Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 145. Bölüm

Doğu halk masallarının Türkçeye çevrilmesi *

Doğu halk masallarının çevirisine çok erken çağlardan itibaren girişilmiş olması, bunların içeriklerine duyulan ilginin bir ifadesi olmalıdır. Görelim bunlardan birkaçını:[1]

 

“Acaib-ül-Mahlûkat”, Arapça olarak yazılmış ve dilimize XV. yy.da çevrilmiş yer, gök ve denizlerdeki garipliklerden söz eden bir eser olup mitolojik yönü galiptir.

 

“Anternâme”! VII. yy.da yaşamış Arap şair ve kahramanlarından Anter bin Şeddad’ın sonsuz aşk macerasını ve bazı Arap kabilelerine ve İran ve Rûm ordularına karşı yaptığı başarılı çetin savaşları anlatılan Arapça eserin çevirisinin XIV. yy.da yapıldığı sanılıyor.

 

Danyal’ın oğlu Camasb’ın hayalî iklimlerde, hayalî yaratıklar arasında geçen serüvenini anlatan ve Abdî adlı birinin Farsçadan dilimize çevirerek II. Murat’a sunduğu eserin adı “Camasbnâme”dir.

 

Hint feylosofu Bidpay’ın Sanskritçe eseri olup ibret verici öykü ve serüvenlerden ibaret, olayları hayvanlar arasında geçen “Kelile ve Dimne”, birinci bölümdeki hikâyelerin kahramanlarından iki çakalın adıdır. Bu kitap önce İran hükümdarı Nuşirevan’ın buyruğuyla Pehlevîceye, daha sonra Arapçaya çevrilmiş, Arapçadan da Kul Mesut, Aydınoğlu Umur bey (1309-1347) adına Türkçeye tercüme etmiş.

 

Yine Aydınoğlu ailesinden bu kez Mehmet Bey adına Arapçadan XIV. yy.da çevrilen bir eser de “Kısas-ı Enbiya” olmaktadır. Bunda konu yaradılış öncesi, yaradılış ve peygamberlerin menkıbeleridir.

 

“Mihr ü Müşteri”, 1486’da Farsçadan dilimize çevriliyor: İstahr padişahının oğlu Mihr de vezirinin kızı Müşteri arasında geçen aşk macerası konu alınmıştır bunda.

 

XVI. yy.da Bursalı Lâmii Çelebi “Selâman ve Ebsâl”i Farsçadan Türkçeye çeviriyor: Yunan hükümdarlarından birinin oğlu olan Selâman ile sütninesi Ebsâl arasında “garip” bir aşk macerası geçiyor. Eserin esas müellifi Molla Câmi, Oedipus gibi anasıyla cima ettirmekten utanmış olacak ki kadını sütnine haline sokup biraz “uzaklaştırmış”…

 

Çin padişahının kızı Nevbahar’a bir nakkaşın yaptığı resimden âşık olan Yemen hükümdarının oğlu Süheyl, nakkaşla birlikte Çin’e, çeşitli serüvenlerle dolu bir seyahat sonunda varıyor ve sevdiğine kavuşuyor. Hoca Mesut bu masalı XIV. yy.da Farsçadan çeviriyor: “Süheyl ü Nevbahar”. “Süheyl”, aslında parlak yıldızlardan biri olup güney taraflarında görünür. Yemen’den çok iyi görülmesi nedeniyle buna “Süheyl-i Yemanî” de denir.

 

“Veyse ve Ramin” de ise, İran şahının kızı Veyse ile Turan hakanının oğlu Ramin, aşk macerasının kahramanı oluyorlar. Kanunî’nin buyruğu ile Farsçadan yine Lamiî Çelebi tarafından tercüme ediliyor.

 

Hayvanlar, gökyüzü kandillerinin adını taşıyan âşıkla maşuk, peygamberler vs.nin daima doğal veya insanüstü maceraları… Bütün bunları eski inançlardan soyutlamak güç geliyor bize.

 

“Çeşitli edebî şekilleri gözden geçirecek olursak, tanrı ve kahramanların serüvenlerini terennüm eden efsanevî ve destanî şiirin büyük gelişmesini görürüz. Tümüyle ele alındığında bu şiirin ışınım merkezi, ilk günlerinden itibaren mevcut ve gelişmiş bulunduğu Mezopotamya gibi görünmektedir; temaların dış dünyaya ve özellikle kuzey yönüne, Anadolu’ya doğru buradan yayıldığını müşahede ediyoruz…”[2]

 

Hint kaynaklarında Sukasaptati, yani “Papağanın yetmiş masalı” olarak bilinen eserin “Tûtînâme” adı altında 1840’tan beri Farsça nüshalarından tercüme ve neşredilip durmuş olması[3], görmüş olduğu rağbetin işaretidir.[4]

 

Türkçeye “Yedi vezirler” ve “Yedi âlimler hikâyesi” olarak çevrilmiş Sindbadnâme, hakîm Sindbad’ın öyküsü olup bunun Bin bir Gece’ye dâhil edilmiş olduğunu da görüyoruz.

 

Gülşehrî, Zâîfî ve Fedâî Dede tarafından Türkçeye nazmen çevrilmiş ve içinde çok sayıda kuş masalına yer veren, Ferîdüddîn Attar (1193 – 1235)’a ait Mantiku’t-tayr’ın (tayr = Arapça kuş) da zikri gerekir.

 

Helen dünyasının da bütün bu masallarda payı var. Aisopos, XIX. yy. başlarında Türkçeye tercüme edilmiş. Ayrıca Ermeniceye 1866’da “Esop’un kıssadan hisse almağa mahsus misalleri” adı altında çevrilmiş.[5] XIX. yy. başlarında yapılmış bir tercümede de, La Fontaine’i derhal hatırlatan Ağustos böceği ile karınca teması işlenmiş.[6]

 

Borlu (Mn) civarında Lydia kenti Saitti (Sidas kale) ile Yılan Hisarı denilen ilkçağ kentlerinin kalıntılarına hâlâ rastlanmaktadır. Bu yöre, yılanı olağanüstü bol bir yöre olmayıp adını bir halk masalından almıştır: bu kaledeki kâfirler, hak dinine girmemekte direnince Hakk Tealâ üstlerine yılan yağdırmış!…[7]

 

Çeşitli temaslar sonucu İran mitolojisi ve hikâyelerinde de yabancı unsurlara rastlanmaktadır. Nitekim Farsça mensur ve anonim Kıssa-i Mihr u Mâh’da bunlar açıkça görülür. “Eserin adı, dünya ve insanlara ışık, hayat ve bereket veren Mihr (güneş) ile Mâh (ay) gibi çok önemli iki kozmik cisimden alınmıştır… Mitolojide yıldızların çoğu tanrıdır; öyle ki insanoğlunun talihi, hattâ milletlerin ve devletlerin kaderleri yıldızların hareketine bağlıdır. Bu itibarla gezegenlerin, kozmik cisimlerin şahıs adı oluşu, bunlarla kişiler arasında doğal bir ilişki veya benzerlik yaratılması düşüncesinden ileri gelmektedir”.

 

“Meselâ XIV. yy.da yaşayan İranlı şairlerden Assar Tebrizî de… ünlü mesnevisine Mihr u Müşteri adını vermiştir… Gerek Mihr u Mâh kıssasında, gerekse Mihr u Müşteri mesnevisinde Bedr, Hurşid, Utârid, Zühre, Keyvan, Zühal, Süreyya, Nâhid ve Hilâl gibi göksel sözcüklerden daha başka kahramanlara, onların şahsiyetlerine ve karakterlerine uyacak şekilde ad olarak verildiğini görüyoruz”[8]

 

Mihr’in dünyaya gelişi başlı başına bir masal olabilir. Bunda ne kadar muhal motif varsa, hepsini görmek mümkündür. Sonra yetişir ve resminden Mağrip padişahının güzel kızı Mâh’a âşık olur. Ona kavuşmak için neleri göze almaz; sonunda Mihr de, bu hiç tanımadığı genci rüyasında görmekle ona âşık olur ve bunlar, uzun mücadele sonucu kavuşurlar.

 

Hâver-şah, Maşrik ülkesinin çok kudretli, o nispette de iyi bir padişahıydı. “Kaf dağından Kaf dağına ulaşan askerlerinden her biri İskender’e ferman verirdi” (“Hâver”in “Doğu, Doğu yönü” demek olduğuna dikkati çekelim. İskender de ya ünlü bir tarihî şahıs, ya da Hızır Aleyhüsselâm olabilir).

 

Ama Hâver-Şah’ın çocuğu yokmuş, neye yarar bunca hazine? Müneccimler ancak onun bir periyle evlenmesi halinde evlâda kavuşabileceğini söylerler. Veziri Rûşen-rây (“parlak fikirli”) ona “cinlerin, perilerin, yırtıcı hayvanların ve kuşların teshiri ancak Hz. Süleyman’a Tanrı’nın bağışladığı bir yüzük sayesinde nasip olmuştur. Bu yüzük kaybolmuştur, kimse de yerini bilmiyor” der. Padişah da düşer bu niginin peşine. Yaşı iki yüzü aşmış Feylosof-i âbid ona bunun bir mağarada, mağaranın da Yedi-deniz ortasında bulunduğunu söyler: “cinleri, perileri… teshir etmek için ilm-i sihir’den başka çare yoktur. Bu da Hârut-Mârut zamanında yazılmış bir kitaptadır ve halen Nergis-câdu’nun hazinesinde bulunmaktadır. Bu cadının bir hisarı vardır. Perileri yakalayarak orada zindana atmıştır. Kendisi bir kadındır”. Hâver-Şah Feylosof-i âbid’e bunu nasıl başarabileceklerini sorduğunda “bu hisarın etrafına bir daire çizip[9] ism-i âzam okumak suretiyle kale yıkılır…” cevabını verir. Ve böyle de yaparlar. Bu arada, içerde bir kafeste bulunan kumru’yu da kurtarırlar. Bunlar, Âbid’in çizdiği dane içinde kalıp ism-i âzam okudukça cadının bütün karşı girişimleri etkisiz kalır, kale de orasından burasından yıkılmaya başlar. Ama cadı bir aralık Hâver- Şah’ı kandırıp dairenin dışına çıkartır… padişahı aslan, feylosofu tilki, veziri de karakulak şekline sokar! Tesadüfen yanına vardıkları Hz. Eyüp Çeşmesi’nden içince eski hallerine dönerler. Meğer kurtarmış oldukları kumru, peri padişahının kızıymış, adı da Rûz-efzun imiş…

 

Hâver-Şah ile Rûz-efzun’a Tanrı bir erkek evlât verir. “O kadar güzel, o kadar güzeldi ki ay ve güneş, bu güzellikten utanıyordu. Çocuğun adını Mihr koydular…”

 

Mihr her gün ava giderdi. Bir gün yine avlanırken önünden bir ceylan sıçrayıp kaçtı. Mihr atını arkasından koşturdu, bir deniz kıyısına kadar izledi, fakat ceylan gözden kayboldu. Mihr uzaktan kıyıda oturan bir adam gördü. Atını ona doğru sürdü. Yaklaştığında, onun iyi yüzlü bir genç olduğunu fark etti. Ondan kim olduğunu, burada ne yaptığını sorunca ‘Ben bir garibim, Mağrip deryasındanım, adım Müşterî’dir. Ticaret yaparım. Ticaret için gelmiştim, bir ters rüzgâr esip, gemilerimi alabora etti ve bütün malım denize döküldü. Yedi gün bir tahta parçası üzerinde kaldım, yedinci günü kuvvetli bir dalga beni buraya attı. Üç gündür burada oturmaktayım’ cevabını verdi. Mihr, geriye bir şeyin kaldı mı? deyince adam ‘attan inersen kalanı sana gösteririm’ dedi. Mihr hemen attan inip adamın yanına oturdu. Müşterî, Mihr’e hitap ederek: “Ey iyi yüzlü genç! Şunu bil ki Deryâ-yı Mağrip’te Hilâl-i Mağribî adında bir padişah vardır. Mağrip şehirlerinden beş yüz şehir onun fermanı altındadır. Hazineleri ve adamlarının sayısı çoktur. Bir de güzellikte eşi bulunmayan Mâh adlı bir kızı vardır”…

 

Kız Hilâl-i Mağribî kentinde oturuyordu. Mihr, yanına vezirin oğlu Nîk-Ahter’i (“iyi yıldız”) de alıp yola koyuldu. Türlü serüvenden sonra Serendib (Seylan) adasına geldi, Hz. Âdem’in burada bulunan kabrini ziyaret etti. Bu arada da devlerin, padişahların güzel kızları Mihr’e âşık olup durdular, bunlardan biri de Servay (Servi-ay) idi, bunun dadısı da Benefşe (mor renk, menekşe) idi. işe gul (büyük belâ, Arap’lara göre dişi şeytan)lar da karıştı. Vezir Utarid’in de Zühre adlı çok güzel bir kızı vardı… Ama Mihr için Mâh’dan başkası yoktu ve sonunda erdi muradına.

 

Burada saydığımız bütün motifleri sırasında incelemiş bulunduğumuzdan bunlar üzerinde ayrıca durmayacağız. Hayvan hikâyelerinin gördüğü rağbete Marzubân-Nâme Tercümesi de[10] ayrıca tanıklık eder. Bu “marsuvan-marsuvanî-marzuban” temasına da daha önce temas etmiştik.

Anadolu masallarının ana örgeleri *

Masalların ana kaynağının Hint-Avrupa mı, Mesopotamia mı yoksa bunların eski mitosların parçalanmış şekilleri mi oldukları tartışması, bizi gereksiz yere uzağa götürecektir. Masalların çok eski zamanlarda teşekkül etmiş oldukları fikrine iştirak ettiğimizi ifade ederek[11] sorun’un kuramsal yönünü bırakalım ve örgelere göz atmaya devam edelim.

 

Önemli örgelerden biri de rüya olup bunun üzerinde de uzmanlarca durulmuştur.[12]

 

Elâzığ’ın “Bızdık” hikâyesi[13] Ermeni etkisini belli ediyor. Bilindiği gibi bu sözcük bu dilde “küçük” karşılığında kullanılmaktadır. Bu masalda da küçük oğlan adam yiyen bir kocakarının hakkından geliyor. “Allah’ın belâsı”nda süpürge yakarak sır öğrenmek, atları kanatlatıp altı yıllık yolu altı günde almak, kırk gün mühlet, devler ve sair örgeler kullanılıyor.[14]

 

“Tepsiyi getiriyor, balığı yarınca içinden altın tas çıkıyor. Tası suya değdirince su altın kesiliyor…”…[15]

 

Ve yılda bin defa meyve veren elma ağacı, meyveyi koparıp giden ejderha, ejderhayla mücadele ve onun öldürülmesi, yer altından çıkmayı sağlayan zümrüt-ü Anka, kırk deve tuluğu su…[16]

 

Yukarıdaki, balık karnından çıkan tasın bir varyantına Gümüşhane masalları arasında da rastlıyoruz. Bunda, Erzurum’dan İstanbul’a gelen tembel, bir balık avlar. Diğerlerinde olduğu gibi bir Yahudi (işin aslını rüyasında gördüğü için) bu balığa çok para verirse de tembel satmaz. Balığın karnından suyu altın eden bir tas çıkar (Elâzığ varyantında tasın kendisi de altındandı). Padişahın küçük kızı bu tasa sahip olabilmek için kendisini bu adama teslim eder. Hamile kalan kızı babası idam ettirmek isterse de cellâtlara çokça altın veren kız kurtulur. Oradan ayrılan kız Erzurum’da babasıyla tesadüfen karşılaşır ve kendini tanıtmadan onu yanına alıp çalıştırır. Gezmeye çıkan padişah kızının işlettiği yere gelir ve o taşa sahip olmak ister, kız ise kendisine teslim olursa verebileceğini söyler, Padişah, erkek kılığındaki kızına teslim olmak ister, kız kendini tanıtır ve çocuğuyla kocasını alıp İstanbul’a dönerler.[17] Bunda balık örgesinin dışında simyagerlerin rüyasıyla, altın edinme karşılığında kimlerin ne “fedakârlık”lara hazır oldukları açıkça vurgulanmaktadır. Öykünün sosyal içeriği belirgindir.

 

Erzurum masallarında da padişah, dervişin verdiği elma sayesinde çocuk sahibi olur. Ayrıca leylek motifi de bu yöre masallarında başlı başına işlenmektedir. “Yılan bey”de, yılanla insanın evlenmesi teması gelişir.[18]

 

Benzer şekilde kuş, bazen de hassaten güvercin, leyleğin yerini alır. Padişahın kızının “tarak ve yüzüğünü[19] bir kuş kaçırır. Prenses demir çarık giyer, demir19 asa alarak…”, ya da… yedi yol ayırımında19 bir konak yaptırarak… kuştan haber almaya çalışır”. Kuş bir mağara’dadır19.. Tüyleri yakılınca tılsım bozulur ve kuş güzel bir delikanlı olur.[20]

 

Saçla ilgili tarak ve tüy, yüzük, demir, mağara… Bunlar, tahlilini daha önce yapmış olduğumuz motiflerdir. Keza “Üç narlar” masalında da nar ve yaşam ilişkisi, servi, gül, inci… örgeleri mevcuttur[21]. Balık da eksik değildir bunlar arasında.[22]

 

Bu hikâyelerde, ana temaya padişahın sorduğu bilmece ile girilmesi[23] çok kez vakidir. Bu bilmece konusuna biraz sonra değineceğiz.

 

Kırk anahtarla kırk oda, şamdandan çıkan kız[24] örgeleri de bize Arap masallarını (Alâattin’in lâmbası vs.) hatırlatıyor.

 

Ve büyüler, taş kesilmeler, istemeye gelenlerin “dünürcü taşı”na oturmaları, sihirli eşyalar…

 

“Eşekler bütün ömürleri boyunca eşek kalıp yük altında inim inim inlemekten bıkmışlar: ‘elbet bunun bir çaresi vardır. Tanrı’ların atası Zeus, bizi eşek yaptığı gibi kurtarmasını da bilir…’ demişler, huzuruna varıp dertlerini anlatmışlar”.

 

“Tanrıların atası Zeus ne yapsın? Eşeği eşek yaratmış biir. Eşeği insanoğluna yardımcı vermiş ikii. Onların dediğini yapsa, bu kez insanoğlunun yakınmalarından başını dinleyemeyecek”.

 

“… ‘Bir tek yol var bunun için’ demiş. ‘Çişinizden koca bir ırmak yaparsınız, eşeklikten kurtulursunuz, bütün acılarınız diner’…”.

 

“O gün bugün eşek, nerede bir eşek sidiği görse, hiç aldırmaz durur; bir güzel o da çişini yaparmış”.[25] Bu masal Aisopos’un.

 

“Bir eşek var idi za’if ü nizar

Yük elinden katı şikeste vü zar

 

Gâh odunda vü gâh suda idi

Dün ü gün kahr ile kisuda idi

 

Ol kadar çeker idi yükler ağır

Ki teninde tü komamışdı yagır

…”

 

Bu da Şeyhî’nin Harnâme’sinden[26] Bu “zavallı, aciz eşek dolaşırken sığırları görüp hayran kaldı, şaşırdı… Ne yular derdi vardı, ne palan gamı, ne de yük altında yaralı ve inler haldeydiler. Zavallı eşek şaştı… ve dedi ki ‘bunlarla yaratılışta… biriz, bunların başlarında taç neden…?’. Anlayışı ve kavrayışı keskin bir eşek vardı, hem ulu yollu hem zeki idi… Zavallı eşek, o büyüğün huzuruna gitti…”

 

“Yaşlı eşek cevabı şöyle verdi: ey belâ bağına esir olan eşek… Rezzak olan Tanrı öküzü yaratınca, onu insanlara rızk sebebi (vasıtası) kıldı. Gece gündüz arpa ve buğday yetişmesi için emek verirler… başlarına devlet tacı[27] konuldu, iç ve dışlarına et ve yağ doldu…”

 

“… ‘(Daha) ne kadar yük taşıyıp odun ile dayaklar yiyeceğim? Ben de buğday işleyip şerefler ve değerler bulayım’ diyen bizim eşek dalmış bir arpa tarlasına. Ekini yiyerek karnı doyunca teganni etti yuvarlandı ve biraz debelendi. Bunu gören tarla sahibi hırsını yenemedi, bıçağı çekti, başka tarafını, kulağını ve kuyruğunu kesti”…[28]

 

Eşek horozla çayırda dolanırken bir aslan kopup gelmiş, ama horozun bağırmasından ürküp kaçmış. Eşek de onun kendisinden korktuğunu sanmış… Sonunda aslana bir güzel yem olmuş. Böyle anlatıyor Aisopos, bir başka masalında.[29]

 

Seyyah, Eflâtun’un tilmizi olarak bilinmiş feylosof, ilme ve hatta büyüye meraklı, fakat her şeyden önce doğuştan hikâyeci Apuleis (ölm. Kartaca 180), “Altın eşek” adlı hikâyesinde de Lucius, eşek olmaktan yorulmuş ve bıkmış olarak tanrıça İsis’e başvurur, o da onun yardımına gelir.[30] Herhangi bir mütalâa eklemeyi zait buluyoruz.

 

Azerbaycan halk yazınında da hayvanları konuşturma geleneğine tanık oluyoruz.

 

“Goyun déyir:

 

Men hèç otdan doymaram

Payız (güz) oldu çörün çöpün goymaram

Her evi men yunum ile bezerem

Ağır ağır halçalarım var menim

Aklı güllü honçalarım (bohçalarım) var menim!”

 

“Keçi déyir:

 

Adım Ebdülkerimdi

Gavala (defe) çekilen menim derimdi

Şeytan şeytan balalarım var menim

Gelbi gelbi (yüksek yüksek) gayalarım var menim!”

 

 

“Öküz déyir:

 

Men yiyeme (sahibime) nökerem[31]

Üç ay gışı tövlesinde bekaram[32]

Yaz olanda çayır çemen sekerem

Ağlı gırmızılı buğda (buğday) ekerem

Dolu dolu hırmanlarım var menim

Uca uca tayalarım[33] var menim!”

 

Eşşek déyir:

 

Men hamıdan fağıram[34]

Palçığa düşende dağdan ağıram

Çölde galsam men yiyemi çağırram

Gerenaydan (klârnetten) yoğun sesim var menim

Atlarınan böyük behsim var menim!”[35]

 

Masallarda da ay, güneş…: “Güneşe sitayişin izleri halk arasında uzun zaman yaşamıştır. Adamlar güneşe ant içer ve ondan kömek (yardım) isterler… Güya Allah’ın bir oğlu ve bir gızı var: Oğlu Ay, gızı ise Güneş’tir. Yerle göyün birleşen yerinde bir derya var. Gaf dağı bu deryanın üstünde durur. Gaf dağının o biri terefi garanlıg dünyadır ki, burada simurg guşu ve divler yaşayır…”[36]

 

Yazma ve basma Mevlût kitapları içinde birçok halk hikâyesi yer almaktadır. Bunlar, hemen tahmin edildiği gibi, muhayyelâtla karışık dinî konuları işlemektedir. Halk arasında en yaygın olanlardan biri olan Kesik Baş Hikâyesi, Anadolu yazınının en eski örneklerinden biridir: Bir gün Peygamber’in meclisine iki gözü yaşlı bir kesik baş geliyor. Gövdesini bir devin yediğini ve karısıyla oğlunu alıp bir kuyuya attığını söylüyor. Hz. Ali bu kesik başla beraber giderek kuyuyu buluyor. Beline bin beş yüz kulaç kemendi bağlayarak kuyuya dalıyor. Fakat dibe varmaya yetmiyor, bu ip. O da, ucunu bırakıp salıyor kendini aşağıya. Sekizinci günü ayağı yere değiyor. Bir kapı görüp içeri giriyor. Bir Müslüman kadın ve elleri bağlı beş yüz Müslüman’la karşılaşıyor. Derken uyumakta olan çok büyük bir dev görüyor. Ama devi uyurken öldürmeyi yiğitliğine sığdırmıyor, nara atarak onu uyandırıyor. Dev, beş yüz batman gelen gürzle saldırıyor ama Zülfikar onu ikiye bölüyor. Sonra hep birlikte kuyunun dibine geliyorlar, Ali’nin duasıyla kendilerini kuyunun ağzında buluyorlar. Medine’ye geldiklerinde Muhammed’in duasıyla da kesik baş güzel bir yiğit oluyor. Karısı zaten kurtulmuştu. Oğluna da can bağışlanıyor. Öykü şu mısralarla bitiyor:

 

“Bunu eden Kirdeci Ali dürür

Konya’da Mevlânâ’nın kulu durur

Kirdeci Ali gelirse tövbeye

Lâyik ola kulluğa Mevlânâ’ya

…”

 

Yazmanın istinsah tarihi 1461 olduğuna göre Kirdeci’nin XV. yy.dan önce, muhtemelen XIV. yy.da yaşamış olması melhuzdur.

 

Anadolu Rum’ları arasında da, yine sihirli işler başaran bir kesik baş hikâyesine rastlıyoruz. Bunu 1884’de, o tarihte 60 yaşında bulunan, Ege adalarından Kia doğumlu bir Rum bayan anlatmış. Vaka İstanbul’da geçiyor, öykünün aktörleri de Türk adları taşıyorlar.[37]

 

Ejderha Destanı da Mevlût’a eklenen hikâyelerden olup aynı tarihli bir yazmaya göre bir gün uzak bir ülke Müslümanları Peygamber’e gelerek Müslüman yiyen bir ejderhadan yakınıyorlar:

 

“Bir ejderha kopdu yedi başı var

Her bir başında otuz iki dişi var

Değme dişi sanki sınır taşıdır

Elli deve ejderhanın eşidir”.

 

Böyle bir belâdan nasıl kurtulunacağını düşünen Peygamber, Allah’a sığınır. Ali, kendine güvenerek kılıcıyla onu ikiye böleceğini söyler ve yiğitlerini yanına alarak ejderhanın yanına varır. Ali’nin Peygamberi ve Tanrı yardımını ihmal ederek gitmesi, Muhammedi kırmıştır: Ejderha ile çarpışırken Ali’nin salveti hep etkisiz kalır. Zülfikar, Allah’ın emriyle, kesmez. Hayreti üzerine kılıcı Ali’ye gerçeği anlatır. O da onu öpüp işlediği günahtan af diler. Sonunda işe Allah’la Peygamber tekrar dahlederler, Ali de ejderhanın hakkından gelir. Bunda da masal:

 

“Bunu diyen Kirdeci Ali dürür

Konya’da Mevlânâ’nın kulu durur

Mevlâm Ahmed Fakih hörmetine

Sen irgür hazırları muradına”

 

dizeleriyle biter. Her iki masalın sahibi Konyalı Kirdeci Ali’dir.[38]

 

Bunlarda dikkate değer bir başka husus da Mevlana’ya intisabına rağmen, Sünnî olması melhuz Kirdeci’nin, masalları hep Ali imajı etrafında işlemiş olmasıdır. Bu da, dolaylı olarak, bunlara bir sosyal içerik kazandırmaktadır, şöyle ki, hep söylediğimiz gibi, Ali, diğer üç halifenin tersine, halkın fakir adamıdır… Ama İkinci masalda Kirdeci biraz ileri gittiğini fark etmiş olacak ki O’nu “hizaya getirme” gayretine düşüyor: Muhammed’in önüne geçmenin tehlikeleri vardır…

 

Aynı temaları yine o yy.ların ürünü Gazavat-ı Ali der Memleket-i Sind’de buluyoruz. Keza aynı çağlarda kaleme alınmış Arap ve İran kaynaklı Gazavat-ı Bahr-ı Umman ve Sanduk kıssasında olaylar şöyle gelişmektedir: Bahr-ı Ummana ticaret için giden kırk bezirgân, bu denizdeki adalarda, tanrılık iddiasında bulunan Sanduk adlı bir sihirbazın eline düşerler ve onun cehennemine atılırlar. İçlerinden biri salıverilip Muhammed’i Sanduk dinine davet için gönderilir. O da bunların üstüne Hâlid ibn Velîd, Sa’d ibni Ebû Vakkas ve Zübeyr ibnü’l Avvâm gibi ünlü kumandanları gönderirse de bunlar Sanduk’u Allah kabul eden Cumhur ve Sice adlı kâfirlerin askerine yenik düşerler. Bu hal Cebrail aracılığıyla Peygamber’e ve rüyasında Ali’ye malûm olur. Hasan ve Hüseyin’le birlikte Ali bunların imdadına gönderilir. Sonu malûm.[39]

 

Bu sonuncu öyküde kâfirlerin adlarının Cumhur ve Sice oluşu da dikkati çekmekten geri kalmıyor. “Cumhur”, “halk kalabalığı, başsız kalabalık, belli bir sinıf insan” manasındadır. Sünni devletin, “nizam-ı âlem” için tehlikeli olan bu tür halktan fazlaca hoşlanmadığını biliyoruz. “Siccîn” ise, cehennemde bir vadinin ve günahların yazıldığı defterin konulduğu yerin adıdır.

 

Bu öykülerde sosyal içeriğin, öykünün “şuurunun altında” bulunmasına karşılık bu içeriği meselâ Çal (Dz) ilçesinin Mahmutgazi köyü halk yazınında açık seçik olarak görüyoruz. Mezkûr köyün menkıbe, hikâye, masal ve fıkraları, sınıfları kesin çizgilerle ayırmış olup ağaların, ayanın, vergi mültezimlerinin, “kır serdarları”nın, zenginlerin derin izlerini taşıyor. Padişah ve saray erkânı, devlet adamları, tüccarlar, orta halli ve fakir şahıslar, imam, Bektaşî, Yahudi karşı karşıya geliyorlar, bunlarda. Ayrıca olağanüstü varlıklar, derviş, dev, Cebrail, cin-peri, şeytan, yılan, leylek, Anka kuşu da rol alıyorlar. Fakir-zengin, zayıf-kuvvetli düalizmi işleniyor, toplum olaylarının ve bazı tiplerin eleştirisine yer veriliyor.[40]

 

“Mahmutgazi halkı tüccarı…, aldatıcı ve utucu olarak görür. Bu anlayışın izlerini üç masalda buluyoruz… ‘Bey oğlu, ağa oğlu, zengin bir adamın oğlu’ diye anılan tipler bekârdır. Padişah oğullarından farkları, bunların mala mülke bağlı oluşları, daha küçük yaşlarda işi ve hayatı öğrenmeleridir… Bey oğulları, babaları için en büyük destektir. Emirlerinde polis, jandarma, asker bulunmayan beyler en önemli işlerini oğullarına gördürürler… Müslüman olmayan şahıslar hep zengin kişilerdir. En çok rastlanan Yahudi, ötekilerine bakınca, hem daha çok paralı, hem de daha kurnazdır… Yahudi’nin evinde üç tane aşçı vardır. Kendisi lortlarla konuşur. Büyük şehirlerde oturur; padişaha, valiye ziyafetler verir. Padişah veya vali ziyafete gitmeseler bile, yerlerine başka adam göndererek onu memnun etmeye çalışırlar”.

 

“… Bir fıkrada Yahudi müezzinlik yapıyor; fakat ezanı ‘… Allahüekber derler’ diye okuyor. Böylelikle hem Musa’yı, hem de Muhammed’i darıltmamış oluyor…”.

 

“Bir masalda, Ermeni sarrafla karısı ve keşişler, bir masalda ‘zengin bir gâvur’, bir masalda İzmirli lort ve Avrupalı lortlar var. Ermeni sarrafın karısı, müflis kocasının durumunu düzeltmek için zengin keşişleri dolandırıyor…”[41]

 

Bütün bunların yanı sıra, yanağında açılan gülleri oğlanın koklaması üzerine kızın gebe kalması, bir kızın ayıdan gebe kalıp doğurması, uyku kavağı, daha önce sözünü etmiş olduğumuz “Uğuz uykusu”, ölüp dirilme motifleri de var.[42]

 

“El elden üstündür” demişler. Bize göre, aşağıdaki dizi, gerçekçilik yarışında başta gidiyor. Onu A. Caferoğlu,[43] Yozgat’ın merkez Köçeyinkömü köyünden Memiş Hansu’dan derlemiş; dizinin adı “Allaanan ortahcılıh!”…

 

“Ararken Allah’ı buldum

Dedi: deli ne gezersin

Çaardı yanma vardım

İşin gucun yohmu senin

Baa verdi bir çüt öküz

İkisi de ala bula

Evleg aldım tohum saşdım

Dedim ben bir halal kere düşdüm

Çüt sürerim dala dala

Yiğin oldu ekin bişdim

Harmana geldi kendi öşdü (ölçtü)

Gendi aldı başlı başlı

Baa verdi sile sile

Ben bua razı olmadım

Hayli gürültü eyledim

Baa bir tohat vurdu

Gacıncıh evime vardım

Avrada halimi arz eyledim

…”

 

Bunu bir de A.K. Tecer’in derlemesinden dinleyelim:[44]

 

            (1)                                                       (3)

Ararken Alla’ı buldum                                  Dedi bana gel yanıma

Dedi gezme hele hele                         Seni ortakçı edeyim

Yanıldım yanına vardım                    Bana bir çift öküz verdi

Keşki varmayaydım nola?                 İkisi de ala-vula

(2)                                                       (4)

Dedim hizmetkârın var mı?               Biderimi yere saçtım

Dedi bana sen durman mı?                Ben bir helâl kâra düşdüm

Dedi gezme hey âvere                       Öküzleri çifte koştum

İk ellerin sala sala                              Hoh eyledim dala dala

(5)                                                       (6)

Ekin ektik ekin biçtik                         Ben bu kavla razı olmadım

Dedim ki gel bölüşelim                     Hayli nizarlar eyledim

Kendi aldı başlı başlı                         Duyanlara hep söyledim

Bana verdi sile sile                             Bayıldılar güle güle

(7)

Allah bana tokat vurdu

Kaçuban evime girdim

Avrada halimi arz ettim

Dedi Veli kele kele

 

Ağayı, mültezimi, Yahudi’yi hicvetmek bir yerde kolaydır ama ya Allah’ı?..

 

[1]              Zikredeceklerimiz TS’dan alınmıştır. Sadece halk masalları türüyle ilgili olan çeviriler seçilmiştir.

[2]              S. Moscatti.- L’Orient avant les Grecs, s. 344.

[3]              Son baskısı 1925 tarihli.

[4]              S. Sakaoğlu.-Gümüşhane masalları, Ank. 1973, s. 31.

[5]              İ. Habib (Sevük).- Tanzimat’tan beri edebiyat tarihi I, 1942, s. 175. Zikreden S. Sakaoğlu, op. cit., s. 37, not 64.

[6]              R. Anhegger.- Türk edebiyatında Ağustos böceği ve karınca hikâyesi, in Türkiyat Mecmuası 9, 1951.

[7]              B. Umar.- Yılan Hisarı ve yakınındaki kayıp İlkçağ kenti, in Türkiye’miz 28, Haz. 1979.

[8]              M. V. Anbarcıoğlu.- Mihr u Mâh kıssası, in İran Şehinşahlığının 2500. kuruluş Yıldönümüne Armağan, İst. 1971.

[9]              Tarafımızdan belirtildi.

[10]             Z. Korkmaz.- Sadrud’din Şeyhoğlu ve Marzubân-Nâme Tercümesi, in İran Şehinşahlığının 2500. Kuruluş Yıldönümüne Armağan.

[11]             U. Günay.- Elâzığ masalları (İnceleme), Erz. 1975, s. 17-8 ve S. Sakaoğlu- Gümüşhane masalları, Ank. 1973, s. 66-7. Ayrıca bkz. B. Seyidoğlu.- Erzurum halk masalları üzerinde araştırmalar, Ank. 1965, s. XXIX ve dev.

[12]             Çalışmaların iyi bir özeti için bkz. F. Ghazoul Hopkins.- The nature and function of the dream motif in Turkish folk literature, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri II, Ank. 1976, s. 133 ve dev.

[13]             U. Günay.- op. cit., 379-80.

[14]             ibd., s. 383-4.

[15]             ibd., s. 437.

[16]             ibd., s. 501-6.

[17]             S. Sakaoğlu.- op. cit., s. 114-5.

[18]             B. Seyidoğlu.- op. cit., s. 29-32.

[19]             Tarafımızdan belirtildi.

[20]             B. Seyidoğlu.- op. cit., s. 32-3.

[21]             ibd., s. 52.

[22]             ibd., s. 53.

[23]             ibd., s. 33, 61.

[24]             ibd., s. 60 ve 63.

[25]             Tarık Dursun K.- Aisopos. Ezop masalları, Ank. 1966, s. 113.

[26]             F.K. Timurtaş.- Şeyhî’nin Harnâme’si, İst. 1971, s. 26.

[27]             Burada boynuz.

[28]             F.K. Timurtaş.- op. cit., s. 31-41.

[29]             Tarık Dursun K.- op. cit., s. 114.

[30]             J. Teixidor.- The pagan god, s. 7.

[31]             Uşağım, hizmetçiyim. Bu sözcük (nöker) Moğolca da mevcut olup nökerler, Moğol içtima teşkilâtı içinde bir sınıf teşkil ederler: Nökörler = askerî uşaklar. “Eski Cermen ve eski Rus muhafızları gibi, Moğol muhafız-silâhşorlarına da ‘arkadaşlar’ manasına gelen nököd

(müfredi nökör-nökür ‘arkadaş’) denirdi. Bkz. B. Y. Vladimirtsov.- Moğolların içtimaî teşkilâtı. Moğol göçebe feodalismi. Terc. A. İnan, Ank. 1944, s. 111 ve 133.

[32]             Tavla, ahırında işsizim.

[33]             Yüce yüce saman yığınlarım.

[34]             Hepsinden fakirim.

[35]             E. Ahundov.- Azerbaycan halk yazını örnekleri. Türk çevriyazısına aktaran S. Tezcan, Ank. 1978, s. 11-2.

[36]             ibd., s. 431.

[37]             E. H. Carnoy et J. Nicolaïdes.- Traditions populaires de l’Asie Mineure, s. 127-143.

[38]             V.M. Kocatürk.- Türk edebiyatı tarihi, s. 142-4.

[39]             ibd., s. 147-8, 153.

[40]             M. Tuğrul.- Mahmutgazi köyünde halk edebiyatı, İst. 1969, s. 1-65.

[41]             ibd., s. 67-8.

[42]             ibd., s. 67-8.

[43]             A. Caferoğlu.- Orta Anadolu ağızlarından derlemeler, s. 154-5.

[44]             A. K. Tecer.- Halk edebiyatı, in Yıllık Araştırmalar Dergisi I, 1940-1941, İst. 1944, s. 36-7.

(* )Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.