“Büdik, oynayış, zıplayış”[1]; “büdhidi: kız büdhidi = cariye oynadı, raks etti. Başkası da böyledir. Şu savda dahi gelmiştir: kurtga büdhik bilmes yerim tar ter = kocakarı oyun bilmez yerim dar eder”.[2] Bu sav bugün halk arasında “oynamasını bilmeyen kız ‘yerim dar’ der; yeri genişletildiğinde ‘yenim dar’ der” şeklinde devam etmektedir.
Mahmud’dan ayrılmayalım. “Büdhütti: ol oglım budhüttü = o, oğlunu oynattı”.[3] Oynayan, bunda yarışır da: “büdhüşdi: oğlan büdhüşdi = çocuklar oyunda-raksta yarıştılar”[4]
Bütün bu ifadeler oyun geleneğinin Asya’da da yaygın olduğunun delilidir. Bugün Anadolu’da “oyun çocuğun tımarıdır” veya “oynamayan çocuğun toprağa hayrı olmaz” denir ki bu sözlerin arkasında buraya kadar anlattıklarımızın tümü yatar. “Oyun”un kutsallığını belgelemek için kurallarına bağlılığın bir tapınma gücünü haiz olduğunu hatırlatmak yeter. “Kurallara uyamayan, yetenekleri elvermeyen kişilerin oyun oynamasına toplumca olumlu gözle bakılmaz… Örneğin bir horon’da… kemençeci oyuna girmiş olan kişileri önce isteklendirmeye çalışır, oyuna uymasını sağlayıcı komutlar verir:”
“Ha Tonyali
Ha Rizeli
Trabzonli
Ha Cumali
Ha ha
Hop hop hop…”
“Baktı ki olmuyor, işi bozana oyunu bırakması uyarısında bulunur: ‘Oyini boziysin, çık dişari!’. Adam diretecek olursa da ‘çik dişari ha eşşoğli!’ diyerek kovar.”
Ünlü kemençe sanatçısı F. Özyakuboğlu bize şunları anlatıyor, bu konular da: “Karadeniz horonlarında bilhassa Trabzon horonlarında biz kişiyi tartarız. Büyüklere ait oyunlara gençlerin kalkması, oyun tutması ayıp sayılır… Yaşlı oyunları bir fikre dayanır, bir öğretisi vardır. Oyun terbiyesi gençlere diğer terbiyeleri de öğretir… Genç horon’larına yaşlılar katılmazlar… Demektir ki, oyun ne olursa olsun bilgi yoksunluğu oldu mu… kız bile vermezler. Bizde bir de, erkek ve kız oyunda tanınır. Horon oynayan gençler sıhhatli mi, değil mi. .. oyunda görülür… Ondan sonra isteyen isteyene, düğün düğün üzerine gider…”.[5]
“Raksın kökeni bilinmiyorsa
Raks edilemez”…
Her şey, evet her şey bizi tarihin derinliklerindeki ibadet, yakarma rituslarının bir mütemmimi olan danslara götürüyor. Daha önce, daire halinde raksların, avcılara has bir ritüel koreografi olduğunu, bunda ya vurulmuş hayvanın ruhunu sükûna sevk etmek, ya da şikârın bolluğunu artırmak amacının güdülmüş olacağından söz etmiştik. Keza Merkez ve Daire sembolizmi üzerinde de etraflıca durmuştuk. Anadolu halk dansları arasında “halka biçimi – halka oyunları” tesmiye edilen ve “merkez denilen belirli bir noktadan aynı uzaklıkta ve düzlemdeki oyuncuların meydana getirdikleri kapalı eğri biçimdeki oyunlar” şeklinde tarif edilen dansların yaygınlığı bizi bu konu üzerinde biraz eğlenmeye itiyor. Nitekim sadece Kastamonu’da bunun Çift Halka (iç içe iki halka), Tepeli halka (halkayı teşkil eden oyuncuların omuzlarında bir ikinci halka), Açık, Bağlı, Bağımla, Değişmez halka biçimlerini görüyoruz. Ayrıca standart dans türlerinde de bu biçimler ayrı bir sınıf teşkil etmektedirler; örneğin Balıkesir’in Bengi Zeybeği, bir Kopuk Halka Dizilişi biçiminde bir danstır. Samah’larda Alaca Halka Dizisi vardır ki Çorum’un İğdeli Gelin’i buna misaldir; bunda dış halkayı erkekler, içtekini de kadınlar oluşturur. Kars ve Gaziantep’in Nanay’ları da böyledir.[6]
Eserimizin başında[7] “kültür oyun şeklinde doğar; ilkel safhalarında bir oyunun çizgilerini taşır, onun havası içinde gelişir” demiştik. Gerçekten de oyunun kültür kavramına takaddüm ettiğini her vesileyle görüyoruz. O fikrî ve bediî faaliyetleri, sosyal yaşamın bütün veçhelerini kucaklıyor. Dinî düşünce, evrenin zihinde canlandırılması, arzular, kader, mitos, ezcümle kültürü tanımlayan her şey, onda ifadesini bulur, tapınmadan tarımsal faaliyetlere kadar… Sosyal heyecanı bir noktada o harekete geçiriyor.
Dans da yukarda sözünü ettiğimiz “oyun”ların başlıca türlerinden oluyor. Değişik ethnik unsurların genel olarak belli bölgelerde temerküz etmiş olmaları gibi danslar da bölgesel, yörel karakter arz ediyor, özel adlar alıyor. Gerçekten bütün yurda yaygın bir dans tipi mevcut değildir ve bu işin uzmanları, aşağıda kısaca değineceğimiz, şovenlik kokan bazı itirazlara rağmen, dansları bölgelere ayırmaktadırlar.
“Gerçi oyunların gerek üslûp gerek müzik ölçüleri ve hareketler gibi bütün yurda yaygın, kimi ortak özellikleri bulunmaktadır. Nitekim… ortak hareketler buluruz. Genel olarak kimi genel danslar adlarının belli bir bölgede toplaşması üzerine bu bölgelere bu oyunların adları verilmiştir. Böylece Ege, Batı Anadolu Zeybek Bölgesi, Doğu Karadeniz Horon Bölgesi, İç Anadolu Halay Bölgesi, Trakya Sirto ve Hora Bölgesi, Doğu Anadolu Bar Bölgesi adını almıştır. Bunların yanı sıra daha daralmış alt bölgeler de buluruz…”[8], diyor M. And. S. Y. Ataman da bu bölgeleri harita üzerinde belirtip[9] bunların içerdikleri illeri zikrediyor. Zeybek bölgesi; “kuzeyde Marmara havzasından başlayarak Antakya körfezine kadar uzanan Batı Anadolu bölgesi, merkezi Bursa olan Hüdavendigâr, merkezi İzmir olan Aydın ili, Teke sancağı, bugünkü Antalya ve diğer batı illerini içine alan bölgedir. Eski Hüdavendigâr, Aydın ve Teke içinde bulanan, bugünkü büyük merkezler şunlardır: Brs, Bil, Kü, Es, Uş, Karesi-Ba, Edremit, Bandırma, İz, Bergama, Ödemiş, Mn, Dz, Ay, Isp, Brd (Teke Konya iline bağlıydı). Buna göre merkezi Ege kıyıları ve iç bölgeleri olmak üzere en hareketli Zeybek yuvaları Ba, Bergama, Ödemiş, Ay, Dz, kısmen ve karışık olarak Brd, Isp. Karadeniz’in iç bölgesinin belli merkezleri olarak, özellikle Efe ve Seymen dernek oyunlarının yaygın olduğu Ks, Safranbolu, Bo, ortalara doğru Ank, Es, Kü”.[10]
Bu ifadelerden anladığımız kadarıyla Zeybek Bölgesi’nin “idare merkezi”, eski İyonya oluyor.
Horon ve Sallama Bölgesi “Karadeniz kıyı şeridi üzerinde Samsun’dan başlayarak, canlı merkezler halinde, Doğu Karadeniz’in yalı boyunca uzanan kısmı. Or ve Gr’dan sonra, belirli merkezleri Tr-Rz, karışık olarak Çoruh vadisi, Ar’e kadar dayanan bölge”,[11] kısaca Pont bölgesi oluyor.
Halay Bölgesi’ni de Ataman şöyle çiziyor: “Şerit halinde Doğu Anadolu bölgesiyle bir kısım Orta Anadolu bölgesini içine alan geniş saha. Doğu’da başlıca merkezleri: Vn, Bt, Mş, Bn, Tn, El, Ml. Güney Doğu’da: Si, Dy, Mr, Gaz, Hat. Kısmen ve karışık olarak Ur, Ada. Kuzey Anadolu kesiminde, ortalara doğru Çr, To, Sv; karışık olarak Çkr, Yz, Ky, Krş”.[12] Bar Bölgesi’ni de bu uzman şöyle sınırlıyor: “Ezm, Bayburt, Ağ, Kr. Kısmen ve karışık olarak Ar, Ezc illerimizi içine alan Kuzey Doğu bölgesi”[13] ki buraları, eski Armeniakon thema’sı oluyor. Amasya’nın da eskiden Armeniyye-i Sügra sınırları içinde olduğunu biliyoruz. Kenti çevreleyen dağ silsilelerinin en yükseği olan Bar Dağı, bu adı neden almıştı? Üzerinde Dionysos Horai’leri mi tepiliyordu?…
Bu ayırıma kesin itiraz sesi M.R. Gazimihal’den yükseliyor. TFA dergisinde yayınlanmış çeşitli yazılarında meselâ bir Kars Zeybeği’nin varlığını öne sürerek Zeybek’in yukarıdaki bölgeye özgü olmadığını, vaktiyle İzmir’den bir obanın, çeşitli nedenlerle Kars’a göçmüş olabileceğini unutarak, iddia ediyor ve istisna üzerine kaide kurmaya kalkışıyor. Bu uzman, aynı zamanda, “Anadolu sentezi”ni de bilmezlikten gelerek her şeyin doğruca Asya’dan Türkmen’le birlikte geldiği savını ileri sürüyor. Ama onunla hemfikir olmayan başka uzmanlar da var. Tekrar edelim, Türkmen bu topraklara ayak bastığında, “Artemis’i her tarafta dans eder” bulmuştu.
Bizim burada esas amacımız, dansın yaşamla ilgili inanç ve kültlerle ilişkisini irdelemekken, istemeyerek bu sorunun içine itilmiş olduk. Esas konumuzun içinde kalmak üzere bu ayırımdaki dansların mezkûr ilişkilerine eğileceğiz. Bu da; kanımızca, bunların kökenlerine biraz olsun ışık tutabilmekle mümkün olacaktır.
Ahmet Vefik Paşa, “Lehçe-i Osmanî”de “Zeybek”i şöyle tarif ediyor: “hafif tüfenkçi asker. Devlet-i Selçukiye zamanında Teke ve Aydın tarafından Mısır’a celp olunan zeybek.[14] Zaptiye askeri. Hâlâ oraların ahalisine deniyor. Zeybek kıyafeti”. Kamûs Türkî’de de bu sözcük için şunları okuyoruz: “hafif silâhlı ve muhafaza-i asayişe memur eski bir sınıf asker. Selçukî’ler zamanında böyle bir sınıf askeri terkip etmiş olan Aydın ve Hüdavendigâr ahalisi ki “efe” denmekle maruf olup garip kıyafetleri vardır: zeybek oyunu”. BLT’nde ise “Aydın ve Bursa vilâyetleri halkına verilen unvan; bazen arkadaş ve kardeş gibi hitap yerinde kullanılır” deniyor ve A. Vefik Paşa’nın tarifi ekleniyor. “Zeybek”le Arapça “zeybak”ın fonetik yakınlığı bir varsayımın doğmasına yol açıyor: Araplar, Mısır’da kullandıkları ve yukarda tarifi yapılmış Zeybek Bölgesi’nden aldıkları askeri “Zeybakî”, yani “cıva gibi” diye nitelendirdiklerinden bu isim o bölge halkına alem olmuş.[15] Daha önce, Halife’lerin “tehalükle” Türk esirleri satın aldıklarını anlatmıştık.[16] Ama bu işler IX. yy.a aitti ve o tarihlerde İyonya’da “Türk” yoktu. Türkmen’in oralara varmasından sonra da bunlar arasından Mısır’a asker celp edilmesi ancak Yavuz’dan sonra olabilir ki “Zeybek” adının bu tarihlerden öncelerine ait olması melhuzdur. Şu halde, varsayım doğru kabul edildiğinde, geriye tek ihtimal kalıyor: Mısır’a giden “cıva gibi” asker, mezkûr bölgenin Hristiyan (ya da putperest) unsurundandı.
“Zeybek oyunlarının geçmişte bir kadının yönetiminde oynandığı ve kadının ortada durduğu, zeybeklerin çevresinde halkalanarak oynadığı, kadının, erkek ruh ve duygularını silip süpüren bir kutsal gücü bulunduğunu, bunu kadının simgelediği çevresinde Zeybek oyunu oynamanın erkeği coşkun bir duygusallığa (vecd) yükselteceğini, bu durumun bol bol silâli atılarak yansıtıldığını söyleyenler vardır… Kadının ayağı etrafına sıkılan kurşunlardan, donanılan silâhlardan korkmaması gerektiği çok söylenen bir konudur… Bu yönü ile Zeybek oyunlarının bazılarında Çiftetellilere benzer bir titreşim bulunmasını buna yorabiliriz. Örneğin Denizli’de oynanan Kıpçak Zeybeği gibi…”
Kim ola ki bu kadın? Sakın Kybele olmasın?…
Zeybeklerin saç tıraşı nal biçiminde olur. Zeybek namzedi Kızan’larınkinde ise başlarının ortası tıraş edilir (tonsura?). Kızan, Efe’den, yani başbuğdan, defne ağacı altında “el alır”[17]
Saç’ı da, nal’ı da, defne ağacını da biliyoruz. Biliyoruz ama yine de aşağıda değineceğiz bunlara.
Vakanüvis Pakhymeres (ölm. 1310), Aydın’ın fethini anlatırken, bunu gerçekleştiren Menteşoğlu’yu “Salpakis-Saybak (Zeybek)”, yani Türkçe “yiğit” olarak niteliyormuş.[18]
Ve işin bir de sosyal yönü: “el verme” merasiminde Efe, Kızan’a soruyor: “Yiğitler yağı nerede kavururlar?”. Kızan’ın yanıtı ise “zalim göbeğinde!” olacaktır.[19] Çakırcalı Efe de Kızan’lık eğitiminden geçmişti…
Halk danslarının bölge ayrımı savına tamamen iştirak eden A. K. Tecer de bize şunları söylüyor: “Oyun bölgeleri bir coğrafya gerçeği olduğu kadar bir tarih gerçeğidir de. Bu bakımdan her bölgede hâkim olan oyun tipi mutlaka eski bir gelenektir. Bu tip, o bölge içinde, sanki bir kaynaktan taşarcasına etrafına yayılmakta, bir kanal bulduğu takdirde çok uzaklara kadar akıp gitmektedir…”[20]
Bu “eski gelenek”in eskiliği ne kadar? Meselenin aslı bu noktada düğümleniyor.
M.R. Gazimihal, Ankara’da çıkan “Türkistan Sesi” dergisinin sahibi M. Emin Bugra’ya atfen Doğu Türkistan’ın Bedahşan ilinde “Zeybek” adlı iki köy bulunduğunu kaydedip buradan Zeybek’lerin Asya’dan gelip İyonya’yı fethetmiş ve buralara yerleşmiş yiğitler olduğunu istidlâl ediyor. Ayrıca P. Wittek’in yukarda mezkûr “Salpakis-Saybak” sözcüğünü, Zeybek’lerin deniz eri olarak da ün yapmış olmaları itibariyle, “sahil beyi” olarak yorumlamış olmasına da karşı çıkıyor.[21]
Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç)[22] “Cumhuriyet”te tefrika edilen ve çok güzel ve manidar resimlerle süslediği uzunca bir yazısında[23] obekkhosto bekos–ibakkhi-zeybek teselsülünü ortaya koymuş, biz de bunu kitabımıza aktarmıştık.[24] Bu kısmı tekrarlamadan makalenin geri kalanından bazı önemli yerleri, onun sıcak, nekre üslubuyla aynen derç edeceğiz. Burada geçecek birçok olay ve kavramları daha önce ayrıntılarıyla irdelemiş olduğumuzdan Kabaağaç’tan bu kez seçtiklerimize okuyucularımız hiç yabancı kalmayacaklardır.
“Bakkhos hayatta sevincin çıldırtıcı tanrısıdır. Bu dinde kadınlı erkekli alaylar dansla, çalgıyla, tanrının adını çağıra çağıra, tanrısal bir çılgınlık içinde kendilerinden geçerek tanrıyla birleşirler. Bakkhalar böylece birer Bakkhos olurlar”.
“Dervişlerin Hu! Hu! çekerek, mistik bir ‘fenâ fillâh’ – tanrıya kavuşarak onda yok olma – katına varmalarına çok benzerse de, Bakkhos dinindeki törenlerde “mutu kable, entemutu”, yani ölmeden önce ölmek, bir de “katl-i şehevat”, yani nefsini kesmek hiç yoktur. Bu tarikatta ‘dünya ve mafihâ’dan, ruhun gövdeden ayrılması yoktur. Ruh da, gövde de bir ve bu tek nesne de doğanın bir parçası sayılagelinir. Her kişi evrensel yaşama sevincinin ve coşkusunun bir kısmıdır, Bakkhos dininde…”
“Bakkhos alayları geceleri dağlarda harıl harıl yanan meşaleler ve nartheks bitkilerini başlarında fırıl fırıl döndürerek kadın erkek oynarlar, bir sevinç fırtınası koparırlar; bu cümbüşe davullar (davuldan çok kuddumlar), zurnalar tempo tutar. Bu tarikatlar, ya da birlikler Anadolu’da gelişmişti. Zeybek’lerde, Bektaşî’lerde de etkisi görülür. ‘Ayin-i cem’ler, eski ‘orgia’lardır.[25] Daha hafif olmakla beraber Bakkhos eğilimi Mevlevi’lerde de görülür. Mevlana’nın Mesnevi’sinin şu iki dizisindeki meydan okuyuşu aynı cinstendir:”
“Cuşişi aşkest kandri mey futad
Ateşi aşkest kandri mey futad”
“Yani bakıldı ki tanrı aşkı azaldı yürekte, bir çekildi miydi mey, sevgi gönülden bir dinamit hızıyla patlar, dünyasına da, insanına da sevinçle iyilik yayar, ta içten kopan hey! hey! yedi kat göğü zımba gibi deler, tanrı da, kul da razı olur bu işe!…”
“… Anadolu’dan göç edip Pulasati adlarını Palestin olarak Filistin’e verenler[26] Bakkhos ayinlerini Suriye’yle Filistin’e taşıdılar. Nitekim ki Tevrat’ta (I Samuel, 10.5) ‘ondan sonra Filistin askerlerinin bulunduğu Allah tepesine varacaksın ve vaki olacak ki, orada şehre girdiğin zaman, önlerinde santur ve tef ve zurna çenk olarak yüksek yerlerden (yani dağdan) inmekte olan bir peygamberler zümresine rastlayacaksın. Ve onlar peygamberlik etmekte olacaklar ve senin üzerine Rabbin ruhu kuvvetle gelecek ve onlarla beraber peygamberlik edeceksin…’. Onuncu cümle de şu: ‘ve oraya Gilea’ya gelince, işte onu bir peygamber zümresi karşıladı ve kendi, üzerine Allah’ın ruhu kuvvetle geldi ve onların arasında peygamberlik etti’. G. Hoelscher… halkın dinsel törenlerde hep birlikte kolektif bir coşkuyla dans etmesinde Beni İsrail’ce ‘nabi’lik yapmak dediklerini yazıyor. ‘Peygamberlik edeceksin’ sözü, ‘nabilik edeceksin’ anlamına gelir. Tevrat çağının İsrail’inde Yahudi Ken’an’lıların ‘tabernacle’ – yani kutsal emanetler – töreninin kaynağının Bakkhos törenleri olduğunu iddia edenler çoktur (Robert Graves.- Greek Mythology I, s. 27). Bu törenlerde bir ellerinde arpa başakları, öbür ellerinde yeni şarap kupaları, gece meşalelerle sabaha dek dans edilir, kurban kesilir ve rastgele cinsî münasebette bulunulurdu. Hattâ İbranî dilinde tanrı Yehova adının Bakkhos’u çağırmakta kullanılan sözden ileri geldiğinde ayak direyenler vardır. Bu sözün aslı ‘iaoooue’ idi. Bakkhos’un Grekçe çağırışı ‘Eioi’dir. Ama bu çağırış Grekçeye çevrilirken değiştirilmiştir… Zeybek’ler ‘Ehaaa’ ya da ‘İiiihaa’ diye bağırırlar. Bunun Bakkhos çağırışıyla ilgisi olmak ihtimali vardır…”
“Anadolu bu orgia’lı taşkın törenlerin kaynağı olmakla beraber, tabiat ilminin ilk kurulduğu yerdir. Dünyada ilk defa, olarak kendini özgür duyan insanoğlu gene dünyada ilk defa olarak doğa ve evrenin natüralistik, fiziksel bir yorumunu yapabilmiştir… Bakkha’lar, Silen’ler, Pan’lar ve Satir’ler alaylarıyla yukarda anlatılanlar[27] arasında bir ilinti olmadığına parmak basmak içindir. Bir ilinti olsaydı eğer, Zeybek’ler dağ başında ‘dağlar bizimdir’ diye oynayacaklarına semâhânede babası tutmuş Rufaî dervişi gibi zikrederlerdi…”[28]
“Zeybek’leri uç beyleri (bek’leri) sayanlar da vardır. Geçeğe en yakın tefsiri gene Hüseyin Kâzım Kadri yapmaktadır. Çünkü ‘o bekos’ ya da ‘io bakkhoi’ derneği Batı Anadolu’ya yayılmış bir kardeşler birliği idi. Roma İmparatorluğu çağında bile Batı Anadolu’da ‘io bakkhoi’ cemiyetinden söz edilmektedir”.
Üstadın bahsettiği “kardeşler birliği”, aklımıza X. yy. Bağdat ve Basra’sının Şiî İkhvân as-Safâ (Saf, halis, sadık kardeşler) hücrelerini getirdi. Akılcı (rationalist), Eflâtun, Plato ve diğer Grek feylosofların mirasçısı olan bu kişiler eclectic, adeta syncretic, İran ve Hint akl-ü hikmetinden olduğu kadar kadim paganizm’den de istiane eden bir doktrinin sahibiydiler.[29] Balıkçı’nın aşağıda söyleyecekleri belki bu anımsamayı haklı çıkarabilir. Dinlemeye devam edelim onu.
“Doğu zeybeklerine ‘Seymen’ denilmektedir. Bunlar Zeybek değildir… Zeybek yalnız Batı Anadolu’da, özellikle Sardis, Aydın, Ödemiş bölgelerinde kullanılır bir sözdür”.
“Zeybek kıyafeti (hususunda) İsa’dan az önce yaşamış Latin şairi Propertius ‘obekkhos’ların dans ederken Tyr (Suriye’de Sur kenti) külâhıyla tutulan uzun saçlarını havaya savurduklarından söz eder. İlkçağda Sur kenti kırmızı boyasıyla ün salmıştı. Bu kırmızı külâh olsa olsa festir (acaba Kızılbaş’ların bu işle bir ilgisi var mı)[30] Anadolu Zeybek’leri fes giymiyorsa da, uzun keçe külâh giyerlerdi. Bu külâh, Ahi’lerin ‘börk’ dedikleridir. Mevlevî külâhları ve çok daha uzun olan Yeniçeri külahları bu Ahi börkleridir. Yeniçeri’lerinki aşırı uzunlukta olduğundan arkaya sarkar. Herkeste upuzun saç bulunmaz! Belki de püsküller uzun takma saçtı başlangıçta. Latin şairi io Bakkhoi’lere ‘üzümü çiğneyen ayaklarınız – yani dans ederken – üzümün kırmızı suyuyla boyanmaktan yoksun kalmasın’ diyor. Fes ile püskül Ege denizi kıyıları ve özellikle Yanya taraflarında çok kullanılan bir ‘baş-kapı’ idi. Zeybek’ler püskülü tartı ile alırlardı, en hafif püskül yüz dirhem (300 gram kadar) idi; ortalama 700 gram, ama bir kilodan daha ağır püskül takanlar vardı…”
Yine bir küçük ara verip saç kesme ritüellerinde saçların tartılıp ağırlığı kadar akçenin fukaraya dağıtıldığını hatırladığımızı ifade… ve devam edelim.
“Belki pek eski çağda püskül at yelelerinden ya da kuyruk kıllarından yapılırdı. Sarayın yemekleriyle meşgul olanlara… ‘zülüflü’ denilirdi. Burada yemeklerle ilgilenmeleri önemlidir, çünkü Bektaşî olan Yeniçeri’lerin bayrağı kazanlarıydı. Hitit miğferlerinden aşağıya at kılı sarkardı. Bu miğfer, sonraları Yunanistan’ın ‘hoplit’lerince benimsendi…”
“Çok eskiden ibakki kurulu, Anadolu’dan Balkan’lara sıçradı ve orada adamakıllı kökleşti, özellikle Yanya – yani Epir bölgesinde – belki de bu nedenden Arnavut’ların çoğu Bektaşî’dir. Hattâ, Büyük İskender’in, Filip’in oğlu değil, Bakkhos’un oğlu olduğu kanısı yayılmıştı. Çünkü Filip bir gece İskender’in anası Olimpias’ın yatakta koca bir yılanla çiftleşmekte olduğunu görmüş… Demek ki Olimpias bir Bakkha, bir mainad idi; kraliçenin gece, başını aldı mıydı, dağa kaçıp oynadığı tarihî bir gerçektir. İskender’in de tanrılığı ‘zül karneyn’ yani iki boynuzlu oluşundan belliymiş…”
“Zeybek’lerin çiçekli ve yapraklı baş çemberleri şüphesiz Bakkhos’sel sembollerdir. Bu kesindir, hem de bu çemberler asıl Aydın Zeybeklerince takınılır. Muğla, Balıkesir, Bursa Zeybekleri başka şeyler takınırlar.[31] Aydınla hemen dolayları ise Euripides’e göre asıl Bakkhos tarikatının doğduğu yerdir. Yazın asma dal ve yapraklarından, kışın üç köşeli yapraklı kayakapan sarmaşıklarından, yaz kış ise dağ çiçeklerinden yaptıkları çelenkleri ibakkhi’ler başlarına çember diye takarlardı. Bu çelenkler mutlaka takınılırdı, çembersiz Bakkha olmazdı… Asıl Zeybek bölgesinin Sardis çevresi olduğunu, Bakkhos sözünün de Lydia dilinden olduğunu söylemiştik”.
“Türk’lerde baş kapına büyük önem verilirdi… Sübayların başlıklarının önündeki ay-yıldızı saran bronz yaprak çelengi Zeybek çemberidir. Bunların defne dalından olmalarına rağmen Apollon’la bir ilişkileri yoktur…”
“Katolik inancında ‘Eucharisti’ töreninde papaz, İsa’nın etidir diye bu ekmek hapı yedirir dua edene, İsa’nın kanıdır diye biraz şarap içirir. Bu pek eski göreneğe ‘tanrıyı yemek’ denirdi, insan tanrıyı yemekle tanrılaşmış olurdu sanki… (Zeybek) cebe(si)nin giyilen bir yaratık derisi olması, akla, yaratığın yenildiğini ima eder. Bektaşî’ler içki dolayısıyla Bakkhos’sel bir tarikattır. ‘Demine devranına hu diyelim’ çağrısında ‘devran’ toparlak danstır, ‘dem’ de kan demektir. Bektaşî ve başka tekke şeyhlerine ‘post nişîn’ (posta oturur) denirdi, post kutsal sayılan bir çeşit tahttı âdeta… Sırta takılan ceylan ya da pars postlarının bacakları, Bakkha’ların omuzlarından aşağı sarkardı. (Zeybek) camada(nı)nın omuzlarından iki kanat gibi sarkan iki takıntının kenarlarında bir düğme, ya da düğme deliği kalıntısı yoksa o iki kanadın post bacakları kalıntıları olması muhtemeldir, incelenmesi gereken bir noktadır bu. Dans edilirken baştaki uzun püsküller gibi, bu kanatlar da oyuna kaygan kıvrılışlar katar. Bugün bile Anadolu’da sırta post takılarak oynanan oyunlar vardır…”
“…. Ahi’ler esnafla zanaatkârlar birlikleriydi. Daha doğrusu bunlar sendikalara benzer birer kuruluştu. İngiliz’lerin ‘Guild socialism’ine çok benziyordu. Demek ki imparatorluğun gelişme devrindeki iktisadi yapısı Ahi’lere dayanıyordu. Bu teşkilâtın ekonomik temellerinin bozulmaması için, bunlar dinsel ilkelere bağlanmıştı. Ama bu dinsel ilkeler Müslümanlığın orthodox ve Sünnî yönünü değil, heterodox ve Alevî yönünü kolluyordu.[32] Gene de Ahi’lik hemen hemen modern anlamında bir sendikacılık idi. İstihsalde standardizasyonu, malı piyasaya sunmakta ve fiyatta birliği, kalitede belli bir seviyeyi, kazançta topluluklar arasında eşitliği sağlıyordu. Anadolu’dan geçen ticaret yolları ellerindeydi. Sonra hangi din ve ulustan olurlarsa olsunlar – Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Arap, Ermeni, Rum – herkes bu sendikalara üye olabilirdi…”
“Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunda Ahi’lerin büyük payı vardır. Ahi reisi veya Evren’i Edebâli kızını Osman Bey’e ancak Osman Bey Ahi olduktan sonra vermiştir… Bizans… tekfurları, yani kale sahipleri başı boş birer derebeyi olarak halkın baş belâları olmuşlardı. Bunlardan korunmak için halk, Osmanoğulları’na sığınıyordu. O Osmanoğuları ki Ahi idiler; Osmanoğuları da Ahi’lerin halk üzerindeki etkilerinden faydalanıyordu… Bu arada Anadolu’ya ait eski inançlar bir gizlilik perdesi altında süregeliyordu. Kimi Türkmen’ler, Tahtacılar, Kızılbaş’lar, Bektaşî’ler bu aradadır.”32
“… Belki de Bektaşîlikle Ahi’lik başlangıçta birbirine bağlıydı…”
“Zeybek’lerin reislerine Efe denilir. Ama Zeybek’ler yalnız Ege bölgesinde bulunur. Efe ise Anadolu’nun her yerinde bulunur… ‘Efe’ sözü bir yiğitlik, savaşçılık anlatır. Bu söz Anadolu’daki ‘Efeb’ sözünden türemiş olabilir; efeb delikanlı, sakalını tıraş edecek çağa gelmiş genç demektir (delikanlı sözünde dionysiak bir fırlayış var). Ahi’lere verilen fütüvvet ya da fata’nın temel anlamı gençlik, erginlik, gençliğin gücüyle güçlü demektir. O çağdaki çok gençler ‘deme’lere, yani halk topluluklarında savaşçılığa ayrılırdı. İki yıl kentlerden uzak dağ başlarında ok atmayı,… kılıç kalkan kullanmayı öğrenirlerdi. Bir kazandan yemek yerlerdi bu efeb’ler, kazanlarını kutsal bayrak sayarlardı, öğrenimlerini bütünlemiş olanlar Bakkhos’un – o zaman yuvarlak olan – tiyatrosunun yuvarlak meydanında, silâh kullanıştaki çeviklik ve ustalıklarını gösteren yuvarlak bir dans oynarlar (demine ‘devranına’ hu deyelim.) Zeybek dansları da yuvarlak bir iz kollar.”
“Yeniçeri’leri Bektaşî’lerle Ahi’ler kurdu. Bektaşî ortalarının beraberce yedikleri kaplar, özellikle kazanlar kutsal sayılırdı… Yeniçeri’ler kendi ortalarına değin bir şey görüşecekleri zaman, kazanlarının başında toplanırlardı… Yeniçerilerin hepsinin bir kazan’ı vardı. Ona ‘kazan-ı şerif’ denirdi, o kazanda Hacı Bektaş-ı Velî’nin çorba pişirip Yeniçeri ocağına armağan ettiğine inanılırdı. Onun için bir Yeniçeri subayına ‘çorbacı’ denirdi…”.
“Ahi’lerde iki akım vardı: birisi cömertlik… öteki akım cesarete ve civanmertliğe akardı. Zeybeklerdeki silâhlar ikinci akımdan gelebilir. Zeybek’lerin dağlarla ilgileri vardır, yedi dağların bekçileridirler. Saray Ahi’lerin yardımıyla Ahi’lere muhtaç olmayacak kadar kuvvetlenince, Ahi’ler ortadan kaldırıldı, ya da loncalara çevrildi. Onun için ‘ferman padişahın ise, dağlar bizimdir’[33]dendi”.
“… Defne’ye Apollon âşık olur… Yakalayamayınca onu defne ağacına çevirir. Apollon’un yüreği acıyla kıvranır, defne dalından kendisine çelenk yapıp alnına dolar. Ana Tanrıça’nın koribant’ları da Apollon’un Pithia’ları gibi defne yaprakları çiğnerlerdi. Defne yaprağında siyanür dö potasyum vardır, güçlü ağıdır. Rahibeler onu çiğneyince, delirir gibi olurlar. Gözleri dışarıya fırlar, ağızları köpürür, abuk sabuk konuşurlar. Demek ki bir çeşit ‘mania’ya girip ‘maniad’ olurlar. Yanlarında duran papaz ne demek istediklerini bildirirdi. Böylece defne ağacı kutsal oldu…”
“Zeybek’lerin and içme töreninde Efe’nin defneye dayanması bu ağacın Zeybek’lerce kutsal sayılmasındandır. Defne ağacının çok sık olduğu dağlarda Zeybek’ler pek gezmezler. Defneye ölüm ağacı, o dağlara da ölüm dağı derler. Zeytin tanelerine benzeyen defne yemişlerini silâhlarına sürerler”.
“Taş çağının karanlığından beri Pan, syrinks’ini Marsyas’a; Marsyas, flütünü Kybele’ye; Kybele, zillerini Apollon’a; Apollon, harpını Bakkhos’a; Bakkhos, davulunu Aşık Garib’e; Âşık Garib sazını Zeybek’e verdi. Zeybek oynadıkça, onu oynatan dionysiak hız Nasreddin Hoca’yı güldürdü. O hız Akdeniz’in karanlık geçmişinden dans ede ede – yüzünde denizin dalga çırpıntısıyla güneş çakıntısı sanki – kulaklara türkü, gözlere oyun, gönüllere sevinç ve ta imanına kadar meydan okuma oldu. Aralarında İda dağları, Boz dağları, Uludağ’larının dağ bekçileri ‘ferman Padişahın, dağlar bizimdir’ diye bağırıyor. Dağların sesi yoktur. Olsaydı ‘ferman Padişahın, dağlar bizimdir’ diye ünlerlerdi”.
Haliskarnas’ın ünlü Balıkçısı’nın bu yazısı burada son bulurken de biz, böylece, Zeybek üzerine, bugün elimizde bulunan belgelerin olanaklarına göre, söylenebileceklerin tümünü dökmüş oluyoruz, öbür danslara geçmeden önce bir hususa dikkati çekelim: Apollon, Dephne’yi kovalıyor. O da teslim olmak istemiyor ve defneye dönüşüyor. Bu da bize “Gelin kayaları”nı hatırlatıyor, tıpkı defne gibi bir kült konusu olan kayaları. Mitoslar hep belli temalar etrafında dolanıyor.
Bütün bu dansların birer geleneksel – göreneksel ritus olduklarını belli eden bir başka husus da, dansı meslek edinmiş köçek ve oyuncu kadınların icra ettikleri seyirlik danslarının halk gözünde muteber olmaması, bu köçek ve kadınların aşağılanması ve toplum dışında tutulmasına karşılık köylünün, kendi oynadığı danslara saygınlık tanıması, oynayan erkeklere yiğitlik izafe etmesidir. Gerçekten bu niteliği haiz dansçılara her bölgede ayrı isim verilir. Ege’deki, yukarda gördüğümüz Efe, Karadeniz’de Uşak, Kars’ta Koçak, Erzurum’da Dadaş, Orta Anadolu’da Seymen denir bunlara.
[1] DLT, I/412.
[2] ibd., III/259.
[3] ibd., II/302.
[4] ibd., II/93.
[5] C. Demirsipahi.- Türk halk oyunları, Ank. 1975, s. 9.
[6] ibd., s. 26-30.
[7] Bkz. C. I, s. 19.
[8] M. And.- Oyun, s. 167.
[9] S. Y. Ataman.- 100 Türk halk oyunu, İst. 1975.
[10] ibd., s. 82.
[11] ibd., s. 72.
[12] ibd., s. 27.
[13] ibd., s. 9.
[14] Arapça “cıva” (Farisi “jive”den).
[15] C. Demirsipahi.- op. cit., s. 345.
[16] Bkz. C. I, s. 157.
[17] C. Demirsipahi.- op. cit., s. 346-7.
[18] ibd.
[19] ibd.
[20] A. K. Tecer.- Oyunlarımızın bölge ve tipleri hakkında, in TFA 166, Mayıs 1963, s. 3051.
[21] M.R. Gazimihal.- Türkistan’da Zeybek kelimesi, in TFA 89, Aralık 1956, s. 1420-1.
[22] Kabaağaç’ın, yazılarında çoğu kez kaynak göstermemesi, bu yazıların bilimsellik düzeyi hususunda bazı kuşkulara yol açmıştır. Engin bir bilgi hazinesine sahip bu zatın sanatkâr ruhu galip gelip onu teamüllere fazla iltifat etmemeye iterdi. Yazdıklarını çok kere başka kaynaklardan kontrol etmek imkânını bulduk: ne eksiği, ne fazlası çıktı.
“Amasya Tarihi”nin yazarı H. Hüsameddin de aynı sebeplerle eleştirilere hedef olmuştur. Ama zaman ilerleyip tetkikler derinleştikçe söylediklerinin büyük çoğunlukla doğruluğu belgelerle sabit olmuştur.
[23] Eski Anadolu inançlarından Zeybeklere, 18-26 Temmuz 1965.
[24] C. I, s. 284.
[25] Tarafımızdan belirtildi.
[26] Bkz. C. I, s. 89.
[27] Atina ve orada ün yapmış Sokrates vs.nin tutuculuğu.
[28] Tarafımızdan belirtildi.
[29] Ch. Pellat – Les encyolopédies dans le monde arabe, in Etudes sur I’histoire, XVIII/647-8.
[30] Tarafımızdan belirtildi.
[31] Bütün bunlar ve aşağıda söylenenlerle biz hemen, İzmir Müze müdürü Bay Selahattin’in S. Eyüboğlu’na söylediklerini hatırlayıveriyoruz (bkz. s. 402).
[32] Tarafımızdan belirtildi.
[33] Tarafımızdan belirtildi.
( * )Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.