olarak anılan Suhraverdî, gerçekten bunda “ilk üstat” mıydı? Yoksa incir ağacının altında:

“Dehaya nasiye-i sâfı merkez-i işrak” (Fikret)

olmuş Buddha mı idi bu işin ilk üstadı? Suhraverdî de onun bir “Müslüman” devamı mıydı?… Gerçekten “Sühraverdî’nin düşünce öğeleri çok sayıdadır: Zerdüştlük, Nev-Eflâtuniye, Hermetism,[4] çoğu kez Şiî’liğe çok yakın İslâm gnosis’i…”[5]

Bütün bunlar, işbu bölümün ana tema ve tezlerinden biri olan “inançlar sisteminin evrenselliği” prensibinin birer delili olmaktadır. Örneğin kıtlığı yok: Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep, daha doğrusu bahane olan, Sarajevo’da Arşidük Fransua Ferdinand ile eşinin Sırp milliyetçisi Prinçip tarafından katledilmesi olayı sırasında “Veliahdın boynunda altın zincire bağlı çerçeve içinde yedi muska vardı. Bunların her biri bir “nazar”a karşı idi. Düşesin boynundaki altın zincirde, onu hastalıklardan, kötülüklerden koruyacak kutsal yazılar vardı…”[6]

Hepsi az çok Mehdi bekleme temayülünde bulunan Müslüman heterodox mezheplerini en çok rahatsız eden husus Muhammed’in, kendisinin son tanrısal elçi, Âdem ile başlamış peygamberler silsilesinin son ve en büyük halkası olduğunu durup dinlenmeden ilân etmiş olmasıydı. Eğer O, müminlerine başka bir peygamberin gelişini bekleme imkânını bırakmış olsaydı Şiî’lik, İsmailî’lik ve Sufî’liğin derin çatlakları meydana gelmezdi. Tabiî bu sözlerimiz, konu salt ilahiyat açısından ele alındığında doğrudur zira sosyo-ekonomik sebeplerin ne gibi ayrılıklara götürdüğü hep bilinir. Nitekim samimî bir Müslüman olup peygamberlik çağının Muhammed ile kesin olarak kapandığına inanmak için dünya nizamının mükemmel olup Kozmos’un artık hiçbir değişiklik ve tekâmüle ihtiyacı olmadığına kanaat getirilmesi gerekir. O ise ki daha İslâm’ın ilk günlerinden itibaren çok kişi bu derece iyimser olmayıp Allah’ın dünya yüzüne gönderme lütfunda bulunması halinde yeni bir peygamberin hayli yapacak işi bulunacağı kanısındaydı.

Bu cildin 2. bölümünde üzerinde uzunca duracağımız İsmailî akımın, Şiî’lerin ve bunların itizallerine bağlı çok sayıda fırkanın nasıl İmamî kurama bağlandıkları ve Muhammed’i peygamberler meratibinde Kutb olarak muhafaza etmekle birlikte ilk bakışta üstesinden gelinemez gibi görünen zorluğun nasıl arkasını aldıkları bilinir. En sıkı orthodox tutum içinde olduklarını ilân eden sufî’ler, bütün sonuçlarıyla İmamî kuramı kabullenemezlerdi: bu, onların rahatını kaçırabilecek bir politik gösteri olurdu. Aslında bu takım, heterodoksluklarını açığa vurmaktan çekinmeyen fırkalardan çok daha tehlikeliydi. Zira bu sonuncular binaya dışarıdan saldırabilirlerdi; o ise ki sufî’ler, onu savunur görünürken dibine kibrit suyu dökmekteydiler.

Mehdi *

Gerçekten, İslâmî heterodox mezhepler, bu yolda ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, Muhammed’den sonra sadece tek bir peygamberin, Mehdi el-kaim, Sahip-ül zaman’ın gelişini kabul ederler. Buna karşılık orthodox rengi altında sufî’ler çok daha ileri gidip Muhammed’den sonra peygamberlik silsilesinin sınırsız olduğunu, daha doğrusu bunun hilkatin ilk gününden başlayıp insanlığın adem içinde tümden yok olacağı güne kadar devam edeceğini öne sürmüşlerdir. Kimler yok ki ortaya çıkacaklar, azizler arasında: 40 Abdal, 7 Hacı, 3 Kutb ve Kutb-u azam…[7]

Kimler sahip çıkmıyor ki Mehdi’ye: Yahudiler, Davud’un ocağından bir Mesih’in; Hristiyan’lar, Meryem’in oğlunun; Sabiî’ler Helen Hermes’in Zerdüştî’ler de Behram Gur’un ahfadından birinin bi’l adl idare edilecek bir dünya kuracağını iddia ediyorlar.[8] Ya Alevî-Şiî âlemi?…

“Gerçekten şu ispat edilmiştir ki tasavvuf şairini belirten Türkçe terim Emre, din-dışı ilhamla koçaklamalar, destanlar söylenen ozan’ın karşısıydı. Bu Emre teriminin yerini XV. yy. başından beri, şüphesiz tekkelerin tasavvuf şiiri etkisi yüzünden, Tanrı’ya hayran, tasavvuf sevgilisini belirten âşık terimi almıştır. Bu Emre’ler arasında yer alan Yunus, şüphesiz en önemlisiydi; Emreler göçebelerle yarı-göçebeler arasında medeniyet ve kültür yayıcıları rolünü oynarlardı. Türk halkına, kendine yabancı olan bir felsefeyi, anlayışına uygun biçimler ve şekillerle, anlayabileceği bir dil kullanarak öğretmeye çalışırlardı. Manevî mürşitlerin düşüncelerinin yayılmasına yarayan bu halk tasavvuf edebiyatının ehemmiyeti açıktır. Bu halk kültürü eserine tesirde bulunan Yunus Emre’ye yüzyıllar boyunca özenilmiştir. Bu din yayma edebiyatı, özellikle Bektaşî’lerde önemliydi; dinin dış biçimlerini tanımayan Bektaşî’ler, âşıklarına manevî mürşit özelliği verirlerdi, çünkü müritlerinin gönüllerini ve ruhlarını şiir ve musikiyle kazanırlardı”.[9]

Ve şiirde bu bölümün sair içeriğinden parçalar:

 

“Seyrettim cennet evlerin, sekiz yerde kapısı var

Âşık oldum binasına, ne acaib yapısı var” (Yunus)

 

“Çün beni bezm-i ezelden eyledi ol yâr mest

Ol cihetten görülür bu çeşm diyar mest

Cin mest ve ins mest ve cümle bu vahş ü tuyur

Hak mest ve bad mest ve ab mest ve nar mest” (Seyyid Nesimî)

 

“Taht urup tak-ı felekte hüsrev-i haver güneş

Giydi tarüm cay-ı kabı örtüldü nûr efser güneş” (Ahmet Paşa,Güneş Kasidesi’nden)

 

Arevordik-Şemsî’lerden miydi Ahmet Paşa?…

 

“Saçma ey göz eşkden göynümdeki odlara su

Kim bu denlu tutuşan odlara kılmaz çare su” (Fuzulî, Su Kasidesi’nden)

 

“Kâinatı suret-i rahmana tebdil eyleriz

Ruhül Kudüs’ün ruhuyuz insana gelmişlerdeniz” (Hataî)

 

Bütün mistik deneme (experience) tariflerinin benzerliklerine rağmen bunları iki ana sınıfa ayırmak, konunun bir büyük uzmanına göre,[10] gerekmektedir: Sonsuzluğun mistisizmi ile kişiliğin mistisizmi. Bunun ilki, en alî ve saf ifadesini Plotinus’un sistemiyle Upanishad’larda bulmakta olup bilhassa İbn Arabî mektebinin geliştirdiği şekliyle, sufîlik buna yakın gelmiştir. Burada kişinin değeri inkâr edilmektedir; o, okyanusta bir damladan ibarettir. Bu tür mistisizm, doğal olarak, peygamberlere cazip gelmiştir: işin ucu Pantheism ve Monizm’e dayanır. Öbüründe ise Tanrı ile insanoğlu arasındaki ilişki, hâlik ile mahlûk, ya da maşukunun hasretini çeken âşık şeklinde yorumlanır ki burada “Osmanlı katı” ile “başı kaba” kitlenin bu konudaki anlayış farkı belirlenmiş olur.

Sofilik, geleneğe göre, Peygamber’e dayanıyor. O’nun ümmi’liği (“De ki: ey nas!… siz de Allah’a ve Allah’ın sözlerine inanan ümmi Peygamber’ine inanın…” – Araf Suresi 7/157), Meryem’in bekâretine koşut olmaktadır: tanrısal Kelâm’a “lekesiz” bir “kap” gerek, entelektüel bilgiyle kirlenmemiş bir kap…

“Tarikatların, Gazali’nin durup dinlenmeden mücadele ettiği kuvvetli İsmailî-Bâtınî etkiyi ifna etmek üzere meydana gelmiş olmaları ihtimali kenara atılamaz”.[11] Mısır’da Ahmed el-Bedevi’nin (ölm. 1278) kurduğu Bedeviye tarikatı, saliklerini daha çok kırsal kesimden toplamış olup hayli İslâm öncesi âdeti, ritüeline ithal etmişti. Bayramlar güneş takvimine göre kutlanmakta ve bunlar Nil’in taşmasıyla ilişkili olmaktaydı. Eski mümbitlik ritusları külte dahil edilmişti.[12] Hep söylediğimiz de zaten bu değil mi?

Prof. Schimmel, Mevlana çağında Konya’da inşa edilmiş ve bugün zevkle seyrettiğimiz eserler, İnce Minare (Sırçalı Minare), Karatay Medresesi… den söz ederken, özellikle ilkindeki “Türk müsellesleri”ni belirtiyor.[13] (fot. 296).

O kadar çok müselles-üçgen gördük ki bu hangisi ola? Döneceğiz konuya, “İnşa Teknikleri” bahsinde.

Bu eserin 1. cildinden itibaren içimizde yaşayan Sümer mirasından örnekler vermiştik. Şu anda da karşımızda, üçgen’lerle ilgili bir benzerlik duruyor. Neyi ifade eder bu benzerlik? Ne bilelim? Ama biz yine de bunu göz önüne serelim: Irak’ta Al-Ubaid’de bulunmuş iki adet 115 cm uzunluktaki sütun, kırmızı kireç taşı, deniz kabuğu ve bitumdan meydana getirilmiş, Sümerli tarafından (fot. 297)[14]. Fot. 298’de, sol alt başta görülen Osmanlı kalemdan’da[15] müsellesler sedef kakmayla oluşturulmuş. Bizden göstermesi…

Kemal Balkan Sümer edebiyatının İsa’nın doğumuna kadar intikali ve tesirlerini anlatıyor bize.[16] İsa’dan berisini de biz zaten biliyoruz…

Çıkan yüzyılın ikinci yarısında Girit’te doğmuş olan Usta Zade Yunus Bey “1082 senesinin ortalarına kadar mürşitlik sürmüş (Horasanî Zade’nin) ve ondan sonra evvelden beri yanında bulunan küçük biraderi Hasan Dede’yi yerine tayin ederek kendisi inzivaya çekilmiş ve az bir zaman sonra aynı sene içinde Hakk’a yürümüştü[17]diye yazıyor.

“İki buçuk seneden ziyade bir müddetçe mürşitlik sürdükten sonra… Mehmet isminde küçük bir evlât bırakıp Hakk’a yürümüştü. ‘Fukara-i Bektaşîye’ kafilesinin alemdarı Derviş Ahmet dahi aynı ayda göçmüştü”.

“Bu zat esna-i harpte sancağını mahallinde rekzeder, sonra ordunun efradına su dağıtmak hizmetini görürdü… Sakayı arkasına alır ve müteaddit bardakları ile donanılıp muharip efrad arasında ordugâh içinde dolaşır ve ‘İbadullah! Sebilullah! Selâmullah alâ rûhü’l-Hüseyin! Lânetullah alâkatilü’l-Hüseyin!’ naralarını heybetli akisler ile etrafa işittirirdi”[18]

Horasanî Derviş Ali Baba, pederi Süleyman Baba ile bir erkek evlâdının mezar kitabelerini şöyle nazmetmiş:

 

“Gülşen-i Bektaşî’den bir gül-i bûyâ solup

Verdi fenâya teni rûhu ki bulmuş baka

Hazrete göçtü bir erkân-ı cihanda güher

Server-i abdal-ı Hak yâni Süleyman Baba”

 

“Cihan bağında gülberk-i vücûdü

Açılmışken misal-i verd-i handân

İçip vahdet meyin sakî elinden[19]

Uçup can mürgü tenden kıldı tayrân”[20]

Ve devam ediyor, Usta Zade Yunus Bey: “… 1251 tarihinde Hazret-i Pîr’in asitânesine gitti (Sivaslı Salih Dede) ve orada bulunurken nefiri çalındı, göçtü[21]

Bektaşîliğin, üzerinde ilerde uzunca duracağımız gibi, Sırbistan’da, Arnavutluk’ta çok münteşir olduğunu biliyoruz. Ama bundan önce buralarda neler münteşir değildi ki. Özellikle yolların, çeşitli etnik ve kültürel unsurların kavuştuğu Pannonia, Mithrasism’in başlıca odaklarından olmuş, İsis ve Jupiter Dolichenus kültleri, ondan daha az intişar etmemişti. Kafilede ne Kybele ile Attis, ne de Sabazios eksikti.[22] Gerçekten Pannonia, Tuna, İllyria ve Mesia ile sınırlanan, Daçya’lıların, İllyria’lıların, Germenlerin ve Kelt’lerin yaşadığı verimli ve deri, yün ve kereste ihraç eden, ekonomik açıdan faal bir bölge olmuştu. Şimdi ise burası Müslüman ve de Bektaşî…

1794 civarında inşa edilmiş Keban’da Yusuf Ziya Paşa Camii minberinin üzerinde, birbirine yapışık ve başlarının biri sağa, diğeri sola kıvrık ve başlar arasında Mühr-ü Süleyman bulunan çift servi ve bunların etrafında asma ve üzüm salkımları bulunuyor. Aynı minberin bir başka motifinde de Hayat Suyu vazosunun üzerinde yine Mühr-ü Süleyman, içinden lâleler (trisula’lar) ve rozaslar çıkmaktadır.[23]

“Hamdü sipas ve sena-i bikıyas ol Sani-i bihemta ve Kadir-i tüvana celle şânühü ve azzame burhanühü Hazretlerine ki hâki pâk üzre tâk-ı hadra ve rıvak-ı ferşsay-i arşpeymayı bilâ mimar ü benna ve bisütunu filpa[24]… peyda vü hüveyda eyledi…” diye dua ediyor Kayserili Mimar Sinan[25], “… temiz toprak üzerine yeşil asmayı ve göğün kemer kubbesini mimarsız ve duvarcısız ve sütunsuz ortaya koyan”a. Kim ola ki bu “yeşil asmayı yaratan”? Sakın Dionysos olmasın?…

Şek.9’daki (s. 637) şahidede, servi olarak yorumlamış olduğumuz şekil belki de stilize edilmiş bir alevdi. Eğer böyle ise kendimizi Herodotus ve Strabon’un sözlerini hatırlamaktan alıkoyamayız: “Bunlar (İranlılar) aynı zamanda güneşe, aya ve toprağa, ateşe, suya… taparlar” (s. 595).

Divan şiirinde kaside “medh-i şehinşah”, Abdülhamid çağında cebir kitabı “Veli-i nimet bîminnet efendimiz hazretlerinin” sıhhat ve “makamı saltanatta daim” olması için duayla başlamaz mıydı?

“Epik veya lirik Lâtin şiirlerinin ekserisi, ilâhlara hitaben yapılmış bir “invocatio” (hitap) ile başlar. Şair, kendisinden ilham beklediği Müza, ilâh, ilahe gibi ulûhiyetlerden birine teveccüh ederek, eserini onun himayekâr ellerine tevdi eder…”[26]

Günlerdir gazeteler yağmur duası haberlerini yayınladılar, son aylarda. Okuyalım bunlardan birini: “Trakya bölgesine bir süreden beri yağmur düşmemesi üzerine, Çorlu’da dokuz köyün katılmasıyla yağmur duası yapıldı. Marmara Ereğlisi’nin Türbeler mevkiinde düzenlenen yağmur duasına, ilçeye bağlı… köyleri halkı traktör, otomobil ve kamyonlarla akın akın gelerek katıldılar… Yüzlerce kurban kesildi…” (Milliyet 24.4.1981).

Ve radyolar haber veriyor: “Artvin festivalinde geleneksel boğa güreşleri yapılacak…” (19.6.1981)…

Ve II. Murat çağının Edirne’sinin Üç Şerefeli Camii’nde phallus’lar (fot. 299), stilize bukranion’lar (fot. 300), altı köşeli yıldızlar (fot. 301). Bu sonuncusu Orion mu oluyor?…

Yine bu Osmanlı başkentinin, Bizans’ın fethini hemen takip eden çağda inşa edilmiş önemli yapılarından II. Bayezit Külliyesi’nin Medrese bölümüne göz atalım: beyaz-kurşunî yapıyla nefis bir kontrast teşkil eden, kırmızı tuğladan işlenmiş bacalar bize başını havaya kaldırmış leyleği hatırlatmıyor mu, lak-lak’ı, Tanrı’ya diyanetkârâne el-mülk lak, el-emr lak, el-hamd lak ifadeleriyle yakaran lak-lak’ı?(fot. 302)…

Mezkûr başkentin hazirelerinde deniz kabukları (fot. 303-6), trisula’lar (fot. 307) bizi binlerce yıl öncesine bağlıyor. Fot. 307’de ön plandaki şahidede Hayat Ağacı’nın üst örgesine palmiye-hurma mı diyeceğiz, yoksa hotozunu dikmiş kanat çırpmaya hazırlanan Simürg mü?

Fot. 308’deki trisula’yı Bektaşî, “Ali” yazısı olarak mı kullandı (özellikle soldakinde)? Fot. 309’a da baş aşağı bakınca ortaya doğruca bukranion’lar çıkmıyor mu?…

 

Ya baklavalar neyi ifade ediyor (fot. 310)?…

 

Önümüzde daha uzun ciltler var.

 

  1. CİLDİN BİRİNCİ BÖLÜMÜNÜN SONU

[1]              “Üstad (Aristo) söyledi”…

[2]              The Republic XXV/VI1. 514A-521B. “Mağaranın alegorisi”.

[3]              G. Lewis.- The Saint and the Major-General, in Anatolian Studies XXII, 1972, s. 249-253.

[4]              Burada Bâtınîlik manasında.

[5]              H. Corbin.- Les motifs zoroastriens dans la philosophie de Sohraverdî, s. 12.

[6]              Fahri Belen.- 20inci yüzyılda Osmanlı Devleti, İst. 1973, s. 190, not.

[7]              M. E. Blochet.- Etudes sur l’ésotérisme musulman, s. 64-66.

[8]              B. Lewis.- Studies in classical and Ottoman Islam (7th – 16th centuries). Variorum Reprints, London 1976, II/16-17.

[9]              I. Mélikoff.- Yunus Emre ile Hacı Bektaş, in İÜ. Ed. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi XX, 31 Aralık 1972, İst. 1973, s. 33.

[10]              A. Schimmel.- Mystical dimensions, s. 5.

[11]              ibd., s. 231.

[12]              ibd., s. 249.

[13]              ibd., s. 312.

[14]              The British Museum.- Sumerian Art. Illustrated by objects from Ur and Al-Ubaid, London 1969.

[15]              Bu kitabın yazarı tarafından Topkapı Müzesi’ne armağan edilmiş çeşitli antika eşyalardan.

[16]              K. Balkan.- Talimî-destanî Sümer edebiyatının şaheserlerinden biri, in Yıllık Araştırmalar Dergisi I, 1940-1941, İst. 1944, s. 881 ve dev.

[17]              Tarafımızdan belirtildi. Ustazade Yunus Bey.- Bektaşîliğin Girid’de intişarı. Yayınlayan Orhan F. Köprülü. Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi 8-9’dan ayrıbasım, 1980, s. 49-50.

[18]              ibd.

[19]              “Saki-i kevser”in Hz. Ali olduğunu biliyoruz.

[20]              Ustazade Yunus Bey.- op. cit., s. 55.

[21]              ibd., s. 62.

[22]              Bkz. Petar Selem.- Les religions orientales dans la Pannonie romaine, Leiden 1980.

[23]              Metin Sözen ve ark.- Türk mimarisinin gelişimi ve Mimar Sinan, İst. 1975, s. 306.

[24]              Tarafımızdan belirtildi.

[25]              Rıfkı Melûl Meriç.- Mimar Sinan. Hayatı, eseri I. Mimar Sinan’ın hayatına, eserlerine dair metinler (“Risaletülmi’mariyye”den), TTK yay. Ank. 1965, s. 11.

[26]              A. Erhat.- Ovidius’un “Fasti” adlı eserinde dualar, in Yıllık Araştırmalar Dergisi I, 1940-41, İst. 1944, s. 607.

(* )Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir. 

 

Foto 299

Foto 300

Foto 301