Dansların kökeninde doğa güçlerini insanoğlu lehine harekete getirme çabasının yattığında şüphe kalmıyor. Benzer şekilde masalların ve daha genel olarak halk edebiyatının ve özellikle tasavvufî yazının da köklerinin, türlü inançların derinliklerine daldığını söylemek çok yanlış olmaz. Burada da bir ayırım yapmak gerektiğinde yazının, sahibinin göçebe hayvan yetiştiricisi ya da yerleşik tarımcı olduğuna göre içerik olarak farklar arz ettiğini görürüz. İlkinde hayvanlar, diğerinde bitkiler imaj ve sembol öğesi olarak geçiyor. Birinde son derece hareketli, maddî güç ve gözü peklik unsurlarını ön planda tutan öyküler yer alırken öbüründe, bitkiler gibi durgunluk arz eden, sabır ve tevekkül kavramlarını işleyenler çoğunlukta olmaktadır. Girelim ayrıntılara.
İktisadî yaşamı hayvana dayanan bir toplumda mekân, yani toprak, yaylak ve avlanma yeri olarak zikredilir. Dede Korkut Kitabında Kazan Han yurdunu “kulan ile sığın geyiğe konşu yurdum” diye tanımlar. Toprak, ancak hayvanlarla ilişkisi mertebesinde mülk olmaktadır:
“Karşu yatan tağı sorar olsan
Ağam Beyregün yaylasıyıdı
Sovuk sovuk suları sorar olsan
Ağam Beyregün içidiyidi”[1]
Döneceğiz Beg Beyrek-Böyrek’e. Devam edelim.
Bazı tabiat unsurları da, önce görmüş olduğumuz kült konusu dışında, hayvana göre değerlendiriliyor:
“Şahbaz atlar içdügi su
Kızıl develer gelüp geçdügi su
Ağ koyunlar gelüp çevresinde yatduğu su”[2]
Yine bundan önce irdelemiş olduğumuz azgın hayvanla (ejder) mücadele temasını bu kez hayvanlar açısından tetkik edelim. Bu tema, göçebeliğin ilk devirlerine ait olmalıdır. Gerçekten bu mücadele günlük yaşamın vukuatı arasında yer alır. Evcilleşmiş hayvan türü henüz azdır ve ejderha, her gün insanoğlunu tehdit eden bir tehlike olarak belirmektedir. Bu itibarla onu öldürmek topluma faydalı bir iş görmeye muadil olmaktadır. Oğuz Kağan Destanı’nda böyle bir mücadeleyi okuyoruz: “büyük ve yaman bir canavar” olan gergedan “at sürülerini ve halkı” yer, “ağır bir eziyetle” halkı ezer. Onu öldürmekle Oğuz Kağan kahramanlığını kabul ettirir. Ancak bu sonuncu keyfiyet esas amaç olmayıp bir sonuçtur.
Daha sonraki devirlerin öykülerinde hayvanı öldürmenin gaye ve anlamı değişiyor. Ya coğrafî alanının tebdili ve/veya evcil hayvanın çoğalması nedeniyle vahşî hayvanlar insan toplulukları için hayatî tehlike olmaktan çıkmıştır. Bu itibarla bu safhada bunlarla mücadele salt bir maddî kuvvet ve cesaret gösterisi mahiyetini alıyor. Zira artık onun topluluk için hayatî önemi kalmamıştır. İlkinde canavara tuzakların kurulup çeşitli silâhların kullanılmasına karşın bu kez, kahramanlığın fertte olduğunu göstermek üzere azgın hayvanla silâhsız olarak bir nevi güreşilir. Dede Korkut’taki hayvanla mücadele hikâyeleri bu türdendir.
Tarımsal uygarlıklar devrinde doğa ve insanlara doğaüstü güçler egemen olmaktadır. Hayvanla mücadele öykülerinde artık maddî güç ana tema olmaktan çıkıp doğaüstü kuvvet tabiat varlıklarına etkili oluyor, ortaya kerametler çıkıyor[3]. Az mı gördük velilerin manevî kuvvetlerini gösteren, azgın hayvanın hakkından gelme öykülerini.
Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un “Ayakları öküz ayağı gibi, beli kurt beli gibi, omuzları samur omuzu gibi, göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi” diye anlatılıyor. D. Sinor, bu tasvire ve başka sebeplere dayanarak Oğuz’un aslında insan değil tanrılaştırılmış bir hayvan, “öküz” olabileceği varsayımını ileri sürüyor.[4] Bu takdirde bu “uç”ta da “boğa tanrı”yı bulmuş oluyoruz. Mamafih bu, bizim hâlâ yaptığımız gibi, basit bir benzetme, bize yakın olan hayvanlarla bir koşutluk kurma eğilimi de olabilir.
Bitkilerin yetiştirilmesi, hayvancılığa nazaran, çok daha büyük ölçüde insan iradesini aşan kuvvetlere, yağmura, güneşe… bağlı bulunduğundan ekinci, büyük doğanın (felek) karşısında genellikle hareketsiz (pasif) kalır. Göçebe devrinin ideal insanı olan Alp tipi ile yerleşik, ekinci İslâmî devrinin ideal tipini temsil eden veli ve Derviş, arasında derin bir tezat vardır. Birincisi dışadönük (extrovert), diğeri içedönük (introvert) tiplerdir. İlkinde maddî, ikincisinde manevî güç fikri hâkimdir. Bu sonuncusunda bitkinin yerini, Yunus Emre Divanı’nda inceleyelim. Burada köylülükle mistiklik arasındaki bağ açıkça görünür. Onda köy çevresi ile ilişkiye dair çok örnek vardır. Köyde diken ve yabani otun kapladığı bir bağ veya tarla, ateşe verilerek temizlenir. Küller ayrıca gübre yerine geçer.
“Bir bağ ki viran ola, içi dikenle dola
Ayıtlamak neylesin od ile yakmayınca”[5]
Günlük köy hayatının bir parçasının aslında bir ateş kültü teması (ateşle tathir) haline sokulmuş olduğu derhal görülür. Devam edelim:
“Kur’ağacı inderler, kesüb oda yakarlar,
Her kim âşık olmadı benzer kuru ağaca”.
“Âşık olmıyan âdemi, benzer imiş bir ağaca
Ağaç yemiş vermeyince budağı eğilmez imiş”
Ağaç sembolü de, bir mistik yaşam düşüncesine dâhil oluyor.
Mevlana’nın peşinde gitmeyen fakir köylü kendine rehber olarak yine fakirliğin simgesi olan dervişi seçmiştir:
“Kim dervişlik ister ise, diyem ana nitmek gerek
Şerbeti elden bırakıp ağuyu nuş etmek gerek
Dünyadan gönlünü çeke, eli ile arpa eke
Ununa yarı kül kata, güneşte kurutmak gerek”[6]
“İçüb içüb Ulaş oğlu Salur Kazanun alnına şarabın itisi çıkdı. Kaba dizi üzerine çökdi. Ayıtdı: ‘Ünüm anlan begler; sözüm dinlen begler; yata yata yanumuz ağrıdı, tura tura belümüz kurıdı. Yürüyelüm a begler, av avlayalum, kuş kuşlayalum, sığın geyik yıkalum, kayıdalum otağumuza düşelüm, içelüm, hoş geçelüm’…”[7]
Bu satırlar, göçebe kahramanlarla kuvvet iradesi ve gururu ile dolu olduklarını, yerleşik çiftçinin aksine yaşam boyu çekilen ıstırap ve melâle aşina olmadıklarını gösterir. Gerçekten doğa ve toplumun egemen sınıflarına karşı aciz kalan kişi mustariptir. Toprağa saçılan tohum ya çıkar, ya çıkmaz:
“Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter, kimi yiter yere tohum saçmış gibi”…
Doğanın devrî olarak seyri, mevsime göre ölüp yeniden canlanması da ana temalardan biri olmuştur:
“…
Yine yeni hazineden yeni hil’at giydi cihan
Yine verildi yeni can ot u ağaç süsdi yine
Ölümüş idi ot u şecer dirilüben girü biter
Müşriklere nükte yeter vâr etdügi nesli yine
…”
Köyde mülkiyet fikri sıkıca yerleşmiştir. Mülk kişiliğinin simgesi olmuştur:
“Kimse bağına girmegil kimse gülini dirmegil
Var kendi mâşukun ile ol bahçede alış yuru”
Oğuz Kagan’a “gök yeleli” kurdun yol göstermesine karşılık Yunus’ta insanı aydınlatan çiçeklerdir:[8]
“Hep baharlar açılır Teşbih olur çiçekler
Birbirinden seçilir Teşbih olur çiçekler
…”[9]
Anadolu’ya Oğuz göçüyle birlikte Dede Korkut Kitabı da gelmişti. İçindeki hikâyelerde Bayburt adı sık geçer. Bugün Bayburt’un güney doğusunda bulunan Duduzar köyü yakınlarında taşlarla çevrili bir yer BeyBöyrek’in mezarı olarak gösterilir. İlçede, Böyrek’ten hafifletilmiş Börek adına çok rastlanır.
“Halk, bazen Bey Böyrek’i Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed Hanefî hikâyesiyle karıştırmaktadır. Hatta Muhammed Hanefî hikâyesinin bütün cereyan ettiği sahayı Bayburt kalesi olarak zannederler. Güya Muhammed Hanefî, geyik avlaya avlaya Medine’den Bayburt kalesi önüne geliyor. Kale o zaman Taput adında bir kralın elinde bulunmaktadır. Taput’un korusunun bugün Bayburt’un cenubunda olan ve Çoruh kenarında bulunan düz çayırlığın olduğuna hemen umumiyetle inanılmaktadır. Muhammed Hanefî, burada uyuyup atını koruya salıverince kralın adamları, onu orada yakalayıp zindana atıyorlar. Zindanda birçok meşakkatler çektikten sonra Kralın kızı buna âşık oluyor. Zindanın kapısındaki taşı alarak onu kaçırıyor, yolda tutuluyor. Birçok muharebelerden sonra Hazreti Ali nara atarak yetişiyor. Nihayet kalenin karşısındaki tepeden (bu tepe ile kale arasından Çoruh geçer, sarp ve yüksek bir kayalıktır) Düldül’e vurarak kaleye atılıyor. Düldül burayı atlamak için -onların tabirince- ‘çok zarü figan ediyor’. Halk etimolojisine göre burada kurulan köyün Düldülüzar (Duduzar) adını alması bundan dolayıdır. Orada taşlar üzerindeki çukurların da Düldülün ayak izleri olduğuna inanılır. Görülüyor ki Muhammed Hanefî hikâyesiyle Bey Böyrek hikâyesi böyle birbirine karışıktır ve her ikisi de aynı yerde, aynı macerayı geçirirler. Kalenin zaptı iki rivayette de aynıdır. Bu hikâyeye göre Bey Böyrek’in babası, büyük bir şehirde ikamet eden bir padişahtır. Diğer taraftan, Bey Böyrek, köyünün adını Saracık olarak gösterir. Sonra kalede esirken bezirgândan kendi ilinden haber sorunca, babasının Oğuz ili padişahı olduğunu söyler. Bezirgân da ona (ve işim sorarsan Oğuz ilinden, alıp sattığım dünya malından) gibi cevap verir, Bey Böyreğin köyü olarak gösterdiği Saracık, bugün Bayburt’un 10-15 kilometre yakınında bir köyün adıdır. Bu köye yakın bir de Tanışman köyü vardır”.
“Eski Türk menkıbelerinde rast gelinmekte olan devamlı uykuya burada Uguz Uykusu adı verilmektedir”.
“C rivayetini tespit ederken, fazla uyuyan adamlara (Uguz uykusuna mı daldın) denildiğini öğrendim”[10]
Avlanıp koruda uykuya dalmışken basılıp yakalanma temasına daha önce de değinmiştik.[11] Bey Böyrek öyküsünün belkemiğini teşkil eden bu temanın yaygın oluşu dikkati çekiyor. Yukarıdaki masalda kayalar üzerinde ayak izi motifi de aşikâr olmaktadır. Geçelim şimdi Böyrek’in doğuş hikâyesine. Bunu yine Bayburt rivayetinden izleyelim.
“Vaktin birinde bir padişah varmış, o padişahın hiç zürriyeti yogumuş. Bu padişah bir gün eve gelirken yanında fıhara bir konşusu varmış, padişah konşusunu çağırmış, senün gülmen nedür? Ben bir padişah olum benim bir gülmem yohta senin bu gülmen nedür? O da deyi ki padişahım sağ olasan, benim bir çocuğum var o çocuh bizi güldürür. Sonra konşusu buradan gidiy. Padişah ailesine deyiy ki ben derdime derman arıyacam. Kalkıp sabahleyin lalasile birlikte hareket ediy. Bunlar gidiyler, bir günlük yol gittiler, bir puhar (pınar)ın başında bir dervişe ıras (rast) geddiler. Selâmun aleyküm derviş baba, padişah dedi. Derviş aleyküm selâm padişahım, dedi. Orada atlardan indiler, puharın başına oturdular. Padişah deyiy ki sen benim padişah olduğumu neden bildin? O deyiy ki sen benim derviş olduğumu neden bildin? Padişah: senin kıyafetin derviş kıyafeti ben seni ondan tanıdım. Sen benim padişah olduğumu neden tanıdın? Derviş, ben senin padişah olduğunu gözlerinden tanıdım. Sen benim padişah olduğumu bildin, ele ise (öyle ise) derdümü de bilürsen, sordu derviş ki derdün nedir? Dedi zürriyetim olmaz, atım da kulun etmez. Derviş ondan kolay bir şey yohtur, dedi. Derviş çıhartıp padişaha bir alma verüp kabuhların ata verürsen, içini de ailenle kendin yersen. Buradan padişah gerisin geriye gitti. Derviş buyan (buna) oğlun olursa adı ‘Bey Böyrek’ atın adı da ‘Bengi Boz’dur. Padişah eve geldüğü zaman almayı ailesiyle yeyiler, kabuhlarını da ata verdiler. Allahın edeceği o gece karı da hemile oldu, at da. Vağıt tamam olunca padişahın bir oğlu oldu adını ‘Bey Böyrek’ koydular, at da bir kulun etti”[12]
Elmanın da nar gibi cinsiyet ve tevlit unsuru olduğunu biliyoruz. Olayın bir “pınar başında” geçmesi de basit rastlantı olmamaktadır. Suyun kutsiyeti de meseleye dahil ediliyor. Hikâyenin Beyşehir varyantında padişahla hanımı “varıyorlar gülbahçaya, alma ağacının altına…” Orada bulunan derviş “… Al şuradan bir daş, at, üç alma düşür, birini sen yi, birini khanıma vir, birini de küheylana…” diyor.[13] İnsanın aklına Âdem’le Havva’nın kıssası geliyor. Onlar da elma ağacının altında buluşmuşlardı, elma yemişlerdi… Sonra da çocukları olmuştu.
Çocuğun olması için “gidip alma ağacının altında saçını taramayan, belini bağlamayan” eşinden yakınanları da anımsıyoruz.
Şubat’ın yirmisinden sonra havaların ısınmaya başlamasıyla Kars’ın Digor ilçesine bağlı Halıkışlak köyünde bir “Çile çıkarma” töreni icra edilmektedir. Bu şenlikte bir küçük çocuk (arkasına bakmadan) bir kova su getirir; bunun içine, köydeki evlenme çağında kız ve erkek sayısı kadar çeşitli renkte iplikler atılıp su çalkalanır. Her iplik bir genci temsil ettiğinden yan yana gelen iplik sahiplerinin birbirleriyle evleneceklerine hükmedilir. Bu “niyet çekme” sırasında söylenen maniler arasında şu kıtalar konumuza ışık tutuyor:
“Ağ alma kızıl alma “Ağ alma alanıptı
Gel yola düzül alma Budaktan sallanıptı
Ya menim muradım ver Bu almayı gönderen
Ya menden üzül alma” Acep hayellenipti”[14]
Bunlar bu “iş”in elma tarafından gerçekleştirileceğini ifade ediyorlar.
Gerçekten, elmayı yemekle çocuk sahibi olma motifi çok masalda, bu arada Sivas’ın Acıyurt köyünün “Mihri ile Şehri”sinde de var; aynı çeşme başında, aynı derviş ve sonradan ad koyma motifleriyle birlikte 7 sayısı da sık geçiyor. Bunda, sırasıyla Güneş ve Ay’ın adlarını taşıyan oğlanla kız, bir elmayı paylaşan padişahla vezirinin, böylece olan çocuklarıdırlar.[15]
Türkmen’le birlikte Anadolu’ya gelmiş olması melhuz bulunan Bey Böyrek öyküsünün, Küçük Asya’nın eski yerli halklarından olan Ermeni’ler arasında da yaygın olması[16] ayrıca dikkati çekiyor.
“Nasıl Dede, diyor, adam olabilir miyim? diyor. Ah oğlum, diyor… sen bugüne gelesiye atlık tayına binmedin. Bineceksin, havaya bir alma atacağım. Almayı düşmeden kapabilirsen adam olduğunu bilirim, diyor. Peki, diyor çocuk… Eğeri kapayıp kolanı yedi yerinden[17] sıkıştırıyor…”[18] (Bayburt rivayetinde “padişahın vezirleri de karar veriyler ki bir defa Bey Böyrek, Bengi Boz’a binsin. Bengi Boz’a binmekte olsun. Bey Beyrek’in bir sınıfta 39 arkadaşı var, bunların 39’u da ata biniyler, bir de Bey Böyrek 40 atlı oluyorlar. Bengi Boz, Bey Böyrek’e söylüyor ki: Bey Böyrek bana öyle bir çift üzengi vur ki, anamdan emdiğim süt yedi damla olarak burnumdan gelsin. Buradan atlılar koşıylar. Bey Böyrek Bengi Boz’a ele bir çifte üzengi vuruy ki Bengi Boz hisardan atlıy. Bu kırh atlı bir iğirmi günlük yol gideyler. Başka bir kralın memleketine düşiyler. Atları çayıra salıylar. Evvel zamanda Uğuz uyhusu varmış, bunlar bu uykuya tutulmuşlar, Kral pencereden bakmış ki çayırlar at dolu. Olan der, benim korkumdan kuş uçmaz, kolan yürümez, gidin şunları alın gelin, basın zindana…”
Aynı mahallin bir başka rivayetinde ise (B rivayeti) Bey Böyrek’in çıkışı şöyle anlatılmaktadır: “Bey Böyrek Bengi Boz’a binerek ava kuşa gitmeye başlamış. Günün birinde babası buna otuz dokuz anahtar vermiş ve demiş ki git sarayı gez. Bu gitmiş sarayın odalarını gezmiş, bir tanesine bakmış ki kapısı kilitli, ağlıyarak babasının yanma gitmiş, baba bu odanın anahtarını bana niçin vermedin babası cebinden çıkararak vermiş; kapıyı açmış, içeri girmiş, bakmış ki bir havuz’un karşısında bir kız resmi var, bunu görünce bayılıp düşmüş, burada bunu cariyeler gelip ayıktırıyorlar. Bey Böyrek kalkıp babasına diyor ki ben ya bu kızı bulacam ya da uğurda ölecem. Babası buan otuz dokuz arkadaş, otuz dokuz at veriyor. Bunlar buradan gidiyler. O zamanda Uğuz uykusu derler bir uyku varmış…”[19] Zindandan kurtulma faslında da, Böyrek’e âşık olan “kralın kızı deyiy ki… öyle alamazsan, benim babam ateşten çoğ korhar deyiy. Siz buraya kırh adam geldiniz; atın kaçmıştır, yedi senedir dizgin ağzında, iğer arkasında… Anaan da gözleri kör olmuştur, bu toprahtan götür. Gözlerine sürersin, gözleri iyi olur. Kırh mum alır takarsın kırh geçi boynuzuna…”[20] Hikâye bu “yedi”ler, “kırk”larla sürüp gidiyor; “Uğuz uykusu”, “vakti gelince uyanma” motifi de “ashab-ı kehf” kıssasını hatırlatıyor. Toprak da, kutsiyetiyle, kör gözü sağaltıyor. Amasya kalesinin “Kırklar” tarafından nasıl zapt edildiğini de unutmuyoruz…
“… Sonra saçından bir kıl koparacaksın, atın terkisine alacaksın. Tılsım böyle, diyor. Bey Börek atın dediği gibi yapıyor. El Kavak Kızının saçının bir teliyle iki kiçi parmağını bağlıyor…”[21] “Kralın Saçı-Uzun-Selvi-naz isimli bir kızı vardı…”[22]
Saç, kavak, servi, gül (özellikle İstanbul rivayetinde Gül-Âferide Banu da var ortada)…[23] Bu varyant, içine kahve karıştırılacak kadar da çağcıllaşmış, tümden Osmanlı üslûbuna bürünmüş.
[1] O. Ş. Gökyay.- Dede Korkut, İst: 1938, s. 38, zikreden M. Kaplan.- Dede Korkut Kitabında hayvanlar, in Fuat Köprülü Armağanı, s. 279.
[2] ibd., s. 280.
[3] ibd., s. 280-4.
[4] D. Sinor’un A. Ateş tarafından tercüme edilen “Oğuz Kagan Destanı üzerine mülâhazalar” adlı makalesi, İ.Ü.E.F. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi 1950, C. 17. s. 1-2. Zikreden M. Kaplan, in ibd., s. 285.
[5] A. Gölpınarlı.- Yunus Emre, Hayatı, İst. 1936, s. 50, Zikreden M. Kaplan.- Yunus Emre ve nebatlar, in Türkiyat Mecmuası XII, 1955, s. 48.
[6] ibd., s. 49.
[7] Dede Korkut. Zikreden M. Kaplan.- Dede Korkut Kitabında hayvanlar, s. 281.
[8] M. Kaplan.- Yunus Emre ve nebatlar, s.53.
[9] ibd., s. 55.
[10] O. Turan.- Bey Böyrek hikâyesi, in Ülkü X/59, 1938.
[11] Bkz. C. I, s. 552.
[12] O. Turan.- op. cit.
[13] P. N. Boratav.- Bey Böyrek hikâyesi, in Ülkü X/60, 1938, s.487.
[14] H. Özel.- Kars’ta çile çıkarma, in TFA 252, Temmuz 1970.
[15] D. Kaya.- Mihri ile Şehri, in TF 1, Ağustos 1979.
[16] P. N. Boratav.- op. cit., dipnot.
[17] Tarafımızdan belirtildi.
[18] P. N. Boratav.- op. cit., s. 488.
[19] O. Turan.- op. cit., s. 406.
[20] ibd., s. 407-8.
[21] P. N. Boratav.- op. cit.. Ülkü 61, 1938, s. 21.
[22] ibd., s. 23.
[23] ibd., s. .27 ve dev.
( * )Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.