“Şiî-Alevî-Kızılbaş” elfazının orthodox-Sünnî İslâm ve onun arkasındaki Osmanlı için neler ifade ettiği, bunun her türlü dinsizlik, ahlâk kurallarına riayetsizliğin çok ötesinde bir takım tatbikat, Devlet’e cephe alma gibi affedilmez günahlar işleyen kişilere muadil olarak değerlendirildiği bilinir. Sorunun iktisadî, içtimaî ve siyasî yanları bu cildin 2. bölümünde etraflıca ele alınacak ve mülkiyet münasebetleri açısından irdelenecektir. Biz şimdilik bunun dinî yanı üzerinde duracağız.
Devam etmeden önce bir paralele girelim: Hristiyanlar, Roma imparatorluğundan çok baskı ve zulüm gördüler. En büyük cevri, en kanlı ve uzun eziyeti Diocletian’ın elinden çektiler (303-305). Zira imparator “dışarıdan gelmiş ve millî menfaate mugayir” olan bu dini “İmparatorluk fikrinin takviyesi için” yok etmeyi kararlaştırmıştı.[1] Gerçekten asiller, necipler (patricians); avam, esafil-i nâs (plébe) ve kölelerden oluşan sosyal stratum ve buna bağlı üretim ilişkileri, devletin belkemiğini teşkil ediyordu. O ise ki İsa, (Muhammed’in hilâfına) tüm insanları ilk ağızda Allah’ın ve dolayısıyla da devletin nazarında eşit olarak ilân ediyordu. Hristiyanlığın esasını teşkil eden “necat” teması da ayrıca bir kurtuluşu ifade ediyordu. Kim kimden kurtulacaktı?… İşler iyice karışıyordu. “Fertlerin ümit ve ihtiyaçlarına cevap verme gayreti içinde Hristiyanlık, Mysterion’larınkine müşabih bir yer işgal eder. Doğu kültlerinin getirdikleri yenilik, vatandaşa, aile reisine değil, doğruca şahsa hitap etmesi keyfiyetidir: sınıf, ırk, hatta cinsiyet farkları ilga olmaktadır. Aynı şey Hristiyanlıkta caridir. Mysterion’lu dinlerin fârig niteliklerinden biri de müminlerin gönlüne, heyecan ve tahayyül kudretine seslenmesidir: bunların uzun resm-i ayinleri, kahraman tarafından yaşanmış necat dramını hatırlatıp onu yeniden yaşatır. Hristiyan kutlamalarının manası da bu değil midir? Mysterion’lu dinler, umut ve güvenceye susamış rahatsız vicdanlara yardım etmeye bakar; tathir ve komünyon ritusları, bir ruhanîler zümresinin mevcudiyeti bu sebepledir. Burada da Hristiyanlık aynı yönde hareket eder”[2]
Böylece bu din, imparatorluğun ana sistemini temelinden sarsma istidadını gösteriyordu. Nasıl olmasın ki Tanrı fikri ile devletinki birbirine girift haldeydi: imparator daha sağlığında tanrılaşıyordu. Yani Allah’ın indinde eşit olmak, imparatorun indinde eşit olmak demekti ki Diocletian böyle bir şeyi kabule hazır değildi ve Hristiyan ilâhiyatçı ye apologist’lerin bütün gayretlerine rağmen bu dinin salikleri iktidar tarafından atheism ve imparatora karşı cinayetkârane düşünceler beslemekle suçlandıkları gibi orgy, incest (yakın akraba arasında cinsî münasebet), çocuk öldürme, yamyamlığa kadar varan cürümler, yükleniyordu bunlara.[3]
Milâdi ilk asırların gnostik yazını bir hayal kırıklığından doğmuş olup bu kötü dünyadan bir kaçışı ifade etmektedir. O çağlar gnosunun temsil ettiği ideolojik hareket, İmparatorluk gücünün şahikasında olduğu bir devirde Küçük Asya, Suriye, Mısır gibi ülkelerde gün görmüştü. Buraları Roma fütuhatıyla tahrip olmakla kalmayıp ilk Hristiyan gnostiklerinin (Valentin, Marcion) de çıkış yeri olmuşlardı. Bunlar İskenderiye, Antakya gibi büyük Helenistik kentlerde oturup bir memnu intelligenzia, aynı zamanda bir necat dininin hamili bir aydınlar zümresi teşkil ediyorlardı. Özellikle toplumun imtiyazlı sınıflarında, bunlar askerlikten ve her türlü siyasî faaliyetten uzaklaştırıldıklarında, bir necat takvası gelişmiştir. Haklarından mahrum bırakılmış olup siyasî hayattan çekilmiş ve hiçbir maddî çıkarı kalmamış asillerde olduğu kadar bürokratlarda da bu hal görülüyor, tıpkı devleti hasta yatağına düşüp de Rumeli toprakları bir bir elden çıktıkça akın akın tekkeleri dolduran Osmanlı gibi…
Böylece de ilk Milâdî asırların gnostiki, zamanının siyasî yaşamının veçhe ya da prensiplerini dinî düzeye taşıyacak, bunları kendi kurtuluş ideolojisinin temel prensipleri haline sokacaktır. Ve bütün bunları da Orta-Platonism’in yardımıyla yapacaktır. Bu felsefede νοῡς, nizamın prensibidir. Cosmos’da nizamı sağlamaya matuf dünyanın Ruh’u tanrısal varlıktan gelir. Adalet, kanunun amacıdır, ama bu sonuncusu hükümdarın işi olup o dahi, her şeyi emreden Tanrı’nın sureti (zıl’lı)dır ve tanrısal Logos’u kendinde taşır.
Gnostikler Orta-Plâtoncuların bu kavramını kendilerine göre yorumlamışlar. Onlar için νοῡς artık dünyanın, Devlet’in ve insanın tanzim ve teşkil edici prensibi olmaktan çıkmıştır. O, bu dünyaya hâkim olan güce, Demiurgos ve kötü meleklerine teslim olmuştur. Roma tarafından kahredilmiş Antakya ve İskenderiyelilere göre siyasi gücün νοῡς tarafından meşrulaştırılması düşünülemez. Bu itibarla bir necat ihtiyacı halinde dünyevî değil, Öbür taraf νοῡς’una müracaat edilir. Gnostik, Demiurgos’tan söz ettiğinde, ona yabancı gibi görünen siyasî gücü ima etmiş olmaktadır. Griostik’ler dünyevî tahakkümü reddederler,[4] tıpkı Şia’nın yaptığı gibi…
Origenes’in muakkibi Suriye’li (Heretic) Stephen’e göre nous (Suriye Nasturî’lerinin dilinde haunâ), yani “akıl, fikir, zekâ, görüş”, insanın en üst unsurudur. Bununla birlikte işbu nous telakkisinde İranî-gnostik unsurlar da bulunup Stephens’in yazılarında İsa ile müzdeviç “Büyük nous”, haunâ rabba tabirini buluyoruz. Bu fikir ve tabirin zemini Hindistan, İran ve Manihaist dinlerde bulunuyor.[5]
Yogi ve sairleri gibi gnostik de, toplumu idare eden kanunlardan kendini kurtarmış addeder. Hint’te Tantra mekteplerinin cinsî teknik ve orgiastic ritüellerine sefih gnostik tarikatların, ezcümle Phibionist’lerin orgy’leri tekabül eder. “… burada inatçı, şedit, geniş vüsatlı ve vahim akıbetli bir isyan bahis konusudur, beşer şartına, varlığa, dünyaya, Allah’ın kendisine karşı bir isyan…”[6]
Milâdî 85 yılı civarında doğmuş olan, Sinop piskoposunun oğlu Marcion’un tutumu haylice ilginçtir. Düalist sisteminde Ahd-i Atik’in hâlik tanrısı tarafından tesis edilmiş Kanun ve Adalet’i, aşk ve iyi Tanrı tarafından vahiy edilmiş İncil’le karşıt tutuyor. İyi Tanrı, oğlu İsa’yı insanları Kanun’un esaretinden kurtarmak üzere gönderiyor. Yahve ile müteal bir Tanrı’nın varlığını İsa’nın vaazından öğreniyor ve intikam almak üzere de onu cellâtlarına teslim ediyor… Ama O, ölümüyle, necatı sağlıyor.[7] Bu iş bittikten sonra da dirilip göğe çıkacaktır.
Baskı ve zulüm, Hristiyanları kendilerini gizlemeye sevk ediyordu. Ama gizliliğin tek nedeni bu değildi: esoterism, (batınîlik)[8] başka deyimle sınırlı bir salikler zümresine mahsus doktrin ve uygulamaların, sırra vâkıf etme yoluyla intikali keyfiyeti, Hellenistik devirde ve Hristiyanlığın ilk günlerinde bütün büyük dinlerde saptanır. Değişik düzeylerde olmak üzere gizli ritus ve tedris, müminlerin kademelendirilmeleri, sükût kasemi, vs. gibi sırr tevdii senaryosuna orthodox Yahudilikte olduğu kadar Yahudi tarikatlarında, Essenian’larda, Samaritan’larda ve Pharisian’larda rastlanır, Kilise’nin başlangıç günlerinde de bu esoterism mevcut olmuştur.[9]
Şii-Alevi-Kızılbaş üçlüsünün aynı yöntemlerle karşı koyma çabası *
Şiî-Alevi-Kızılbaş üçlüsü de bu yukarda zikrettiğimiz “ağır” suçlarla devamlı şekilde itham edilmektedir, “anonim” ağızlardan. Ama bunları tezkiye eden ciddi kişilerin sayısı da oldukça yüksek. Gelişi güzel birkaçını nakledelim.
“… bu köy (Sün köyü) topluluğu ‘Rafızî’ hitabına şiddetle kızarlar; çünkü bu terimle kendilerinin anne ve babayı, kardeşi tanımadıkları yani en yakın akraba arasında cinsî münasebete cevaz veren bir topluluk oldukları ima edilir. Alevî topluluğu bu nevi isnatları şiddetle reddetmektedir”[10] “Bu gerçekleri bilmeden, gizli cem toplantılarında, ‘mum söndü’ yapıldığı isnadı ile bu temiz, saf insanları karalamak büyük insafsızlık, büyük bilgisizlik olur”.[11]
“Alevî’lerin “ayin-i cem” adını verdikleri toplantıları vardır. Bu doğrudur… o dinî ayine her can mutlaka eşiyle gelir. Bu da doğrudur… Ama bu memlekette mum söndürülüp o uydurulan şeylerin yapılması diye bir âdet ise asla yoktur”[12]
“Tahtacı’ların “İç ayini”, “Terceman ayini”, “Pay ayini” ve “Cem ayini” gibi türlü ayinleri vardır. Bütün bu ayinler gizli olarak yapılır… Sazlı ve içkili bir toplantı olan bu “İç Ayini”nde sanıldığı gibi ahlâk dışı (meselâ mum söndürme uydurması gibi) bir hareket vuku bulmaz…”[13]
Anadolu’ya el koyduğunda Türkmen’in etnik azınlıkta olduğunu ayrıntılarıyla görmüştük…[14] Hristiyan ve sair dinlere mensup yerli halk Türk sistemiyle bütünleşmişti. Hâsıl olan kan karışımına koşut olarak bu kişilerin akidelerinden bir şeylerin de osmosis’le hulul etmiş olması doğaldır. Şu anda meşgul olduğumuz konuyla ilgili olarak bu osmosis’in Türkmen’de bıraktığı izin derinliğinin saptanması, bu sorunları esastan çözmek için elzemdir. Bunu yapmaya çalışacağız. Kesin bir sonuca varamasak dahi bir takım problemleri, yeni araştırıcıların bilgisine sunmak üzere, ortaya koymuş olacağız.
Önce, tarihî gelişmesi içinde mysterion, orgia, teletes kavramlarına açıklık getirelim, getirebildiğimiz kadar.
“Hakikat sözüne hile katmazam
Her kişiye sırrı beyan etmezem
Bilinmeyen yerde cevher satmazam
Ben bu nasihati bir candan aldım” (Mir’atî)
Μυστήριον tabiri Ahd-i Cedid’de 28 kez geçer. Klasik ve Klasik sonrası Grek yazınında bunun çoğulu genellikle, Mysterion Dinleri diye bilinen bazı gizli ritusları ifade eder. Mutat olarak kelime μύω = gözleri (veya ağzı da) kapamak’tan müştaktır (Fransızca muet, İngilizce mute, “dilsiz” karşılığındadır). Ağzın kapanması μύστης’in gereği olan sükûttan anlaşılmakta olup bunun da, bilmukabele, ritusların fariğ rengini ve μυστήριον’un, yani mahremiyet’in kesin manasını verdiği sanılır. Ahd-i Cedid uzmanları bunu genellikle, Ahd-i Atik’te gizli/saklı olup da Ahd-i Cedid’de ifşa edilmiş Tanrı’nın sırrı (gizli planı) olarak kabul ederler.
Her ne kadar Herodotus Demeter’i Isis’le bir tutup Mysterion’ların kökenini Mısır’a bağlıyorsa da[15] bu iki ülke arasında o çağlarda temas yokluğu nedeniyle bu iddia varit görülmemektedir. Biz, Mısır Mysterion’ları üzerinde ayrıca duracağız.
Buna karşılık uzmanlar menşe olarak Küçük Asya, Girit ve Kuzey Helenistan üzerinde duruyorlar.[16] Bu arada “Mysterion’lu dinler” kavramının çağcıl bir kavram olduğunu da kaydedelim.
Eleusis Mysterion’ları muhtemelen M.Ö. II. binin ikinci yarısında ihdas edilmiş ve μυστήριον da, bir yerli Grek sözcüğü olmalıdır. Eski geleneğe göre bu kentten olmayan hiçbir kişi Mysterion’lara dâhil olamazdı. Birkaç kez Eleusis’in bağımsızlığını kaybedip baskı altında yaşamış olmasına rağmen sakinlerinin bu imtiyazdan feragat etmemiş olmaları, herhangi bir kişinin tanrıçalarının sırrına vâkıf olmamasını sağlamaları, son derece ilginçtir. Kültün uzun tarihinin neredeyse sonuna kadar Hierophant’lar Eumolpos ailesinden seçilmişler, M.S. IV. yy.ın bitimine yakın zamanda sonuncu Hierophant (yani ayinlere riyaset eden rahip) bir Mithra rahibiydi. Eumolpos ailesi, ritus sırlarını ağızdan ağza haleflere aktarırlardı. Bu itibarla μυστήριον sözcüğü bu kapalı ritusların tecessüsü tahrik eden tabiatını ifade etmek üzere meydana çıkmış da olabilir.[17]
Mysterion’lu bir din, ölüm-yaşam teması üzerine kurulmuş bir necat mitosunun varlığıyla belirir. Bütün bu dinlerin temelinde bir kurucu kahraman ya da tanrının kaderini, büyük başarılarını, hayatını, ölümünü ve dirilmesini anlatan bir mitolojik öyküler silsilesi yatar. Ama bir mitolojik öykü, bir Mysterion’lu dini nitelemek için yetersizdir. Bu öykünün ayrıca ölümden dirilmeye, yani yaşama geçiş temasını içermesi gerekir. Attis de, Osiris de böylece yaşama dönmüşlerdir.
Mysterion’lu dinin bir başka karakteristiği de, mitosu izah eden bir esoteric doktrinin varlığıdır. Gerçekten mitos, kendini anlatabilmek için yoruma ihtiyaç duyan bir öyküden ibarettir. Doktrinler, hikâyenin mazmunlarını izah edeceklerdir.
Mysterion’ların doktrinleri, tanrı veya kahramanın kaderinin nasıl ferdinkini önceden şekillendirdiğini gösterir. Tanrı’nın başına gelen, ölümden yaşama, ölümden saadetli bir ebediyete geçişi, müminin de başına gelebilecek olanın numune ve tasviridir: onun da ölümsüzlük ve bozulamamazlığa kavuşması kabildir. Doktrinler mitolojik nesnellikten bireysel öznelliğe geçme imkânını yaratırlar.
Bununla birlikte Mysterion’ların doktrinleri, münferit kişilere değil, aynı deneyi geçirmiş ve topluluk haline gelmiş fertlere hitap ederler. Bunların tahtında bir ruhanî kademeleşme (ecclesiology) müstetirdir. Ama bunlar mutlak surette gizli kalacaktır. Sadece, bunları hiçbir şekilde yaymayacak bazı sırra vâkıf kişilere açıklanmıştır.
Mitosla doktrin arasındaki fark da önemlidir; mitos herkese açıktır; herkes Kybele, Attis, Isis ve Osiris, Mithra’nın öyküsünü bilir ya da bilebilir; ama doktrini sadece sırra vâkıf olanlar (salikler), onu kavrama kabiliyetinde olanlar bilir.
Ayrıca Mysterion’lu dinler, sairlerinden başka, sırra vukuf ve komünyon rituslarını da içeren kült ve resm-i ayin eylemleriyle de nitelenirler. Bu dinlerde, mitosu yeniden yaşatan, ona şekil, mevcudiyet ve gerçeklik veren resm-i ayin icraatı özellikle vurgulanır; şöyle ki tanrısal kahramanın hikâyesi artık geçmişe ait değil, ferdin de iştirak edebileceği hal-i hazır hakikati ifade eden bir hikâye şekline gelmiştir. Mysterion dinlerinin yaşamı, müntehası olan kültte şahikasına varır; mitosun iş’ar edip de doktrinin izah ettiği şey, bunda teferrüt eder; doktrinin ortaya koyduğunu, Mysterion’un kutlanmasında birey yaşar.
Mysterion’ların bu kutlamaları, bireyi tanrının kaderine uyduran sırra vâkıf olma (süluk) rituslarını içerir. Bu uyuma ulaşabilmek için tathir, kefaret, abdest, kurban kanı ile yıkanma, vaftiz gibi fiillerin icrası gereklidir.[18]
Bütün bunlar bize her yönüyle, işbu Mysterion’larda, bugünün dillerinde de müşterek olan Hellenik “sırr, gizli, mektum”, “muamma kabilinden olay” manalarının bir kenara bırakılması gerektiğini gösteriyor. Bu kültlerin tanrılarının hepsi (Demeter, Kore, Ge, Hekate…) toprağa bağlıdırlar.[19] Her ne kadar lütufkâr, hayırhah iseler de tabiatları icabı yaklaşılması tehlikeli olan varlıklardır; bu itibarla ciddi durumlarda herhangi bir rahatsızlık ihtimalini bertaraf etmek için ayini bir gizlilik perdesiyle örtmek, ihtiyatlı bir tedbir olmaktadır: gereği gibi hazırlanmamışlar, mülevvesler, tathir olmamışlar uzakta tutulmaktadır.
Ne ayine iştirak eden “vâkıf”lar herhangi türden bir üstünlük arz eden kişilerdi, ne de burada onlara çok önemli bir şey gösterilirdi. Ama gördükleri kadarıyla ruhları büyük ölçüde sükûna kavuşuyordu. Gördükleri şüphesiz kutsal δρώμενα (“yapılmış şey”) idi. Bunun, tahrik edilmiş ve sonuna kadar inanmış zihinlerde yarattığı etki tahmin edilebilir.[20]
Bir takım garip, fakat vâkıflar-salikler için mistik önemle dolu olaylar da cereyan ederdi, bu arada: içinden geçtikleri belli bir mahallin sakinleri tarafından bunların sağ el ve sol bacaklarına sarı kurdele bağlanırmış. Bunun anlamı pek bilinmemekle birlikte bunun “salikleri kötü ruhlardan koruma” amacını güttüğü sanılır. Geldik mi yine sarı rengin “marifetine”?
Keza, başı örtülü erkekler, vâkıfların ileri gelenlerine ağız dolusu küfür ve hakaret yağdırırlarmış. Muhtemelen tevazu yoluyla kötü ruhların kıskançlığı bertaraf ediliyordu.[21]
Eğer bir kutsal evlenme bu passion dramasının bir kısmını teşkil ediyorsa, bunun pekâlâ vekar, ciddiyet ve zarafetle icra edilmiş olması gerekir. Bugünün anlayışına dahi ters düşecek, kaba, adi, müstehcen bir görünümü arz ettiğini sanmak için bir neden bulunmuyor. Hristiyan yazarlar hierophant’ın titiz iffetinden söz ediyorlar
“Orucumu tuttum, arpa içkisinden içtim, (nesneleri) kutsal sandıktan aldım, ondan tattım; onları sepete koydum ve yine sepetten alıp sandığa koydum” sözlerinin Eleusis Mysterion’larının parolası olduğunu İskenderiye’li Aleksandr’dan öğreniyoruz. Bundan da bir nevi sacrament’in, hiç değilse, sülukun bir başlangıç koşulu olduğu anlaşılıyor; salikler, keder içinde tanrıçanın içtiği aynı kadehten içerler, kısmen “hatırasına”, kısmen de onunla daha yakından birleşmek için.
Yine “aynı kadehten içme” fiiliyle karşılaşıyoruz.
Keza Proclus (İst. 412 – Atina 485, Nev-Eflâtuniyeci feylosof) ile Hippolytus (ölm. takr. 230, ilk kilise yazarlarından) bizlere, Eleusis rituslarında göğe bakıp yüksek sesle “yağ!” (ὔε), sonra yere bakıp “gebe kal!” (κύε) diye bağırıldığını anlatıyorlar. Bu (dua denemeyeceğine göre) ritüel sihir, ilkel Mysterion’un dayanağı olan eski tarımsal sihirden kalmış olmalıdır.[22]
Mevlevi de bir avucu yukarı, diğeri aşağı bakar şekilde dönüyor, öbürü göğe bakıp “yağ, ya mübarek!” diye niyaz ediyor, Karadeniz uşağı da Horon’da elleriyle yağmur işareti yapıyor, bugün…
Esasta, böyle güçlü bir dinî denemenin (experience) birçok zihinde büyük ruhî hareket yaratması düşünülebilir. Aristophanes’le Andocides, süluk etmiş olanların ahlâkî masumiyet ve suçluluk kavramları üzerinde daha doğru ve ciddi görüşe sahip olduklarını ifade ediyorlar.
“Marifet kapısı”nda da Bektaşî Atam gök, anam yer! demiyor muydu (bkz. s. 145)? Nâr-ı cehennem korkusu Grek ruhî bünyesine uygun düşmemektedir. Eleusis âbidinin ümit ettiği şeyin teminatı, ölüm ötesi hayatın güçleri olan ana ve kızla mistik temas suretiyle tesis edilen dostluk ve mistik beraberlik duygusundan kaynaklanıyordu. Bu yaşamda süluk yoluyla ana kızın dostluğunu kazananlar, öbür tarafta bunların hayır duasına mazhar olacaklarından emin oluyorlardı.
Helen topluluklarının mutedil kültleri arasına kabul edilmiş olan Dionysos, haylice törpülenip yabanilik ve vahşiliğinden epey kaybetmekle birlikte sairlerine nazaran daha heyecanlı vecdî karakterini muhafaza etmiş. Ama Helenistan üzerine M.Ö. VII. yy.dan itibaren çökmeye başlayan yeni bir Dionysos coşkunluğu dalgası bu durulma sürecini durdurmuştu. Başlarda da gördüğümüz gibi bu dalga beraberinde Orpheus adını sürüklemiş ve biraz sonra da; Orphic uhuvveti (thiasoi) tevlit etmişti.
Böylece biz bu mistik kardeşliklerde, yüksek bir dinin tohumlarını ve dinler tarihinde büyük rol oynamış telakkilerin hüküm sürdüğünü rahatlıkla seçebilmekteyiz. Plutarchus çağında (I. – II. yy.) dahi bunlar hâlâ dertlileri teselli gücünü muhafaza ediyorlardı.
Attis, Kybele, Isis ve Saibazius’la müzdeviç Doğu Mysterion’ları başlangıçta bunlara yakındı ve çok müşterek telakkileri vardı. Ama bunların orgiastic vecdleri çok daha şedit olup ateşli tanrısal beraberlik (communion) arzusunun âbidlerde yarattığı ruhî dalâlet daha tehlikeliydi. Sebebi ne olursa olsun Attis zahitleri kendilerini iğdiş ederlerdi. Tanrısal Varlıkla beraberlik, Taurobolium’da kan banyosu ya da mezbah üzerinde kolları bıçakla yaralayarak elde edilirdi,[23] Hüseyin’in passion’unda olduğu gibi…
Aşikâr suistimale müsait veya, hiç değilse, müstehcenlik ithamına açık bir uygulama da talip’in büyük tanrıçayla, onun gelinlik odasında, kutsal izdivaç taklidi icra etmesiydi. İşbu Phrygia Mysterion’larında keza belirgin olan bir husus da yeniden doğuş telakkisi olup tantanalı ve vakur dinî dramayla canlı şekilde yaşanılan sevgili Attis’in ölümü ve dirilmesi inancıdır,[24] On ikinci İmam (Muhammed Mehdî)nin dirilip yeniden insanların arasına katılacağı inancı gibi…
Bütün bunları toparlayıp özetlemek gerekirse denebilir ki Eleusis dininde μυστήρια bir tanrısal drama (δρᾱμα, δρωμενα, δράω), kutsî (ἃγνά), korkunç (σεμνά) ve tarif olunmaz (ᾶρρητα) olup insanlara çok özel hallerde “yaşanmak” üzere azami vekarla verilmiştir. Dramanın kutsiyeti ihlâl edilmeyecek, muhtevası yabancılara açıklanmayacak, sahneleri en koyu salik (μύσται) tarafından bile taklit edilip hicvedilmeyecektir. Ehrama, tanrısal kedere ve acıya iştiraki, en derunî tabiatı haiz bir tanrısal ifşayı, tarif edilmez şeylerin rüyetini intaç eder. Bu bir mysterium tremendum’dur! Görülen şey ezicidir. Tanrısal varlığın “çarpışı” hadsizdir. Drama, ifşa olunanlar, görülenler μυστήρια ᾶρρητα, yani her türlü tarifin ötesinde esrarengiz şeylerdir.[25]
Mysterion’dan ayrılmaz orgia kavramından başlarda az çok söz etmiştik. Bu kez onu, bu yeni açıdan itmama çalışıp bugüne ondan neler kalmış olabileceğini tahmine yarayacak verileri ortaya koymayı deneyeceğiz.
Μυστήριον gibi ὂργια da ne Homeros, ne de Hesiodos’da geçer. Bu iki sözcüğün yanı sıra τελετή de Mysterion’lara uygulanır. Bu her üç tabir bütün Eskiçağ boyunca çeşitli Mysterion rituslarını, özellikle Eleusis’inkilerini ifade etmiştir.
Οργιον sözcüğü ἒρδω, ἒργον, ὂργανον… gibi fiil, hareket, icra, ifa, iş görev temel anlamlarına gelen bir sözcük grubuna etimolojik olarak bağlıdır. Bu itibarla, etimonuna tam uygunlukla ὂργια, Grek yazınında ἒρδω ile yakın iştirak halinde görülür.
Bazı metinlerde ὂργια, Musa’ların bazı dansları icrasını ifade edip yine dans ve oyun sibakı içinde Demeter’in bir unvanı olmaktadır. Aristophanes’in bir naklinde oyun kavramı da ὂργια’nın bir kısmını teşkil ediyor. Euripides ise bunu Dionysos ritusu olarak kullanıyor. Bakkhus orgy’lerinde μαινάδες (Menades)lerin vahşice hareketleri çerçevesi içinde ὂργια kelimesi en renkli kullanım şekline ulaşıyor. Οργια Άφροδίτης (Aphrodites orgy’leri) ile birlikte bu kullanım, kelimenin tedricen iktisap ettiği menfi manaya, yani sefahat (profligacy – debauchery) fiili manasına bürünmesine yardım etmiştir.
Τελετή de ayin icrası anlamında kullanılmış, Euripides τελεταί diye Dionysos rituslarına diyor ve tesit, kutlama manasında kullanıyor bu sözcüğü. Birçok yerde de sözcük, tüm nümayiş, ritüel kurbanlar, ayinleri kapsıyor.
Mabetlerde uygulanan kutsal fuhşun öyküsüne dönmeyeceğiz. Sadece bunun Hint’te de varlığını, bunu Cahiz’in haylice yadırgamış olduğunu[26] eklemekle yetineceğiz. Hristiyan apologist’ler, ilk mutezil ve bütün dalâlet yoluna sapmış olanların atası olarak Sihirbaz Simon’u gösterirler. Havari Piyer bunun hareketine Samaria’da çatmıştı. Simon burada kendini “Büyük tesmiye edilen Tanrı’nın Gücü” ilân ediyordu. Gerçekten “birinci Tanrı” olarak tapınılan bu adam Tanrı “Tefekkürü”nün (Ennoia) en sonuncusu ve en düşkün tecessütü gibi telakki edilen karısı Helena’yı Tyr’de bir umumhanede keşfetmişti. Simon tarafından kurtarılan Helena-Ennoia, evrensel necatın vasıtası olmuştu. Sihirbazla fahişenin birleşmesi aslında Tanrı’yla tanrısal Hikmet’in (Marifetullah) birleşmesi olup topluca kurtuluşu sağlıyor.[27]
Delphe Bakkhaları’nın müdiresi olan Klea ile teklifsiz durumda olan Plutarchus, bilhassa Dionysos’un mitosları ve tabiatı hakkında özel geleneklerin bu grup içinde cari olduğunu anlatıyor bize. Her halde Dionysiac kült grupları (thiasoi), esoteric tipte toplantılar, süluk rituslarıyla, derece ve rütbelerle, cemaate ithal edici gruplar tipine daha yakın düşmektedir. M.Ö. l86’da Roma Senato’sundan özel de Bacchanalibus kararnamesinin çıkmasına sebep olan rezaletin öyküsünde olduğu gibi, bütün bunların yanı sıra, orgiastic çılgınlıklarda bir soysuzlaşma da göze çarpıyor. Diğer taraftan, bir ritüelleşme şekli kadim Dionysiac “vahşilik”inin en kaba tezahürlerini hafifletip sembolik şekillere irca etme eğilimini gösteriyor.
Her ne olursa olsun, Hellenistik ve Hellenistik-Roma çağlarında Menades’lerin eski thiasoi’leri, açıkça belirgin iştirak şekillerini, kademelerini, kutsal kitap ve metinlerini ve kendi öz geleneklerini haiz grup ve toplumlar haline geldiler. Bütün bunlar onlara, kendilerine özgü amaç ve doktrinlerle örgütlenmiş tarikatlar niteliğini veriyor. Bu yeni thiasoi’ler, dolayısıyla, Menades’lerin kadim cümbüşlerinden olduğu kadar Roma Senato’sunun men ettiği tipten mütereddi Bakkhalar şenliklerinden farklıdırlar.[28]
Şimdi de Hellenistik ve Roma devirlerinde Mısır Mysterion’larına göz atalım. Bu hayli girift meselede, özellikle imparatorluk çağında, Helenistan ile Doğu arasında bir nevi “müşterek mal”, karşılıklı olarak teati edilmiş ritus ve düsturlar belirgin olmaktadır. “Mısır Mysterion’ları”, ya da “Mısır tanrılarının Mysterion’ları” ifadesiyle Grek, Roma dünyasında, Küçük Asya’da ve imparatorluğun sair eyaletlerinde icra edilen ayinlere işaret edilir. Herodotus’un ünlü bir metni, Sais’te, Athena-Neith mabedinin avlusunda, adını zikretmeye cesaret etmediği, ama Osiris olduğunda şüphe bulunmayan bir tanrı onuruna vaki ayinleri naklediyor[29]; bu ayinler kutsal göl üstünde, gece vaki olup “Mısırlıların Mysterion’lar tesmiye ettikleri passion’unun[30] temsilcileri”nden ibarettir. Burada “elem”den söz edilmesi, bahis konusu tanrının, bir passion’u yaşamış tek Mısır’lı tanrı olması itibariyle Osiris olduğunu kanıtlıyor. Herodotus bunu, Grek Mysterion’larında olduğu gibi, açıklanmasının yasak olması itibariyle, gizli tutuyor.
“Arpanın harman yerine konası geldi
Erkek hayvanların onu çiğnemek üzere getirilecekleri geldi
Bu, babasının öcünü alan Horus’u işaret eder
Horus, Seth’in refiklerine ‘işte buradaki babamı döğmeyin’ diyor
(Sahne iş’arı) Osiris’i dövmek; arpa tanrıyı kesmek”.
Arpa danesi Osiris’in tezahürü olmaktadır; onu çiğneyen hayvanlar Seth’in yandaşlarıdır. Bu itibarla arpayı kesme ve dövme ritüel fiili Osiris mitosunun safhalarından birini sembolik olarak ifade ediyor.[32]
Selanik’te ele geçmiş bir yazıtta Είσις Οργία’ya, yani orgia’yı tesis etmiş olan tanrıçaya, sülukun sahibesine, hitap ediliyor Οργία sadece Dionysos kültünün “orgiastic” rituslarını değil, daha umumi olarak, Mysterion’ların sibakına bağlı gizli ayinleri ifade eder gibidir. Herodotus[33] ὂργια diye Orphic’lerin, Dionysos müminlerinin kültlerini tesmiye ediyor; keza Diodore[34] de, Demeter’in aramasına mütealik ayinleri τά ὂργια ζόμενα (yaşanmış orgia) olarak niteliyor.
İmparatorluk devrine ait çeşitli edebî metin Mısır’da Isis ve Osiris Mysterion’larının kutlandığını haylice açık şekilde doğruluyor: Plutarchus da, De Iside’sinde, Mysterion’lara sık temas edip Isis ve Osiris’in ὂργιαι’larından, Mısır kültünün sembolik hareketlerinden (τά δρώμενα συμϐολικῶς) orgiastic ayinlerden όργιασμοί süluklarından (τελεταί) söz ediyor. Τελετή tabiri özellikle önem taşıyor: bu tabir, Grek anlamında Mysterion’ların, yani süluk (initiation) merasimlerinin bahis konusu olduğunu anlatıyor, yoksa Osiris passion’unun “dramatik temsilleri”ni ifade eden Mısır meali burada geçerli olmuyor.[35]
Daha sonra, gelen yazarlardan, yukarda sözünü ettiğimiz Hoppolytus “Aziz ve kutsal rituslar, süluk etmemiş olanlara açılmaz; Isis Mysterion’ları, Osiris’in cinsî uzvunun kapılması ve bunun, matem elbiseleri giymiş yedi entarili[36] Isis tarafından aramasından ibarettir” diyor. Metin, Mısır Mysterion’larının “mümbitlik ritusları” karakterini iyice belirtmiş oluyor: Isis’in yedi entarisi şüphesiz gezegenlerdir.[37] Devam etmeden önce, ilerde (“Giyim Teknikleri”) üzerinde duracağımız Anadolu’nun “yedi etek”ini hemen hatırladığımızı ifade edelim.
Ancak, bir noktada mesele çatallaşıyor: Isis’in matemi ve arama eylemi ve Osiris’in bulunması, Mysterion’ların bir temel unsurunu teşkil eder gibi olmakla birlikte, kesinlikle büyük sonbahar bayramı ritüeline dâhildir; bu bayram Mısır’da ve aynı zamanda Grek-Roma çevrelerinde Osiris onuruna kutlanırdı ve bu çevrelerde daha çok Isis etrafında dönerdi. Milâdî 354’te Philocalus takvimi bunu Isai tesmiye edip 28 Ekim’den 1 Kasım’a kadar kutlandığını bildiriyor; bir başka takvim de Kasım ayında, Osiris’in “ibdaı’na teşbih edilmesi gereken bir Heuresis bayramını kaydediyor. Bunlardan başka Isis’in araması ve Osiris’in bulunması rituslarını zikreden birçok metin, bunları hiçbir surette bir Mysterion sibakına bağlamıyor.[38]
Süluk, bir noktada, mutluluk ve maddî refahın bir teminatı oluyor; ama bu yeni bir şey olmayıp daha Hellenistik çağda dahi müminler Mısır tanrılarından saadet, sıhhat, refah ve zenginlik talep etmektedirler. Ama süluk, bundan da öteye, daha başka bir şeydir: zaruretin bağlarından kurtulmuş Mysterion’un saliki için yeni bir hürriyetin teminatı olmaktadır. Ritus sırasında rahip “tanrıçanın hizmetine girdiğinde, hürriyetinin lütfunu duyacaksın” diyor. Ritusların biri de “kadere galip geliyorum. Kader bana itaat ediyor” ifadesiyle bitiyor. Gerçekten kadere üstünlük, Mısır tanrılarının bir niteliği olmasına karşın kimsenin kaderin elinden kurtulamayacağı fikri tamamen Yunanî’dir. Kaderden bağımsız olma, salik için, yaşamın bundan böyle bir anlam kazanması, onun talihin keyfî darbelerine artık maruz olmaması demek gibidir. Tabii, sülukun beraberinde getirdiği saadet vaadi, öbür dünya için de muteberdir.[39]
Gelelim beriye ve Hasan ağanın söylediklerini hatırlayalım (s. 117): “… bize leke sürdüler… Şimdi karılarımız oynamaz oldu. Ama oyunları, dernekleri bıraktığımız günden beri Allah beti bereketi kaldırdı…”
Saliklere açıklandığı gibi Osiris’in uzuvları toprağın ürünlerine teşbih edilirdi. Gerek Osiris mitosu, gerekse onun passion’unun kutlandığı “Choiak bayramları”nın kesin tarımsal niteliği göz önüne alındığında bunda gayrı tabii bir şey görülmez.
Ephesus’lu Artemidoros (II. yy.), Mısır’lı tanrı Mysterion’larının korkulara, tehlikelere, tehditlere ve zorluklara yol açıp bütün bunların bir “matem manasını taşıdığını” söylüyor: tanrıların çektikleri elemler, saliklerin de çekmelerinin gerektiği acılar…[40] Hüseyin’in passion’unu yâd eden Şiî-Alevî müminlerinki gibi oluyor.
İki yazıt, imparatorluk çağında Küçük Asya’da Mysterion salikleri topluluklarının varlığını belgeliyor. Bunlardan biri, Tralles saliklerinin bir Isis ve Serapis rahibi şerefine ithafından ibaret olup bu rahibin, topluluklarının reisi olması varittir. Diğer kitabe Bithynia’da Prusa (Bursa)dan çıkmıştır; bunda L. Julius Frugi adlı bir imparatorluk yüksek memuruna bir salikler topluluğunun şükran ifadeleri mündemiçtir: Frugi bunlara iyilikte bulunmuş olmalı. Salikler onun onuruna Hermes’e ve bir diğerini de Isis ve Serapis’e olmak üzere iki ithafta bulunuyorlar. Metinden salik adedinin altı olduğu anlaşılıyor; belki de süluk az sayıda saide inhisar edip belli bir servet düzeyini gerektiriyordu. Bunlar Tralles’de olduğu gibi Mısır tanrılarının bir rahibinin idaresinde bulunuyorlar ve μύσται καί δεκατισταί tesmiye edilirlerdi ki bu tabire daha M.Ö. II. yy.da Delos’ta Mısır kültünde rastlanır. “Dekatisted” veya “dekadistes” ismi, değişik yorumlara yol açıyor: belki kült için bir öşür ödeyen insanlar, belki de ve daha büyük olasılıkla, topluluklarının bayramını ayın 10. günü kutlayan müminler bahis konusudur. Her ne hal ise, Tralles’de olduğu gibi Bursa’da da saliklerin dernek kurmuş olmaları keyfiyeti, sayıları az dahi olsa, Mısır Mysterion’larının kutlanmasının önem kazanmış olup belli bir yaygınlık arz ettiğini gösterir.
Küçük Asya’nın bu belgelerine yine imparatorluk devrine ait Sakız (Samos) adasının bir ithafı da eklenir; ithaf, Sarapis, Anubis ve “Alphokrate”ye yönelik olup hierophoros heptastolos adlı birinden gelmektedir. Hieraphoros tabiri muhtemelen Mısır ayinlerinde kutsal eşyaları taşıyan kişiyi ifade edip heptastolos da “yedi entarili” demektir. Plutarchus’a göre ise kutsal eşyaları taşıyanlarla kutsal elbiseyi lâbis olanlar (hieraphoros, hierostoles), “gizli doktrin”leri bilenler olup giysileri bunların süluk niteliğini gösterir. Diğer taraftan Apuleis’un (125 -180) Métamorphoseon libri’sinin kahramanı Lucius’un, sülukunun ertesi günü “on iki takdis entarisi” giymiş olarak ortaya çıktığı hatırlanırsa “yedi entarili” tabirinin belli bir bilgi düzeyi, süluk derecesine ermiş kişiyi ifade etmiş olması ihtimali ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte Isis ve Osiris Mysterion’larında, Mithra’nınkiler gibi her salikin erişemediği derecelerin bulunup bulunmadığı kesinlikle bilinmemektedir.
İzmir Isieion’unda da bunlara benzer işaretlere rastlanmaktadır.
On iki rakamının necmî mana taşıdığı muhakkaktır; ya zodiakın işaretleri, ya da güneşin günün saatlerine göre aldığı on iki şekille ilişkilidir. Yedi rakamına gelince, bu da (bir sembolik değeri haiz olup ruhlar tarafından yedi seyyarî kürenin kat edilmesini hatırlatır.[41]
Çoğu, Persephone’ye ait bir kutsal mahalden gelmiş ve buraya adak sunusu olarak bırakılmış olup da Lokri’de (Kıta Yunanistan’da) bulunmuş tabletlerde (pinakes) (M.Ö. VI. yy. ile 470-460 yılları arasına ait) en sık rastlanan tema, “kahraman” olarak telakki edilen ölü kültünden ibarettir. Burada kutu ya da küçük sandık, sepet ve Öbür taraf dünyasına özel telmih olarak da, horoz gibi bazı semboller devamlı olarak belirir. Bazen, Hades tarafından genç kadınların kaçırılması sahnelerinde ölüm ima edilir. Bunların birinde ölmüş kadın mistik horozu, bir diğerinde de bir elma tutar. Bazen de, kaçırılmayıp sadece sürüp uzaklaştırılan genç kadının yüzünde hüzün yerine sükûnet, huzur ifadesi görülür ki keyfiyet bir “sırra vukuf – süluk” dini tarafından öğretilmiş öbür dünyadaki yaşamın umutlarıyla izah edilebilir. İşbu pinakes’lerden biri özellikle ilginçtir: bunda Hades, Persephone ve Dionysos, bir “kutsal sohbet”te görülüyor. Hades sol elinde bir elma, ya da daha muhtemel olarak, bir nar tutuyor, Persephone’nin elinde bir horoz var, Dionysos’unkinde de, beklenebileceği gibi, bir içki kadehi.
Dionysos Mysterion’larını çevreleyen şartlar içinde onların hepsinde görülen ve onlara özgü bir unsura, phallus’u içeren hasn sepete (liknon) döneceğiz; bu phallus’un bir mümbitlik simgesi olduğunda hiç şüphe bulunmadığı gibi bu temsil, ritusun, çök eskilerden kalmış olmakla birlikte, hâlâ seçilebilen tarımsal kökenini belgeliyor[42]. Biz bugün bu phallus’ları bir sepet içinde değil de, minarelerden başka mezarlıklarda da görür gibi oluyoruz (fot. 39 ilâ 48)…
Evet, Küçük Asya kucak açmış Demeter, Mithra, Isis Mysterion’larına, Orpheus, Dionysos… kültlerine, gnostik hareketlere, bunların orgiastic karakterleriyle birlikte. Ve bunu toprağın “beti bereketi” için yapmış!…
Bizce son derece önemli olan bu konunun ardını kolayca bırakmayacağız. Yayılacağız ayrıntılar arasına, bugün yaşayan âdetlerle karşılaştırmalar yapa yapa. Ege-Doğu Akdeniz havzası adamı bilimlerin, sanatların ve dinî doktrinlerin herhangi bir tefrik yapmadın ve gerekli tedbirleri almadan herkese aktarılabileceğini düşünemezdi. Bu kişide tıp bir “gizli bilim”di, ona ancak “ocaklı” olanlar vâkıf olabilirlerdi; yeminler ettirirdi Hippocrates, sanatını öğrettiği kimselere: gerçekten kutsal şeyler ancak kutsal kişilerce bilinebilirdi; lâdinî alanın adamı, bu bilimin orgy’lerine vukuf peyda etmeden onunla iştigal edemezdi…
Pythagoras (ve tilmizleri) mahrem tedrisatta bulunurdu. Doktrini, Eleusis diniyle bir tutulurdu. İskenderiyeli Klement de felsefenin bu aynı sırrını, Mysterion’ların sırrına teşbih ederdi: “Sözgelimi, gerçekten söz eden herkes, Barbarlar ve Helen’ler, nesnelerin prensiplerini gizlediler ve gerçeği muammalar, semboller, alegoriler, remizler ve mümasili şekiller altında intikal ettirdiler, Helen’lerde kâhinlerin kendilerini ifade ettikleri gibi. Ama Mysterion’ları tesis etmiş olanlar, ki bunlar feylosoflardı, herkese vazıh olmayacak şekilde, doktrinleri üzerine bir çok mitosu yığmışlardır” diyor, II. – III. yy.ın bu ünlü Hristiyan din bilgini.
Doğa, saklanmaktan hoşlanır, gerçeğe de cehtsiz varılmaz; bu itibarla onu ele geçirmiş olanlar başkalarına onu kolayca faş etmeyecekler, çok açık tabirlerle ifade etmeyeceklerdir. Gerçek, tabiatı gereğince tanrısal olup ona sahip olanlara büyük bir güç aktarır; dolayısıyla da aşağılık ve adî insanları çok aşar. Bu sonuncular ona sahip olmaya lâyık olmadıktan başka, yorulmadan elde etmeleri halinde de ona hor bakabilirler: bu nedenle gerçek, bu tür insanın uzağında tutulacaktır. Hatta o, sıra adamını dahi aşar ve onun yalnız iyice denenmiş ve hazırlanmış kişilere bildirilmesi gerekir.
Sır, alınan derslere değer katar ve vâkıf olanlar ona daha çok bağlanırlar. “Tanrısal varlık vasf ve tarif olunamayacağına göre, onu görme bahtiyarlığına erişmemiş olanlara ondan bahsetmek yasaklanmıştır” diyor Plotinus (Nev Eflâtuniyeci feylosof, III. yy.).
Bir güzideler zümresine özgü bilgileri öğrenmek arzusunun dışında karşılıklı yardımlaşma, birbirine benzer ve aynı zevkleri paylaşan kişilerle birleşmek isteği gibi başka nedenler de insanları dernek halinde toplanmaya götürebilir. Bu kabil (dinî) dernekler Helenistan’da ve Mısır’da var olmuşlardır. Ancak, bu derneklerin de Mysterion’larla ilişkileri vardır.[43]
Helen’lerin dilinde icra edilen Eleusis Mysterion’larının Orpheus ve salikleri olan Orphic’ler tarafından tesis edildikleri, bunların, ayinlerde inşat edilen manzumeleri de terkip ettikleri, devrin yazarlarınca söyleniyor. Bunların rivayetine göre Orpheus, Grek Mysterion’larını tesis etmeden önce, bunların ilk kaynağı olarak kabul edilen Mısır Mysterion’larını tetkike gitmiştir.
Ancak, Grek veya Attike Mysterion’larından ve Helenistan’a, Grek ulusunu teşkil edecek olan Hint-Avrupalı kavimlerin gelişinden evvel de Mysterion’lar vardı. Grek yazarları bu Helen öncesi Mysterion’larından bazı gelenekleri muhafaza etmişlerdir: burada bahis konusu olan, Orpheus çağından hemen önce Mysterion’ları öğreten Küçük Asya kökenli Pelasgos ve sair insanlar olup eski bir tarihte Arkadia’dan Samothrake (Semendirek) ve Küçük Asya’ya taşınmış Mysterion’lardır. Keza çok eski ve esasen Eleusis’tekilerle aynı olan, çok eski Girit Mysterion’ları da bahis konusudur. Bu arada, Finikelilerin de adı geçiyor. Kısaca, Eleusis Mysterion’ları ve sairlerinin uzun bir dinî geçmişi haiz bulundukları anlaşılıyor. Herhalde, Atina dininin Mysterion’ları, İyonya’lıların kıta Helenistan’ı terk edip Küçük Asya’ya yerleştikleri zaman, nihaî şekliyle çoktan tesis edilmişlerdi. Bu konuda, Herodotus’dan başka, çok kişi Orpheus’un rolünü belirtmişlerdir.
“Vasf ve tarif olunamaz – sözü edilemez – Mysterion’lar için meşaleleri yakan Orpheus, senin şu sırada öldürdüğün kişinin akrabasıydı”.[44] “Demeter’in kızı – Persephone – Orpheus’un akrabalarına saygısını ispatlamak zorundadır”.[45]
Euripides’in bu dizelerinden başka Aristophanes de “Orpheus bize telete’leri gösterdi…”[46] derken bir çoğu da onu Dionysos telete’lerinin kâşifi olarak gösteriyor.[47]
Hatırlanacağı gibi, Orphic’lerle saz ozanlarımız arasında bir ilişki sezinlediğimizden söz etmiştik. Orpheus şairdi. Ozanlarımız da Alevî…
Devam etmeden önce dikkatimizi çekmiş olan bir konuya temas edelim. Çok kez, gerek eski ozanların türkülerini okuyan sanatçıların (Ruhi Su, Cem Karaca), gerekse yaşayan ozanların (Keskin’li Neşet Ertaş, Hacı Taşan) türkülere bir “Aydos!” narasıyla girdiklerine tanık olduk. “Platon, Sokrates’in ağzından alaycı bir anlatımla aidos (ozan), poietes (şair) ve rhapsodos üstüne düşüncelerini belirtir. Ona göre sanat bir esin (ilham) ya da tanrısal uğraş değildir, bilinçli, bilimsel bir iştir”.[48] Bu ifadeye göre aidos, ozanın kendisi olmaktadır. Aristo, eserlerinin birinde,[49] Grekçe karşılığı aidos olan bir vasıftan söz ediyor. Başlangıçta bu sözcük, zayıf ve müdafaasızlar dâhil, saygıdeğer kişi ve şeylere karşı beslenen saygı duygusunu ifade etmiş. Zamanla “tevazu, iffet” (modesty) anlamlarına bürünmüş. Nitekim Aristo bahse “Şimdi, tam manasıyla bir fazilet olmayıp ruhun bir alışkanlığından çok bir heyecan olan ‘tevazu, iffet’ten söz etmeliyiz” diye giriyor.
YTS de şu tanımlamaları yapıyor: αίδως = şeref hissi, utanç, saygı; αίδέ-ομαι = utanç duymak, utanmak, saygı göstermek, saymak; αίδο-ῑος = saygıdeğer, muhterem.
Diğer taraftan Orphic’lerin Dionysiac mitolojiye herhangi sert bir kesinti olmadan, aksine büyük kolaylık ve tabiilikle intibak ettiklerini biliyoruz. Buna rağmen Louvre’da bulunan bir terracotta’da “Liknon içeriğinin açıklanması karşısında kaçan Aidos (tevazu, iffet)” temsil edilmiş.[50] Phallus’un görünümü, kanatlı, utangaç yüzlü bir genç kız olan Aidos’ta, Aristo’nun sözünü ettiği “heyecan”ı yaratmış olacak ki arkasını dönüp kaçmaya tevessül ediyor.
Neler yaşıyor hâlâ aramızda!…
“… ‘Aydost’ örneklerini… İstanbul Radyosu’nun halk müziği arşivindeki bantlarda bulabildiğimiz (kadarıyla) ekte sunuyorum. Halk müziği bilenlerin söylediklerine göre ve benim de bantlardan dinlediklerime göre, ‘aydost’ deyişi daha çok İç Anadolu yöresinde yaygın. Keskin’li Hacı Taşan’da varmış böylesi deyişler”.
“Önemli bir nokta: halk ozanı, ya da sonradan onun şiirini sazla çalıp söyleyen, şiirin ya da türkünün dörtlük başlarına ‘aydost’ getirebiliyormuş. Sözgelişi Dadaloğlu’nun ünlü şiiri ‘Kalktı göç eyledi Avşar İlleri’nde durum böyle. Kaynaklara baktığımızda ‘aydost’ yok. Oysa Cem Karaca ‘aydost’ diye başlamış uzunçalarında. Halk müziği sanatçısı Ali Çekiç de ‘aydost’ diye başlayarak okumakta”.
Kırşehirli Muharrem Ertaş’tan Bozlak:
“Aydost gönül ne gezersin seyran yerinde
Âlemde her şeyin var olmayınca
Olura olmaza verme sırrını
Kıymatını bilir yâr olmayınca.
Aydost varıp bir kimsenin kuyusun kazma
İçine düşersin yolundan azma
Olura olmaza sırrını çözme
Ahdine bütün yâr olmayınca
Aydost olura olmaza eylemen nöker
Değer çarkına dolunu döker
Ne haktan korkar ne hicap çeker
İki başık sadık yâr olmayınca”
Dadaloğlu’dan
“Aydost kalktı göç eyledi Avşar illeri
Ağır ağır giden iller bizimdir
…
Aydost…”
Bunu “halk türküsü makamında Ali Çekiç adlı bir sanatçı okuyor. Cem Karaca da Dadaloğlu’nun bu parçasını ‘aydost’ girişiyle okuyor”.
Kırşehirli Muharrem Ertaş’ın okuduğu yine Dadaloğlu’nun bir parçası:
“Aydost yağmur yağdı da bulandı hava
Ezelden gamlıydın sen Çukurova
Gitti ellerimiz boş kaldı yuva
Çukur’un kilidi beyler nic’oldu”.[51]
“Karacaoğlan sazına el atıp, sapından öptü: ‘Medet senden sarı telli kepçem’ diye söylenip yüzünü sıvazladı ve tellere dokundu:”
“Haay dost… Bir yiğit düşmesin elin diline
…”
“… Bir iki gezinip tekrar aldı:”
“Haay dost… Sevdiceğim bunun ile dört oldu
…”[52]
“Aidos”, zamanla, ağızdan ağza türlü şekil almış, ozan diline yaraşan “dost” sözcüğü temelde kalmak kaydıyla.
“Gerçekten Bizanslıların ideal kadın tipi ‘iffet (αίδως)’ kavramında odaklanıp bunun sayesinde… ‘kadın, kocasından başkasına dilini hiçbir zaman göstermez’…”[53]
[1] M. Eliade.- Histoire II, s. 349.
[2] A. Benoit.- Les mystéres païens et le Christianisme, in Mystéres et Syncrétisme, s. 75.
[3] M. Eliade.- op. cit., s. 350.
[4] J. E. Menard.- La Gnose k l’epoque du syncretisme Greco-Romain, in Mys- teres et syncretisme, s. 95-7
[5] G. Widengren.- Researches in Syrian mysticism, s. 168
[6] H. Cih. Puech.- En qufite de la Gnose, vol I, s. XXII. Zikreden M. Eliade.- His- toire II, s. 356-7
[7] M. Eliade.- op. cit., s. 358.
[8] Burada “bâtınîlik”, lügat manasında kullanılmıştır.
[9] M. Eliade.- op. cit., s. 351-2.
[10] N. Erdentuğ.- Sün Köyü’nün etnolojik tetkiki, s. 41.
[11] M. Eröz.- Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik, İst. 1977, s.97.
[12] Y. Benekay.- Yaşayan Alevilik. Röportaj, Varlık Yay., İst. 1967, s. 116.
[13] M. Ş. Ülkütaşır.-Tahtacılar. Coğrafi dağılışları, etnik menşeleri, içtimaî hayatları, in Türk Kültürü 71, Eylül 1968, s. 843.
[14] Bkz. C. I, s. 179 ve evveli.
[15] II/59, 156, 171.
[16] C. C. Caragounis.- The Ephesian Mysterion. Meaning and content, Lund 1977, s. 1-5.
[17] ibd., s. 5-13.
[18] A. Benoit.- op. cit., s. 75-7.
[19] U. Bisnchi.- The Greek mysteries, Leiden 1976, s. 6.
[20] EB, mad. “Mystery”.
[21] ibd. ve C. C. Caragounis.- op. cit., s. 14-15.
[22] EB.
[23] ibd.
[24] ibd.
[25] C. C. Caragounis.- op. cit., s. 32-3.
[26] Ch. Pellat.- Al-Cahiz et les peuples du Sous- Continent, in Etudes sur l’histoire socio-culturelle de l’Islam, VI/546.
[27] M. Eliade.- Histoire II, s. 357.
[28] U. Bianchi.- op. cit., s. 13.
[29] Herodotus II/170-1. Zikreden F. Dunand.- Les mystéres égyptiens aux époques hellénistiques et romaines, in Mystéres et syncrétisme, s. 15.
[30] Tarafımızdan belirtildi.
[31] F. Dunand.- op. cit.
[32] ibd., s. 18, not 30.
[33] II/81. Zikreden F. Dunand, ibd., s. 32.
[34] Birkaç tane Diodoros var; Dunand’ın hangisini kastettiğini bilmiyoruz.
[35] F. Dunand.- op. cit., s. 44.
[36] Tarafımızdan belirtildi.
[37] F. Dunand.- op. cit., s. 48.
[38] ibd., s. 49-50.
[39] ibd., s. 59-61.
[40] ibd., s. 55.
[41] ibd., s. 38-41.
[42] U. Bianchi.- op. cit., s. 12-5.
[43] V. Magnien.- Les mystéres d’Eleusis, s. 8-16.
[44] Euripides, Rhesos 943-44 (M. Delcourt-Curvers tercümesi).
[45] ibd., 956-66.
[46] Kurbağalar, 1032.
[47] V. Magnien.- op. cit., s. 38-40.
[48] Y. Şahan.- Ruhi Su’ya nereden bakmalı? in ‘’Cumhuriyet” 9.9.1978.
[49] Ethics IV/9 (transl. J.A. K. Thomson, Middlesex 1965)
[50] U. Bianchi.- op. cit., s. 14, 36 ve fot. 88.
[51] Bu bilgileri bize sağlayan Mahmut Alptekin’le bunda aracı olan dostumuz Sami Karaören’e şükranlarımızla.
[52] S. Y. Ataman.- Aşk bülbülü Karacaoğlan 9, in TF 9, Nisan 1980, s.9.
[53] A. Ducellier.- Le drame de Byzance. Idéal et échec d’une société chrétienne, Paris 1976, s. 27.
(*) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.