Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 128. Bölüm

Gök tanrılarının zamanla fırtına ve yağmur tanrıları olarak uzmanlaşmaları * 

Kayalar üzerinde gördüğümüz Hitit tanrı kabartmalarının önceleri birer zafer abidesi oldukları sanılmışsa da sonradan, bunların birer pınar ya da akarsu başında bulunmaları itibariyle, pınar – akarsu kültü ile ilgili oldukları anlaşılmıştır. Ayrıca, bir taraftan çok eski Anadolu “topraktan su” kavramıyla öbür taraftan Hint – Avrupa dağ ve atmosfer tanrılarına bağlı bir “gökten su”nunki arasında bir tefrik yapılmaktadır.[1]

Zamanla gök tanrılarının fırtına ve yağmur tanrıları şeklinde “uzmanlaşmaları’’ ve ilkah güçlerinin özellikle izhar edilmesi bunların, yerini aldıkları ilâhlara nazaran, daha “müspet”, daha müşahhas, insanların günlük yaşamına daha yakından karışmış olmalarıyla izah edilir. Bu keyfiyet önce göğün tealimden, sonra da insanoğlunun “müspet”e inhimakinden doğmuştur.

Bu gelişmenin süreci hayli çapraşık olmakla birlikte iki yol tefrik edilebilir. İlki göğün tanrısı, dünyanın sahibi, mutlak hükümdar (despot), kanunların muhafızı; diğeri göğün tanrısı, halik, tam manasıyla erkek, toprağın Büyük Tanrıça’sının kocası, yağmurun dağıtıcısı. Ancak bu tiplerin hiç birine saf halde rastlanmaz, gelişme yolları hiç bir zaman koşut olmayıp devamlı surette kesişirler, “hükümdar” aynı zamanda yağmur müvezziidir, “ilkah edici” de keza despottur. Birinci türe misal olarak Varuna, Ahura Mazda gösterilebilir. Diğerinde, yani “ilkah edici”lerde, şekil bolluğu vardır ancak hepsinin müşterek yanı da bulunmaktadır: Toprak Ana ile hiérogamie; gök gürültüsü, bora ve yağmur; boğa ile ritüel ve mitolojik bağıntı. Bu “ilkah edici”, fakat aynı zamanda “fırtınanın tanrıları” arasında Zeus, Min ve Hitit tanrısı, Parjanya, İndra, Rudra, Hadad, Baal, Jupiter Dolichenus… zikredilir. Her birinin, onu grup arkadaşından tefrik ettirecek bir özel “öykü”sü vardır. Fakat bunlar vahdet unsurlarına da sahiptirler, ezcümle tenasül gücü ve böylece de boğayla ilişki (Toprak, çoğu kez inek şeklinde temsil edilir), gök gürlemesi ve yağmur, yani kısaca biyolojik ve kozmik mümbitliği sağlayan enerjilerin elzem iticisi olan kuvvet ve şiddetin epiphany’leri.[2]

Fırtına tanrıları *

Fırtına tanrılarıyla müvellit tanrıların gök tanrılarının yerine ikame olmaları, sadece; kültte kendini gösterir. Eskiden bu sonunculara sunulan kurbanlar yenilerine ikram edilir oldu. Ama eskisi gibi kalan yerler de var: bugün hâlâ Ural – Altay’ın insanı göğün büyük tanrılarına at kurban etmektedir. Önemli Hint kurbanı Asvamedha’da esaslı ve kadim unsur, onun kozmogonik niteliğidir. Atın, Kozmos ile ayniyeti kabul edilmiş ve kurbanı da tekvin fiilini sembolleştirir, yani, başka deyimle onu tekrarlar olmuş. Hindistan’ın at kurbanı, daha eski boğa kurbanının yerini almıştır. Eskiden boğalarla çevrili olarak temsil edilen İndra sonradan aygırların arasında görünür olmuş.[3] Ural – Altaylıların gök tanrılarında sebat etmeleri, tarımsal bir üretim alanına kayamamış, dolayısıyla dinlerini de tarımla ilişkili olacak şekilde geliştirememiş olmalarıyla izah edilebilir.

Fırtınanın tanrısı “dinamik” ve “kuvvetli”dir, o “boğa”dır, “ilkah edici”dir. Mitosları zenginleştirir, kültleri çok gösterişli olur. Bu Büyük Erkek, orgiastic, dramatik epiphany’lerden yana zengin tanrıya pek gani ve kanlı bir kült, kurbanlar, orgy’ler vs. tevcih edilir; Samî âlemin nebevi ve mesihî, monotheist yapılı dinî inkılâbının bu koca gök tanrısına karşıt olarak gerçekleşmiş olduğunu görmüştük, hayli ayrıntısıyla. Baal-Bel ile Yahwe veya Allah arasındaki mücadele içinde “dünyevî” değerlerin (zenginlik, doğurganlık, kuvvet) mukabili olan “semavî (uhrevî)” değerlerin; nicel kriterlerin (somut kurban, ritüel hareketlerin üstünlüğü vs.) karşısında olan nitel kriterlerin (imanın “derunîleşmesi”, dua, merhamet) kuvveden fiile çıktığını görüyoruz. Hayatın öğesel güçlerinin bu epiphany’leri, “tarih”in determinizmi ile geride kalmaya mahkûmdu ama bu keyfiyet bunların dinî değerden yoksun olduklarını ifade etmez; bunlar, ilk işlevlerini kaybettikçe, kutsallıktan sıyrılıp basit hayatî, iktisadî ve içtimaî “olay”lar haline geldikçe güçlerini kaybetmişlerdir.[4]

“Her dinî ‘şekil’ temelden ‘emperyalist’tir ve hattâ çok çok farklı başka dinî ‘şekil’lerin cevherini, alâmetlerini ve nüfuzunu devamlı surette temessül eder. Muzaffer olmuş herhangi bir dinî ‘şekil’ her şey olmak ister, murakabesini bilcümle denemelere (experiences) teşmil etmek ister”[5

Bütün bunlar bize yağmuru kimin yağdıracağını, dolayısıyla açıkça veya zımnen kime yalvarılacağım, karşılığında neler ödeneceğini… daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır.

İslâm’ın Arafat’ta hangi tanrısal varlığı yerinden ettiği pek bilinmemekle beraber bunun recm ile kovulan güneş – şeytan olması çok muhtemeldir. Mina’da yakıcı güneşle mücadele, Muzdalifa’da ilkah edici, mümbitlik verici gök gürültüsü tanrısı Kuzah şerefine icra edilen ritusla iyice tetabuk etmektedir. Zilhicce’nin sekizinin yawm at-tarwiya, yani Islatma Günü olarak tesmiyesi (ki bugün bu düpedüz hacıların festival için su tedariki günü olarak izah edilir), bir yağmur tevlidi ayinini akla getirir ki bunun bir son kalıntısı hacıların üzerlerine zemzem serpmelerinde görülebilir.[6]

Türklerde yağmur taşı * 

Devam, etmeden önce İslâm dogması üzerinde putperest Asya geleneklerinin etkilerini özetleyelim. Aşağıda irdeleyeceğimiz “salât-ül istiska” bunlardan biri oluyor. Türklerdeki yağmur taşından söz eden en eski müellif Cafer Sadık’ın tilmizi Tarsus’lu Cabir bin Hayyan (699-765) oluyor. Şöyle diyor Cabir: “Yazın en sıcak ve en parlak gününde bu yağmur taşları içi su doldurulmuş olan bir kabın içine konularak, üzerleri birbirlerine sürülecek olursa yağmur yağmaya başlar ki bu taşlar Karluk’ların topraklarındaki bir derede bulunur. Orada aynı zamanda elmas da vardır. Fakat müthiş yılanlar ve yırtıcı kuşlar burada her zaman bir tehlike teşkil ederler.[7] Bu dereden geçen yolcular hayvanlarının ayaklarına keçeler sararlar. Böyle yapmayacak olurlarsa hayvanlarının taşlara çarpmasından yağmur hâsıl olur”[8] Bu Karluk vadisinden yine söz edeceğiz.

İslamda istiska duası (yağmur duası) *

“Fıkıh kitaplarında istiska duasının, hadislere göre, hangi hallerde mecburî veya ihtiyarî olması lâzım geldiğine dair izahat vardır; ayın zamanda bu duada riayet olunması icap eden menasik de tayin edilmiştir. Bu menasik şunlardan ibarettir: 1. Sabahleyin şehir haricinde iki rekâtlık bir namaz kılınır; 2. İştirak edenler alelâde bir elbise giyerler, süslenmekten içtinap ederler; 3. Namazdan sonra iki hutbe okunur; bunlardan birincisinde cübbe tersine çevrilir (havada bir değişme husule getirmek gayesini istihdaf eden bir menasiktir); 4. Namazdan sonra dua edilir; bu asıl yağmur duasıdır; 5. Mutat tekbir yerine Allah’ın mağfiretini istemek maksadıyla yapılan bir istiğfar kaim olur. Bu duanın, oruç ve sadaka gibi, müminlere tavsiye edilen bir takım hayırlı fiillerle tamamlanması lâzımdır. Müslüman olmayanların, Hristiyan ve Yahudilerin, kendi dinlerine göre yağmur duası yapmaları da, ehl-i sünnet tarafından kabul ve hattâ tavsiye bile edilir”[9] (biri “tutmazsa”, öbürü “tutsun” diye olacak…).

İstiska menasikinde (ritüelinde) eski sihrî fikirlerin unsurlarını buluyoruz. Yağmurcu, yıldızlara emreder; talep edici, zorlayıcı, hattâ küstahça bir tavır takınır, göğe karşı. Bazı kez de Allah’a tabasbusta bulunur; okuduğu duanın niteliği açıkça sihrîdir; çok kere Esma-i Hüsna’dan istiane edilir. Gayesi göğü “yumuşatmak”tır. Şahrastanî’de, Arap ilâhları ve özellikle Hubal’dan söz ederken “bunlar semavî cisimlere ve insan suretlerine teşbih edilmiş Sahip’lerdir; kuraklıkta onlara yalvarırız, onlar da bize yağmur gönderirler” cümleleri okunuyor.

Kelâm ve tefekkürün tesirine, sihrî fiilin mekân içinde tahdidi keyfiyeti de inzimam eder: yağmurcu. Samî alanda kendi etrafına bir daire çizer ve yağmur yağmadıkça bunun dışına çıkmaz.[10] Başımız döndü, bu “daire”yi görmekten!…

O ise ki Lokman suresine göre Allah insanlardan beş şeyi saklamış (31/ 34); bunlar, ertesi günkü kazancın miktarı, rahm-ı maderdeki çocuğun cinsiyeti, kıyamet günü, kulun ne zaman öleceği ve nihayet, yağmurun ne zaman yağacağıdır. Bu meçhullerin keşfi muhal olduğuna göre sınırlı zaman içinde yağmur istenmesi, bize göre bir paradox yaratmaktadır. Ama kim aldırıyor buna? Anadolu “yağmur duası”na çıkıyor, kıtlık ihtimali baş gösterince. Kaldı ki tarlasının ölçüleri ve köyün ağasıyla anlaşma koşulları belli olduğuna göre, değil yarınki, bütün yıllık kazancı, yağmurun zamanında yağıp yağmadığına göre, iki belli rakam etrafında önceden kesinleşmektedir. “Kıyamet”e gelince, Nasreddin Hoca “karım ölünce küçük, ben ölünce büyük kıyamet!” demiş…

Şartlar böyle olunca ve bundan böyle de göreceğimiz “yağmur duası” rituslarının ayrıntıları göz önüne alınarak bu sonuncuları “sihir” alanına mı sokacağız, yoksa “istiska”ın İslâmî cilâsı bize bunları bir “dinî” çerçeve içinde irdelemeye mi götürecek? İlk ağızda birinci şıkka ağırlık verilmesi gerekli gibi görünüyorsa da “sihirbazın alanı” ile din arasındaki sınırın tayini hayli güçlük arz ediyor. Çeşitli disiplinlere mensup bilginler de “sihirbazın alanı”nın kesin içeriği üzerinde her zaman anlaşmaya varamıyorlar. M. Mauss (Sociologie et Anthropologie, Paris 1950) sihrî ritusları, şekillerine değil, hâsıl oldukları koşullara bağlı kalarak “örgütlenmiş bir külte dâhil olmayan, özel, esrarengiz ve sınır olarak da memnu ritusa meyleden her türlü ritus” olarak tarif ediyor. Bu tarifin sarahatine rağmen sihri dinden ayıran sınır yine elden kayıyor. Bu iki kutup arasında, özgül niteliği kesinlikle belirgin olmayan bir müphem vakıalar yığını yayılmaktadır. Bunlar ne yasak edilmiş, ne de özel surette tavsiye veya emredilmiş uygulamalardır. Birçok kişisel ve ihtiyarî dinî fiilin yanı sıra mubah sayılan sihrî davranışlar da vardır. Şu halde sihir âleminin büyük bir bölümü, dinle müştereken işgal ettiği puslu bir alanı kapsıyor demektir.

Bu kere “sihirbaz” sözcüğünün içeriğini ele aldığımızda tam bir meşkûkiyet içine düşmüş oluyoruz. Kimi, bu kişinin rolünü rahibinkiyle bir tutuyor; kimi resmî mahiyeti haiz büyücü olarak görüyor onu; bazıları için de o, bu hali bilinmekle beraber resmî makamlarca görmezlikten gelinmiş kişidir ve nihayet “büyücü-sihirbaz”, kimi için tehlikeli, şeametli bir varlığı ifade ediyor.[11]

Bu konuların ustası Frazer’in Altın sürgün (dal) adlı ünlü eseri, ana hatlarıyla, Sihir ve Din’den Bilim kademelerine geçen insanoğlunun uzun düşünce evrimi ve cehtinin hikâyesidir. Şeytanın avukatı ise bâtıl hurafat ve itikadatın bir nevi müdafaanâmesi olmaktadır. Bu anthropologa göre sihir bir tür sözde (pseudo) bilim, sözde sanat olup geleneksel insan bununla doğayı kullanmaya yeltenmektedir. O, haklı olarak, doğayı yeknesak farz etmektedir ve yanlış olarak da, bu yeknesaklığın kökeninin illiyetlerle neticelerin teşabühünde olduğunu sanmaktadır. Aslında sihir iki prensibe dayanmaktadır. Bunlardan ilkine Frazer “Teşabüh Kanunu” adını veriyor. Sihrin ikinci prensibi ise, geleneksel adamın beyninde, “Temas veya Sirayet Kanunu”dur. Bu kanun, bir kez temas halinde bulunmuş nesnelerin birbirlerini uzaktan etkilemeye devam edecekleri fikrine istinat eder. Bütün sihrî rituslar işbu prensipleri tasvir etmektedir: geleneksel insan, sihri sanatının kaidelerinin doğanın kanunlarıyla aynı olduğunu sanır ve belli bir harekette bulunarak doğa üstünde, bu harekete bağlı bir olay hâsıl edeceğine inanır.

 

Birbirlerini uzak mesafeden etkileyen nesneler bunu, görünmez bir medium’un, ilcaat yoluyla intikal ettirdiği “gizli imtizaç, temayül” aracılığıyla gerçekleştirirler. Böylece de bütün ritus ve sihri ayinlerin kökeni işbu “sympathetic sihir” prensiplerinde yatar. Sihir ve sihirbaz, böylece, doğaya hükmetmektedirler; sihirbaz hiçbir üst güce yakarmaz, hiçbir çekinilecek tanrı önünde küçülmez. Ama o, başarı sağlayabilmek için son derece kesin usul ve kaidelere riayet etmek zorundadır; hiçbir hataya izin verilmez: doğanın emirleri harfiyen yerine gelecektir…[12

Malinovski, Melanezya adalarında bir gün şiddetli bir kasırgaya tanık oluyor ve o günü sihrin işlevini keşfediyor: sihirbaz, kasırgaya durmasını emretmiş ve yerlilere, köylerinin afetten etkilenmeyeceğine dair teminat vermiş! “Sihir” diyor Malinovski, “psikolojik olarak ruhî bütünleşmeye; insanoğluna doğaya veya beşerî düşmana karşı nice savaşı kazanma olanağını sağlayan, tehlike karşısında nikbinlik ve itimada götürüyor. İçtimaî düzeyde sihir, işlerin idaresini tek bir kişiye tevdi ederek, örgütlenmiş ve etkin fiilin birinci derecede önemli olduğu bir anda bir teşkilât kurmaktadır”[13]

Bütün bunları Türk kültürü alanına taşıdığımızda “resmî” mahiyeti haiz sihri – dinî işler “uzmanı” olarak karşımızda şamanı, animist kültlerin rahibini buluyoruz. Bunun dışında, resmî din müessesesince resmen tanınmamış olmakla birlikte onun mümessili imamla yan yana duran “ocaklı”yı görüyoruz. Muska yazmak, okumak, kurşun dökmek… gibi çeşitli sihrî eylemleri yüklenmekle imam, “ocaklı” ile ayniyet haline giriyor, ayrı yoldan gelmesine ve çok konuda ona resmen karşıt olmasına rağmen, bir noktada onunla birleşiyor: her ikisi de, bir zor anda, cumhurun hikemle donattığı müstesna kişi olmaktadır.

Yağmur duası ritusları *

Yağmur duasında da imamın durumu böyle oluyor, şu farkla ki aşağıda göreceğimiz gibi, suya atılması, ya da tekerlemelerde, kızına göz dikilmesi gibi saygısızlıklara muhatap olmasına karşılık “ocaklı” her zaman hürmet görür. Halk beyninde imam, ölüyü yıkamak, bedeninin bazı deliklerine pamuk tıkamak gibi “pis işler”in adamıdır…

Buradan da yine istidlâl edeceğimiz gibi sihirbazın âlemi sadece inançlar sistemine inhisar etmeyip içtimaî hayatın bütün safahatına temas etmektedir. Nitekim Hitit adamı bir sihri dünyada yaşamıştır. Hattusas (Boğazköy)’ün kral Kütüphanesinin, tarihî ve dinî metinler ve diplomatik belgelerin yanı sıra çok sayıda sihrî metni de içermesi bu bakımdan doğaldı. Bu sonuncular arasında kral ailesine mahsus olanlar bulunduğu gibi çoğunluk halk tabakasının istifadesine arz edilmiş olanlardaydı. Krallar, kendi yedlerindeki olanakları kötü, muhasım güçleri def etmeye yeterli görmemiş olacaklar ki “sihirbazın ilminden” de istiane etmişler.[14] Ama Yavuz, Suppiluliuma’dan biraz farklı olarak, her türlü heterodox doktrin mensuplarını, “Devlet’in selâmeti” namına mahkûm ediyordu. Bunu yaparken “ocaklı”ya ne derece göz yumuyordu (connivence)? Hitit dinî düşüncesi resmî kült ve bunun ritüelleri ile bizim bugün “sihir” olarak gördüğümüz keyfiyet arasında bir tefrik yapmıyordu.

Tek tanrılı olmasına tek tanrılı olan İslâm, aynı zamanda, sentezler sistemleriyle de müzdeviç olmuştur. Sorunu iyice aydınlatabilmek için onu yine sınıflar açısından ele almak gerekir. Ortada (Anadolu’da) üç sosyoekonomik odak vardır: köy, kasaba (pazar) ve idarî bürokrasi. Bunların her biri ayrı kültürel ve dinî davranış sistemlerine tekabül ederler. Köyün adamı, toprak sahibi köylü ile kasabanın ticaret erbabı ve Osmanlı,[15] aynı “İslâm” perdesi altında, kesinlikle ayrı inanç doktrinlerine sarılmış olarak yaşamaktadırlar. Yavuz, yağmur duasında, Allah’tan gayrisinden de istiane edildiğini fark edemeyecek gafillerden değildi. Ama elinde, öşür gelirini artıracak başka olanak yoktu; dolayısıyla Şeyhülislâm’ı, hadislere dayanarak (istiska), düpedüz putperest artığı olan bir ritus uygulayıcıları için “ta’zir-i şedid, tecdid-i iman” hükmünü vermiyordu. Zaten imparatorluktaki değnek adedi infaza yetmezdi…

“Sair doğulu halklarınkinde olduğu gibi Tatar folklorunda da kökeninin çok eski olduğu sanılan, fakat her halde İslâm’ın zuhurundan önceye dayanan birçok âdetin varlığı görülür. Bunların putperest karakteri mezkûr dinin katı normuna yabancı kalmaktadır. Bunda, eski ay kültünün Türk-Tatar uluslarının İslâm’ı kabulünde kuvvetli destek olmuş olması keyfiyeti istisna teşkil eder. Bu çok eski kült üzerine aşılanan İslâm, eski putperestliği yeni şekil ve izah tarzlarına sevk ederek insanların inançlarına duhul edebilmiştir. Vaktiyle şamanlar tarafından idame ettirilip yürütülen birçok İslâm öncesi ritüel böylece Türk-Tatar uluslarının yaşamında tutunmuş ve onlarla birlikte gelişmiştir”.

“Doğa ve çevresindeki âlemde görülen olayların izah edilmesi, sosyal topluluğun örgütlenmesi, insanoğlu yaşamının hastalıklar, ölüm, düşmanlar ve hayvanlara karşı korunması gereği, şaman inanç normlarıyla çerçevelenmiştir. Bununla birlikte din, bütün bu gerekler karşısında yetersiz kalmıştır. Onun sınırlı içeriği, insanın meçhul karşısında korkudan kurtulma eğilimi ile doğasal olayları anlama arzusunu is’af edemezdi. Zamanın akımında, içinde tutulduğu mütedenni hal, İslâm dünyasına yabancı bir etkiye kapalı aşırı tutuculuk ve bunun mütemmimi olan taassup, günümüze kadar birçok kadim âdetin yaşamasını teshil eden faktörler olmuşlardır”[16]

İlerde daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi Anadolu yağmur duası ritüeli, dinî vasıfta olan hareketlerle dinî olmayan davranışların bir karışımı olarak belirir. Lâdinî davranışlar, ezcümle “elbiseleri ters giyme, ellerle yağmur yağışını taklit etme, gök gürültüsünü andıran sesler çıkarma…” gibi hareketler küçük büyük, kadın erkek tarafından saban, taş, at, köpek ve koyun kafatasları, yılan, akrep, kaplumbağa, kurbağa, insan kemikleri gibi dinî olmayan canlı veya cansız öğeler yardımıyla oluşturulduğu gibi, hoca, hâfız misillû din adamları tarafından, Kur’an gibi dinî öğeler kullanılarak da oluşturulmaktadır. “Demek oluyor ki, dinsel olmayan hareketler, dinsel olmayan kişi ve öğeler kullanılarak yapılabildiği gibi dinsel kişi ve öğeler kullanılarak da yapılabilmektedir… Hoca gibi bir din adamının, taşların suya atılması, akreple kaplumbağanın ağaca asılması, yılanın yakılması ve benzer birçok olaylara katılması dinsel açıdan izahı imkânsız oluşumdur”.

Öyle ise bu “eylemlerin anlamı nedir? Cevabı basittir: bu eylemler sihrin iki prensibi olan geçken sihir (contagious magic) ve benzetimsel sihir (homoeopathic magic) esaslarına göre[17] oluşmuşlardır. Geçken büyü… örneğin suya taş atılınca, suyla daimî bir temas halinde bulunan toprak da su ile temasa gelmekte ve böylece yağmuru davet etmektedir… Akreple kaplumbağayı ağaca asma, yılanı yakma eylemlerine gelince, burada da sihrin aynı prensibi vazife görmektedir”. Bu hayvanlar “toprakla daimi temas halindedir. Bunlarda mevcut olduğuna inanılan yağmuru yağdırmama gücü akreple kaplumbağanın asılması ve yılanın yakılmasıyla yok edilerek yağmurun yağması sağlanmaktadır”.

“Benzetimsel sihire gelince, bu prensibin esasını benzer, benzeri yapar fikri oluşturmaktadır. Yani bir olayı meydana getirmek için, küçük de olsa, onun bir taklidini yapmak yeterlidir. Tıpkı el hareketleriyle yağmur yağışını taklit etmek, ters elbise giymekle kuraklığı tersine çevirmek, bebek, çocuk, kuzu, koyun sesleriyle gök gürültüsünü taklit etmek gibi… Daha sonra, yağmur duası eylemleri üzerine dinsel etki olmuşsa da, değişiklik dış görünümde kalmıştır. Bu törenlerin işleyişini teşkil eden sihirsel temeller üzerinde hiçbir etki yapmamış ve bu prensiplerin işleyişini bozamamıştır. Hattâ, dinsel bazı öğeler, bu sihirsel eylemlerde birer öğe olarak kullanılmıştır”.[18]

Grek pantheonunun en yüksek tanrısı Zeus’un nispî olarak daha az bayram ve külte sahip bulunmasının sebebi, her zaman dini yaşam içinde bulunmamasından ötürüdür; bununla beraber iki önemli kesimi murakabesi altında tutar: tarım ve günahların kefareti. Daha önce de gördüğümüz gibi, yağmurlu Gök-Boğa-Büyük Tanrıça üçlüsü bütün eski dinlerin vahdet unsurlarından birini teşkil ediyordu. Hiç şüphesiz, atmosferin boğa-tanrı’sının tekvinî-tarımsal işlevi vurgulanmaktadır. Min, Baal, Teshup…’da taziz edilen, bunların semavî niteliklerinden çok, ilkah kabiliyetleridir. Kutsiyetleri de tarımsal Büyük Ana ile hiérogamie’lerinden neşet eder. Göğün teâlii, bulutların toplanıp tarlaların mümbitliğine kararın verildiği mahal, yani yeryüzünde hayatın temadisini sağlayan bölge olmasından ötürüdür. Toprağı o ilkah eder; onda sınırsız “tohum” vardır. Keyfiyet, dile bile sıçramıştır: Sümercede me hem “erkek, eril”i, hem de “gök”ü ifade eder.[19]

İnsanoğlu tekniklerinin kökeni, bir noktada, kült eşyalarının günlük somut yaşama uygulanmalarındadır, ölünün ritüel kayığının, lâdinî kayığın prototipi olması gibi. “Ayrıntı önemlidir; beşerî tekniklerin kökenini daha iyi anlatır. İnsanoğlu tarafından doğanın fethi denilen şey, tecrübî keşiflerin doğruca sonucu olmaktan çok onun Kozmos içinde çeşitli “durum”larının meyvesidir; durumları ise hierophany’lerin diyalektiği tayin etmiştir. Metalürji, tarım, takvim vs… hep Kozmos içinde tayin edilmiş durumlardan birinin insanoğlu tarafından fark edilmesinin neticesi olmakla başlamıştır”.[20]

Üzerinde insan suretleri bulunan bazı temsillerin Lydia topraklarını tehdit eden kuraklık afetiyle ilgili bulunduğu sanılıyor. Herodotus, bu yüzden halkın nasıl İtalya’ya göç ettiğini bize anlatmıştı.[21]. Tmolos (Bozdağ) üzerinde Rhea ile ilintili olarak yağmur tanrısı Zeus Hyetios, Teshub (Adad) tipinde, çok daha eski bir tanrının işlevlerini yüklenmiş olmalıdır. Başta, Frazer tarafından toplanıp tahlil edilmiş, gerekli yağmurların, pınar ve akarsuların devamlılığını sağlamaya matuf rituslar, daha sonra ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi, birkaç esas uygulama şekli arz eder: kuyu ve kaynaklara su dökme, tapınaklarda su sunuları, su serpme fiilleri ya da tümden suya girmeler veya atma – atılmalar. Bunların izahı sihrî “hoş görünme” (“sympathy”)ye dayanıyorsa da rituslar aslında çok daha çapraşıktır.

Kuraklığın ve bundan doğan felâketlerin amili güneşe hitap etmek suretiyle başka güçler de meseleye dahil ettirilir; eller güneşe kalkar, çoğu kez ateşi kullanmaktan ibaret olan ritusa dua da eklenir.

Önce kadim tarihin bize Suriye ve Anadolu’dan bıraktıklarına göz atalım. Halen Boston müzesinde bulunan Tyszkiewicz damga – silindiri bir Lydia öncesi belgesi olmakla ayrı bir ehemmiyeti haizdir. Bunda, başlıca tanrının elinde çift balta bulunmakta, silindirin üst ve altı helezon ve örgü motifleriyle çevrelenmiştir. Gerek bu unsurlar, gerekse damganın altında bulunan hieroglyph sistemi bu damga – silindirin Küçük Asya’ya aidiyetini belgeliyor. Troja II’den itibaren ortaya çıkan eski mahrutî damgalardan türemiş olup Hitit’lerin uzun süre muhafaza ettikleri Anadolu damgasının, Mezopotamya silindirinin etkisiyle bir uyarlaması oluyor, bu Tyszkiewicz damgası. Üzerindeki sahnelerin, Byblos’lu Philon’un bir tasvirine uyması, kanıyı ayrıca kuvvetlendiriyor: bunda öldürme ve ritüel hadım etme ve tanrının yeniden doğuşu sergilenmektedir. Bunlar Suriye – Anadolu genel temalarıdır.

Damga – silindirin sağ yanında, kendisine yemek ikram edilmiş büyük gök tanrısı nezdinde şefaate gelmiş üç tanrısal varlık; Güneş’e ibadetle, bunu yapanın üzerine yağmurun inmesi ve bunun sonucu olarak da, yeniden canlanmış akarsular ve mümbitleşen toprak temsil edilmiştir.

Orta kısımda semavî büyük tanrı, iki aslanın taşıdığı sunu masasının başına oturmuş olarak görülür.

Sağda ise, ilerleyen üç tanrıyı, ikiyüzlü olarak temsil edilmiş bir tanrı yardımcısı karşılamakta, yüzlerden biri gelenleri selâmlarken diğeri büyük tanrıya takdimede bulunmaktadır. Huzura çıkmış üç tanrıdan biri, duanın esas itibariyle hitap ettiği Güneş olabilir; diğeri Anadolu’nun Adat’ı olan yağmur tanrısı Teshub olmalıdır ki onsuz böyle bir sahne düşünülemez (“Kamber’siz düğün olmaz”). Onun arkasında da hilâlden tanınan Ay tanrısı yürümektedir.

Harekete geçirilmiş bu tanrıların, bilhassa Güneş ve Teshub’un kendilerine ait olan işlere girişecekleri tahmin edilir. Babilonya tufanında Güneş-tanrı Shamash, Adad’ın bulut topluluğuna kükreyerek tufanı tahrik ettiği anı tespit etmektedir.

Yine silindirin sağ tarafında bir insan kurbanı sahnesi vardır: Teshub, eski bir Anadolu ritusuna uygun olarak bir mızrak darbesiyle zebhetmektedir. Kurban edilen kişi yersarsıntılarını hâsıl eden ifrit olup bu keyfiyet, bedeninden çıkan alevlerden anlaşılmaktadır.

Bir Kültepe (Kaniş) damgasında da, ayini idare eden zat kolları Güneş’e doğru kalkmış olarak yağmur niyaz etmektedir; yağmur üzerine yağmakta ve bir balığı kuyruğundan tutmuş bir yüzücünün simgelediği bir akarsuyu tayin etmektedir. Nehir boyunca da, özellikle boğa başı şeklinde ve doldurulmaya matuf testiler dizilmiş (bildiğimiz gibi boğa, yağmur tanrısı Teshub’un alâmeti olan hayvandır). Büyük ölçüde tersim edilmiş bir başak da suların mümbitleştirici etkisini tebarüz ettiriyor.[22]

Küçük Asya’da ve bilhassa Lydia’da, yağmur yağdırmaya yönelik ritusların dikkate değer ölçüde gelişmesi, bu bölgeler üzerine Sümer – Akkad kültlerinin vaki derin etkileriyle karışmış olarak, tufana müteallik Anadolu efsanelerinin büyük eskiliği hususunda şüphe bırakmaz. Nuh efsanesi sonradan bunların üzerine binmiştir. Nitekim Sümer-Akkad tufan rivayetine Iconium’da (Konya), Menderes’in membalarında, Apameia Kibotos’da (Dinar), yani Mezopotamya’dan doğruca Lydia’ya götüren büyük güney giriş yolu üzerinde rastlanır. Tufan öyküleri özellikle nehir ve derelerin devamlılıklarını sağlamaya yönelik bir ritusu tasvir etmeye yarıyordu.[23]

Sasanî devrinde kralın, daha önce olduğu gibi, kâinata hükmettiği kabul edilmişti. O, dünyayı “korkudan masun” kılardı. Cülûs, yeni bir adalet ve saadet devri açmakla çok önemliydi. Aynı şeye Anadolu Selçuklularında da rastlıyoruz. Osmanlı padişahlarının da hüküm süreleri “devr-i saadet” diye tavsif edilmez miydi?

Kralın güneş ve ayı temsil ettiği inancı Hristiyanlıktan sonra da devam etmiş. Antakyalı Ammianus Marcellinus (IV. yy.), Part’lar çağından kalma kralî protokolde “şahinşah, yıldızların refiki, güneş ve ayın kardeşi” dendiğini yazıyor. Böyle olunca da kral, ister istemez, bir ilâhî veçheye bürünmüş oluyor. Dolayısıyla da ayinlerle ilgili işlevleri çok önem kazanıyor. Bunlardan biri de kurbancı olmak. Birunî, Firûz’un hayatından (V. yy.) bir parçayı, biraz tevatürle karışmış olarak, şöyle hikâye ediyor: “Firûz zamanında, yağmur yağmaz oldu… Firûz meşhur Adur-Xvarrâ Ateş mabedine vardı, dua etti, secdeye yattı ve bunu (kuraklığı) insanlardan uzaklaştırmasını Tanrı’dan niyaz etti. Sonra Ateş mezbahına çıkıp… ‘tanrım, adın muazzez olsun! Benim yüzümden yağmuru tuttun, bir kusur ettiğimden; kusurumu bana bildir de ondan kaçınayım; eğer başkasıysa, onu uzaklaştır!… dünyanın sakinlerine bunu bildir ve onlara, yağmurdan yana semahatlı ol…’. Ve bugün Fars’ta Kâm-Firûz (‘Firûz’un iradeti’) köyünün bulunduğu mahalle vardığında… bir bulut yarıldı ve görülmedik bir yağmur verdi”.

Böylece de İran şahının yağmur dağıttığına dair eski inançların Sasani’ler çağında da sürdüğü ve aynı zamanda da, ateşle su arasındaki bağın sebatı iyice meydana çıkmış oluyor. Yima’nın cülûsu sırasında mebzul bir yağmur uzun bir kuraklığı takip etmişti. Bir Pehlevi metninde hükümdarın (dahyapati) yağmurcu (vârân – kartâr) olduğu mukayyettir. O ayrıca da ateşin kendisidir.[24]

İran’ınkiler gibi Hint metinleri de kralın yağmur dağıtımındaki rolünü tebarüz ettirmektedirler. Bunun kökeninin ritüel arka plânının özel niteliği, Hint metinlerinde, su akıtma keyfiyeti genellikle kralın kendini hiérogamie’ye vermesine sıkıca bağlıdır; başka deyimle, yağmurla mümbitlik aynı bir mitolojik – ritüel davranışın iki veçhesinden başkası değillerdir. Rsyasrnga’nın prenses Santâ tarafından baştan çıkarılması üzerine uzun süre kendini özletmiş olan yağmur, yağmıştı. Öykü de aslında bu noktada düğümlenmektedir. Anâhitâ’nın rahibelerinin kutsal fuhşunun, bunların hiérogamie’de taraf olmaları fikriyle izahı ve de tebriyesi, mümkün gibi görünmektedir. Sair Hint öykülerinde hiérogamie’nin yerini, haylice erotic şekilde, sürtünmeyle alev çıkarma fikri almıştır.[25]

  1. yy.ın sonlarına doğru Harnuphis, Mısırlı sihirbaz meslektaşları ve Afrikalı bir “yağmurcu” gibi. Nil vadisi sihirbazlarının en güçlü reisinden, istediği zaman yağmuru yağdıran ya da bulutları dağıtan büyük Thod’dan istiane ederek fırtınalar koparmasını biliyordu. İznikli (Nikaia) Cassius Dio Cocceianus’a (takr. 155-235) göre “Marcus Aurelius’un mukarrebîninden bir Mısırlı rahip olan Harnouphis, sihir sanatını kullanarak, imparatorun 172’deki bir muharebesi sırasında, ruhları, özellikle Hermes Aerios’u çağırarak yağmur yağdırmıştır”. Düşmanın üzerine yıldırımların ve dolunun inmesiyle zafer sağlanmış![26]

Hemedan’lı İbn el-Fakih’in X. yy. başlarında düzenlediği Kitâb al Büldan’da, Türklere dair bilgiler bulunuyor (“al-kavl fî’l Etrâk”). Burada “Türklerde yede taşı[27] ile yağmur yağdırmak marifeti olduğuna dair söylenen hikâyeleri, birçok tarihî şahsiyetlerin isimlerini de zikrederek, nakletmiştir Fakih. İsa bin Muhammed al-Mervizî, Türklerin Horasan’a sınırdaş en azametli üç unsuru diye tarif ettiği Oğuz’lar, Tokuzoğuz’lar ve Karluk’larda bu yağmur yağdırma âdeti olduğunu anlatırken Horasan valisi Davud bin Mansur al-Badgisî’nin bu hususta Oğuz’ların padişahı Cebbuye oğlu Balkık’tan nakillerini zikretmiş, o da rivayetleri ecdadından nakletmiştir. Isa bin Muhammed Taşkend’e (Şaş’a) geldiğinde, bu rivayetleri Balkık’a istinaden nakletmiş, Taşkend bilginleri de kendi bildiklerini tıpkı Balkık’ın ecdadından öğrendiğinin aynı olduğunu söylemişler ve Balkık’ın bu meselelere kendilerine nispeten daha iyi vâkıf olduğunu ilâve etmişlerdir…”[28]

Şimdi de Deguignes’e biraz kulak verelim: Cao Türkleri (IV. yy.), şaman (lama)larının canları istediğinde yağmur ve dolu yağdırmaya kadir olduklarına inanırlarmış.[29] Kalka Moğol’larının “dinleri, Tibet dini gibi Fu (Buddha) mezhebidir… ervahın tenasühüne mutekittirler. Lama’lara körü körüne itaat ederler… Lama’lar yağmur ve dolu yağdırmak ellerinde olduğunu iddia ederler…”[30]

Cengiz han, rakibi Camuka’ya karşı yürümüştü. “Ertesi gün… karşılıklı muharebe nizamı almaya çalışıyorlardı. Bu savaşa (Camukha tarafından) iştirak edenlerden Buyiruh-han ile Hudukha sihirbazlıkla yağmur yağdırmak kudretine maliktiler. Onların yağmur için büyü yapmasıyla hakikaten yağmur yağmaya başladı, fakat fırtına, yağmuru kendi aleyhlerine çevirdi. Onlar ileri hareket edemeyerek hendeklere yuvarlandılar ve “biz herhalde tanrının lûtfuna mazhar olmadık!” dediler”[31].

Ş. Yaltkaya’nın yukarda söylediği gibi, Türkistan’da, Karluk vadisinde boz, beyaz, siyah ve alacalı taşlar mevcut olup bunlar birbirlerine sürtüldüklerinde yağmur hasıl ederler; kimse bu vadiye dalmak cesaretini göstermez, selden sürüklenmekten korkulur; zira, yürürken bu taşlara çarpmadan geçmek imkânsız olduğundan bu taşlar birbirine değip sürtünebilirler…[32] İbn Haldun “Siyah’ların memleketinde ve Türklerinkinde bulutları, istenilen yere yağmurlarını boşaltmaya mecbur eden sihirbazların bulunduğunu anlattılar” diye naklediyor.

Yede-yada taşı, Ali Şîr Nevaî’nin şiirlerinde kullandığı bir öğe dahi oluyor:

“Yada taşığa kan tiygecyagın yağkanek ey saki

Yağar yağmurdık eşkim çün bolur şerap alud” (Fevaidül Kiber’den)

“Yada taşına kan dokunduğu – sürüldüğünde yağmur yağdığı gibi,

ey saki, yağmur gibi yağan göz yaşım şaraba bulaşır”

“Cedde”, Moğolca “havanın değişmesi, şiddetli ve sert hava”; “cedde taşı” da “yağmur yağdırmak için okunan taş” karşılığındadır[33].

Asya inanışına göre yada taşına sahip kişi bununla istediği zaman yağmur yağdırır, fırtına çıkartır, istediği zaman da bunları durdurabilir. “Yada taşı” sözcüğünü Abuşka lügati şöyle izah ediyor: “Yağmur boncuğu derler bir nesnedir ki ona kurban kanı sürülmekle yağmur yağar”.[34] Büyük Türk tanrısı Türklerin cedd-i âlâsına yada (cada, yat) denilen sihirli bir taş armağan etmiş; istendiği zaman yağmur, kar, dolu yağdırmak veya fırtına çıkarmak üzere bu taş her devirde kamların ve komutanların ellerinde gezmiştir. Çin kaynaklarında 449 yılı olaylarına dair şöyle bir kayda rastlanıyor: “Evvelce Kuzey Hun’larının idaresinde bulunan Yüeban ahalisinde öyle kâhinler vardır ki Cücen’lerin saldırısına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar; fırtına çıkardılar. Cücen’lerin onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı”.

İslâm kaynakları bu taşı “Hacer-ül matar” (yağmur taşı) veya “seng-i cede” şeklinde kaydederler. Halifeler konunun derinlemesine tetkikine tevessül etmişlerdir. Bu husustaki Asya inanç ve rivayetlerinin tümünü buraya aktarmak gereksiz yere konuyu uzatacağından bazılarını zikretmekle yetineceğiz. Önce bakalım, Mahmud ne diyor:

“Yat, bir türlü kamlıktır (kâhinliktir). Belli başlı taşlarla (yada taşı ile) yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır, rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi; bu suretle kar yağdırıldı ve Ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü”[35]

F.Köprülü de yat taşı için şu bilgileri veriyor: “Ecdadımızdan biri devrin hükümdarı olan babası ile geçinemiyor. Bu adam yanına azatlı ve kölelerinden istediklerini alarak harp ede ede şark tarafına geliyor. Burada yanındakiler daha ileri gidemeyeceklerini söylüyorlar. Orada bir dağ varmış. Güneş bu dağın arkasından doğarak ne varsa yakıyormuş. İkametgâhları yeraltındaki koğuşlarda imiş. Vahşi hayvanlardan her biri cinsini ve özelliklerini öğrendikleri bir çakıl taşını ağızlarına alarak başlarını göğe kaldırıyorlarmış. Bunun üzerine hayvanla güneş arasına giren bir bulut onu gölgelendiriyormuş. Oğuz hükümdarının ceddi ve arkadaşları bu taştan alarak memleketlerine getirmişler… Yağmur istedikleri zaman taşı sağa sola kımıldatarak yağmur yağdırıyorlarmış”.[36]

Fevkalâde sert iklim şartlarına maruz Orta Asya yüksek yaylalarının, bozkırlarının ve Sibirya ormanlarının sakinleri Fin-Ugrien ya da Altaylılar, onları çevreleyen meçhul ve tehditkâr evrenden dehşet duymuş olmalıdırlar. Her şey onları mahv ve perişan etmek üzere hazır beklemektedir; sular, hava, toprak, her taraf fenalık edecek, hastalığı, ölümü taşıyacak ruhlarla doludur; hayvanlar dahi onlardan kurnaz, onlardan kuvvetli ve hızlıdırlar; üstün işitme ve koku alma kabiliyetini haizdirler.

“Fakat bu insanlar, birçok başkalarının aksine, yenilmez bedenî ve fikri güce sahiptirler; bunlar dünyanın sultanî kavimlerinden biri olmaya, Eurasia’nın büyük uygarlıklarının çoğunun başına efendiler oturtmaya namzet olmuşlardır. Böylece de anlatılmaz dehşetten kurtulmak için vakit kaybetmeden bütün güçleriyle mücadele etmişlerdir. Sadece bir tecrübî korunma ve savunma sistemiyle yetinmemişler. Taarruzî bir silâh yaratmak, çift mefkûreleri olan yaşamak ve hükmetmek için hafi güçleri ele geçirmek istemişler… istikrarlı ve tutarlı bir sistem örgütlemişlerdir. Böylece… tarih öncesinden itibaren haylice özgün biçimde tepki göstermiş, şamanlığı icat etmişlerdir”[37]

Şaman da almış eline yada-yat taşını!…

“1861 yılında W. Radloff Altaylarda, Abakan ırmağı kaynaklarına yakın bir bölgede gezerken yağmurlu havaya tutulmuştu. Rehberi olan Tölös’lü yadacı, yada taşı bulunmadığından bunun yerine Radloff’un yanında bulundurduğu ilâçlardan bir kaşık alıp[38] ateşte ısıttı ve iki elini havaya kaldırıp havanın açılması için şu afsunu okudu:

 

“Kayrayan! Kayrakan!

Alas! Alas! Alas!

Alakança apık per!

Temeneçe teşik per!

Utku kişi ürönimin!

Urlû angış tazılı

Abu Tobi kıygırgan

Ongostoy Kuldurak kıygırgan Tengerening kindiği yerde!

Yerdinğ kindiği tengerede!

Paştıgaş taydı aydıp yadım, Tengerening yolun aç!

Akkanca açık per!

Temenece teşik per!

Piyik tüdung kinibile öt!

Abakanıng paşı bile öt!

Kayrakan! Kayrakan!

Alas! Alas! Alas!”

 

  “Büyük hakan! Büyük hakan!

Alas! Alas! Alas!

Avuç içi kadar açık ver!

Çuvaldız kadar deşik ver!

Asil kişinin torunuyum!

Sedir ağacının köküyüm!

Abu Tobi diye çağırdım

Ongostoy Kaldırak diye çağırdım Tanrı’nın (Gök’ün) göbeği yerde

Yerin göbeği gökte

Pastagaş dayımı çağırıyorum,

Gökün yolunu aç!

Avuç içi kadar açık ver!

Çuvaldız kadar deşik ver!

Yüksek dağın arkasından geç!

Abakan dağının başından geç!

Büyük hakan! Büyük hakan!

Alas! Alas! Alas!”

 

Abu tobi — Ongustay Kuldurak — yadacının atalarından olmaktadır.

Yine Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre Uzak Doğu’nun eski çiftçi uluslarından Gaoli’lerin hakanları ilkbahar bayramı ayininden sonra elbiseyle suya girerdi; halk da iki bölük olup birbirlerine su serperler ve taş atarlardı, tıpkı Ural’ların doğusunda yaşayan Ulu Katay, Salcıvıt, Barın-Tabın Başkurtlarının yağmur tılsımı âdetleri gibi. 1811’de yazılmış bir resmi raporda Kafkasya’daki Rus köylülerinin kuraklık zamanında kocakarıları bağlayıp suya atmalarından şikâyet edildiği mukayyettir.[39]

Göktürklerin kurttan türeyiş efsanesini Çin kaynakları şöyle hikâye ediyor: “Göktürklerin ataları, Hunların kuzeyinde bulunan Sou ülkesinden çıkmışlardır. Onların kabilelerinin reisine A Pang-Pu denirdi… Büyük kardeşlerinden birinin adı İ-ci Ni-su-tu idi. Bu çocuk kurttan doğmuştur… Tabiatüstü bir kudrete ve özelliklere sahip olan İ-ci Ni-su-tu, yağmurun yağması ve rüzgârın esmesi hususunda emirler verebiliyordu. Onun iki karısı vardı. Bunlara yaz ve kış tanrılarının kızları denirdi. Bu iki kadından birisi, dört tane çocuk doğurdu. Bu çocuklardan birisi beyaz bir leylek oldu…”.[40]

Radloff bu konuda bir başka ilginç ayrıntı daha veriyor: “Altay şamalıları yayla fala bakarlar ve yağmur yağdırırlardı. Ya-bıla kammadı deyimi “yayla fala baktı, yağmur yağdırdı” anlamına geliyordu. Eski Çağatay edebiyatında da İlm-i yay, “fala bakmak ve yağmur yağdırmak” anlamını karşılayan bir deyimdi”.[41]

Bu kayıtlardan bazı genel sonuçlar çıkarmak mümkün gibi görünüyor, başta zikrettiklerimizi ele alarak; ezcümle: sonuç, arada kullanılan vasıtanın zatî gücü ile alınmayıp sadece müteal bir varlığın elindedir; Kayrakan Abu Tobi, tanrı, Ongostoy Kaldırak, Pastagaş dayı.., harekete getirilmek istenmektedir. Arada kullanılan vasıta genellikle taş (Yada taşı) olmakla birlikte bu malzeme bu işin inhisarını elinde tutmamakta, yay dahi ve hattâ Radloff’un ilâcı, aynı işi görebilmektedir. Gerçekten Tölös’lü yadacı, mezkûr Prof.’ün mayi ilâcını dahi kaşığa alıp bu amaçla kullanmakta sakınca görmemişti. Şu halde muayyen bir sacrality veya sembolizmi haiz vasıtalar bahis konusudur. Profesörün ilâcının da, insanlara şifa verici bir unsur olması itibariyle, müteal varlıklar nezdinde müessir olabilmesi mümkündür. Ancak, yeryüzünde mebzulen bulunması itibariyle taşa ağırlık verilmiş olmalıdır. Bu arada, mezkûr yadacının münacatında sedir ağacının dahi devrede olduğu ayrıca dikkate, değer.

Çok sayıda müşahedenin taş-sembollerin canlı varlıklar olarak görüldüklerinde şüphe bırakmadığı ileri sürülüyor. C. G. ve B. Z. Seligman (Pagan tribes of the Nilotic Sudan) “en iyi tetkik edilmiş örneklerde yağmur taşları, yağmurcu atalarla ve aynı zamanda, bulutlar ve yağmurla ayniyet halinde görülmüş; başka deyimle her taş muayyen bir yağmurcu ve de sulp halde yağmurdur… ‘Ata’ sözü altında, yaşayan yağmurcunun da kastedildiği muhakkaktır. Nitekim Nuba’larda ne taşlar, ne de yağmurcu güneşe maruz bırakılmayacaktır” diyorlar. Yine aynı müellifler “yağmurcuların, yağmurun ve yenebilen bitkilerin manevî – ruhanî (spiritual) vahdetinden” söz etmektedirler: “…ölmüş yağmurcular, yağmur taşları ve bulutlar vahdet içindedirler… aynı kelime hem yağmur taşlarını, hem de bulutları ifade eder…”. Bu taşlar yaşayan varlıklardır ve yağmur mevsiminde arzı terk edip gökte bulut halinde yaşamak üzere göç ederler; yağmur onların teridir.[42]

Mısır – Yukarı Nil Sudan’ındaki tetkiklerin neticesi olarak söylenmiş bu sözlerin sadece o bölgede değil, her tarafta geçerli olabilecekleri anlaşılıyor. Kaldı ki Sudanlı “Arap bacı”nın Anadolu’ya çok şey taşıdığını da daha önce zikretmiştik.

Frazer’in derlemeleri de bu yönde hayli kıymetli malzeme veriyor. “Örneğin, Rusya’da Dorpat civarında bir köyde, yağmur çok istendiği zaman üç erkek eski bir kutsal korunun köknar ağacına tırmanırlar. İçlerinden biri çekiçle bir tencere veya teneke üzerine vurarak gök gürlemesini taklit eder; bir diğeri de, şimşeği yansılamak üzere iki kora vurarak kıvılcımlar çıkartır. Üçüncüsü ise bir ince dal demetiyle testiden aldığı suyu etrafa serpeler”[43]

Ağaçlar ve ağaç ruhları da yağmur ve güneş ışınlarını sağlar.[44] Tölös’lü boşuna sedir ağacına niyaz etmiyor.

Biraz yakınlara gelelim. İsfahan’ın batısında, Bahtiyarî’ler ülkesi Cehâr-Mahâl bölgesinde, birinci dünya savaşı sırasında, Kal’e Tak köyünde müthiş bir kuraklık ve bunun sonucu olarak da kıtlık olmuş. Gençler, her eldeki birer taşı birbirine vururlarken bir küçük koro ittıratla “Hây hây Haruneki!” (“yâ küçük Harun”) diye şarkı söylerdi; bir ikinci koro da “ne isteren?” diye sorar, ilki de “su isterem” diye karşılık verirdi. Kapılara gelirler, herkes bunlara bir şeyler verirdi.

Hamadan’da, yağmur yağmayacak olursa, evin çörteninden bir boz eşek üstüne su dökülür. Eşek, Horasan köylerinde de aynı amaçla kullanılır çocuklar kuyruk olur, bir eşek kafatası bir sopaya geçirilmiş olarak evlerin önüne getirilir ve “eşek kafası! Odun satın al!” derler. Böylece epey miktarda odun toplanır, sonra bir tepenin üstünde eşek kafası bununla yakılır. Keza Horasan’da, kuraklık halinde bir sopa ya da bir bebek giydirilip “Tahta bebek! Yağdır! Sonsuz yağmur yağdır!” diye şarkı söyleyerek dolaştırılır.

Tabaristan’da, Vandad – Hurmuz bucağı dağlarında bir kuyu bulunur: yağmur gecikecek olursa, yöre sakinleri sarımsak dövüp bu kuyunun içine atarlar; yağmur gelir, ama bunu yapan kişi de o sene içinde mutlaka ölür.[45]

İran’da, yağmur talebinin muhatabı olarak bir küçük Harûn çıkıyor karşımıza; vasıta olarak da bir eşek! Ve ayrıca bunun kurukafası. Bu sonuncusunun bir tepe üzerinde yakılması da bunun bir Zerdüştî kalıntısı olduğu kanısını uyandırıyor. Kuyuya ezilmiş sarımsak atılmasına gelince: burada yağmurun, bu karanlık kuyu içinde yaşayan cinler tarafından alıkonulduğu inancına kesin gözüyle bakabiliriz şöyle ki cinlerin sert kokulardan ve bu arada sarımsağınkinden nefret ettiklerini görmüştük (nazarlık demetinde sarımsak). Yağmur, kaçan cinlerin elinden kurtuluyor ama anlaşılan sarımsağı ezen adam kurtulamıyor…

XVI. ile XVIII. yy.lar arasında Orthodox Hristiyanlığını kabul etmiş olan Çuvaş’larda uygulanan yağmur duası törenleri hakkında N. I. Aşmarin, “Thesaurus Linguae Tschuvascherum” adlı büyük sözlüğünde şu bilgileri veriyor.[46] “4 Mayıs 1906 tarihinde Yağmur Duası yapıldı. Açça şehrinde Saval (Rusça Civil) nehrinin kıyısında bu yağmur duası, Kilise ile birlikte düzenlendi. Bunu şöyle anlatırlar: her evden yumurta, tereyağı, darı, ekmek ve tuz toplanır… bunlarla bir yemek pişirilir. Sonra suyun içine diz boyuna kadar girilir. Bir kazanı iki yaşlı adam, yarısı suyun içine girecek şekilde tutarlar. Bu esnada insanlar herhangi bir dua okurlar… daha sonra pişirilmiş olan yemek yenir. Orada bulunan herkes don gömlek suya atlarlar. Oradan birisinin uğrayıp geçtiğini görürlerse, bu… şahsı da yakalayıp suya atarlar…”. O günlerde bir başka mahalde vaki bir başka törene Kilise mani olmaya kalkışmışsa da halk buna öfkelenmiş.

Bazen, çocukların bilhassa yakaladıkları serçe kuşları da törenin bir öğesi oluyorlar; bunlardan biri suyun içine, diğerleri de darının içine sokuluyor. Yemeğe gidilirken çeşitli otlar toplanarak suya bırakılıyor. Duaya şaman kadınlar[47] da dâhil oluyor.

“…Yemeğin pişmesi bittiğinde ve herkes hazır bulunduğunda, yaşlı erkekler nehrin kıyısına iner ve orada dua ederler. İlk kelime olarak “Vutis (=Su tanrısı), merhamet et; Vutis, merhamet et!” derler…”

Irak Türkmenlerinin icra ettikleri törenlerde, Anadolu’dakilerle müşterek olanların dışında bazı öğelere rastlanıyor. “Telâfer’in (ilçesi) 40 km kadar Kuzeybatısına düşen Sikh Nevrü[48] yatırı önünde toplanan halk, kestikleri koyunun kanını, taştan yontulmuş bir havan veya dibeğin içine akıtırlar. Bunu yağacak olan yağmurun temizleyeceğini düşünürler…”

“Köse, Irak Türkmen’leri arasında, bulûğ çağını aştığı halde yüzüne tüy gelmeyen erkek anlamına gelir. Yağmur duası törenlerinde kösenin rolünü çocuklar ve gençler alır. Bunlardan biri, kazan isiyle yüzünü kapkara boyar. Bir keçe parçasını beline bağlar, iki yemeni tayını kulak yapar, boynuna kankavur denilen çıngırağı takar, arkasına da bir kuyruk bağlar. Tıpkı bir koduğu (sıpa) andırır biçimde hoplaya zıplaya sokakları dolaşır. Öteki çocuklar da arkasınca koşarak ezgiler söylerler. Topladıkları erzakı yemek yapıp birlikte yerler”

Güney Azerbaycan’ın da bazı yerlerinde bayram önceleri yapıldığı bilinen “köse gelin” oyunu, aslında yağmur duası törenleriyle ilgilidir…

“Irak’ta Türkmen’ler arasında kökleşmiş eski bir inanca göre bulutun sevk ve idaresine, sivrisinek kadar ufak bir meleğin memur edildiği ve bunun buluta seslenerek haykırmasıyla gök gürlemesi, şimşek çakması olayının meydana geldiği…”[49]

Kösenin yüzünde kıl, her şeyin kıvama gelmesine rağmen, yağmamakta direnen yağmur gibi, bir türlü çıkmıyor. Bir homoeopathic sihir bahis konusu oluyor gibi (androginous).

Gelelim Anadolu’ya, bakalım o nasıl niyaz ediyor. Yağmur dualarının metinleri bizi yine bazı genellemelere götürecek, varsayımlar ileri sürmemize olanak sağlayacak.

Başlayalım Orta Anadolu’dan:

“Gok gülü gurban                                          “Ekin ekdim gamış gibi

Göbekli harman                                             Ucu cıhdı gumüş gibi

Vir Allah                                                        Yerden bereket goden (gökten) rahmet

Bir sulu yağmur                                             Ver Allahım ver

Tarlada çamur                                                Yağmur yağar seller akar.

Ver Allahım ver                                             Arap gızı damdan bahar

Sellice yağmur” (Aksaray)                            Teknesi hamur gale sıçan

“Yağmur yağmur yağ ister                            Bir incecik yağmur

Goş (Koç) goyun gurban isder                                  Ver Allahım ver” (Niğde).[50]

Teknede hamur                                              “Yağmur yağmur yaş isder

Guyuda çamır                                                Goç (Koç) goyun gurban isder

Ver Allahım ver sulu yağmur                        A (ak) goyun etlik

Öksüzler ekmeg isder                                    Gara goyun sütlük

Çiftçiler yağmur isder                                    Ver Allahım ver

Teknede hamur                                              Sicim gimi yağmur” (Develi)[51]

Guyuda çamır                                                “Yağmur gelini

Ver Allahım ver                                             Gogo kirmen

Bir sulu yağmur” (Nevşehir)[52]                      Çocuhlu harman

“Bodi bodi                                                   Göden irehmet

Neden oldı                                                    Yerden bereket

Göden (gökten) yağmur                                 Ver Allahım ver” (Mucur)[53]

Yerden çamur

Teknede hamur

Ver Allahım ver” (Pınarbaşı)[54]

 

“Yağmur yağar saa baa                                             “Ben anamın ilkiyim

Yer su içer gana gana                                                Derelerde tilkiyim

Yerde yağmur göde su var                                       Gô guzu gurban

Yağ yağ yağmur                                                       Göbeklice harman

Teknede hamur                                                         Ver Allah ver

Tarlada çamur                                                           Selli süllü bir yağmur”

Ver Allahım ver                                                                              (Akdağmadeni)[55]

Selli sulu bir yağmur” (Yozgat)[56]                

 

Gelelim Sivas ve Tokat illerine

“Çandır[57] baba ne gerek                                “Gôden gôden göndere

Bir sürü yağmur gerek                                   Gôden yağmur indire

Göden rahmet gerek                                      Tekneler hamur isdiyo

Yerden bereket gerek                                    Fırınnar somun isdiyo

Teknede hamur                                             Ver Allah ver selli sullu

Ver Allah ver                                               İmamın evini sele ver

Bir sürü yağmur hey” (Divriği[58])                 Gızını bana ver (Zile)[59]

 

“Ben anamın ilkiyim

Derelerde dilkiyim

Ver Allahım ver sellüsünden

Süllüsünden bir yağmur” (Artova)[60]

 

İnelim güney-doğuya

 

“Pöt pöt pötürcek                                           “Gollu gelin ne isder

Pötürceğe ne gerek                                        Bir gaşıcıh ayran isder

Allah bi heyilli (hayırlı) yağmur                   Ver Allahım ver

Teknede hamur yerde çamur                         Bir guvetli yağmur

Ver Allahım bir sellice yağmur                     …..

(Malatya)[61]                             …..                   (Adıyaman)[62]

“Molla potik[63] ne isder                                  “Alla poto ne isder

Çiniden gavurma, cualdan bulgur                 Keseden para isder

Hey Allah Hey Allah                                     Güveçden gaurma isder

Göyden yağmur isder” (Elâzığ)[64]                 Petekden bulğur isder

Allahdan yağmur isder

“Çomçalı gelin ne isder                                 Ver Allahım ver

Bir gaşıcak un isder                                       Ağ daşın arasına

Un olmassa duz ossun                                   Cümlemizin tarlasına

Abılası sağ ossun                                           Ver Allahım ver

Gôden irahmet                                               Yağmurunan sel” (Harput)[65]

Yerden berekât

Ver Muhammed Müstafiye selevat

Amin ver Allah ver” (Maraş)[66]

 

“Çömçe gelin                                                 “Bodi bodi

Ver Allahım ver                                             Neden oldı

Yağmurunan sel                                             Bir kaşıcık sudan odu

Cıncıklı kirmen                                              Madrabazın kuyusuna[67]

Göbekli harman                                             Çiftçilerin tarlasına

Göğden irahmet                                             Koç koyun kurban ister

Yerden berekât                                              Allahtan rahmet ister

Ver Allahım ver” (Gaziantep)[68]                    Ver Allahım ver sulu sulu yağmur” (Kozan)[69]

 

Şimdi de Elazığ yöresinde iki köyde yapılmış ethnolojik tetkikin konumuzla ilgili bölümlerini aktaralım:

 

“Yağmur duası: buna aynı zamanda ‘hacet namazına çıkmak’ da denmektedir… Yağmur yağmadığı zaman köy halkı toplanır. Köyden bulgur, yağ toplanır, davar kesilir ve bir etli yemek pişer. Yemek yemeden evvel köyden dışarı bir yere duaya çıkılır. Köyün hocaları cübbelerinin tersini giyerler. Ve onlar da cemaat ile birlikte Cenab-ı Hakk’a yalvarırlar. Bu sırada köyün bütün davarı da dua yerine getirilir ve onlar da orada melerler. Hoca dua eder, herkes âmin der. Ve sonra dua ile taş toplanır ve taş sayılıp toplandıktan sonra herkes iki rekât namaz kılar… Namaz kılınıp evvelden hazırlanmış olan yemek de yenildikten[70] sonra toplanmış olan taşlar bir çuvala doldurulur ve çuval tekbirlerle pahar’a (köy içindeki pınara), yani suya bırakılır. Köyde 52 yaşlarında olan köy ağası müddet-i hayatında köyünde beş altı defa yağmur duasına çıkıldığını hatırlatmaktadır ve… her dua sonunda yağmur yağmıştır…”[71]

“Yağmur duası: buna ‘hacet namazı’ da denir; bir adam delil olarak çıkar; dört beş yaştan yirmi yaşına kadar olan oğlan çocukları ve delikanlılar ile ufak kız çocukları kapı kapı gezerler; kapı kapı gezerken de şu tekerlemeyi söylerler: ‘Körki mandan kör isterim. Allah’taki yağmur isterim, hanımlardan yağ isterim (evine göre), bacılardan bulgur, tuz isterim”. Bu sözler tekrarlana tekrarlana evler dolaşılır ve istenenler de alınır. Bazen bu alay dolaşırken bazı evlerin yukarı katından desti ile su dökülür. Ve nihayet ahali de bu alaya karışıp mezarlığa gidilir. Bu mezarlık Hoca Seyyit’in mezarlığıdır. Burada taşlar altından akrepler arayıp bulup bunları ayaklarından dut ağacına[72] asarlar. İnsan kemiklerinden bir kemik bulup bunu da akarsu içine yağmur yağması için atarlar…”[73]

Devam etmeden önce, kuraklıkla kıtlığın birbirlerine bağlı kavramlar olması itibariyle ortaya hemen bir sosyo-ekonomik sorunun, “madrabaz” sınıfının halkın içine düştüğü zor durumu istismar etmesi keyfiyetinin çıktığına ve bunun “yağmur dua”larına ya da bununla ilgili ritüel tasvirlerine yansıdığına dikkati çekelim. Bununla ilgili bir misal daha verelim, Ankara’dan.

“Yağmur yağmazsa çocuklara ‘hadi çalı gezin de yağmur yağsın, yiyecek toplayın da pilâv pişirelim’ derler. Çocuklar:

‘Çalı çalı ne gezer

Göğde bi(r) rahmet gezer

Yer altında karınca

Ben Kâbeye varınca

Kâbedeki yiğitler

Sıran sıran süğütler

Teknede hamur!

Arabada çamur!

Tad[74] kızın kıçına yağmur!

Vir Allahım vir

Sulu sulu yağmur, yoh! yoh!’…”

“Kimi yağ, kimi bulgur, kimi duz verir; kimi tezek, kimi kıyma, kimi pirinç, kimi soğan verir. Getirirler bir dul kadına verirler. Dul kadın pişirir, çocuklar yer. Pilâv artarsa südün gelsin, gür olsun diye emziklilere verirler”.

“Ankara’da üç defa açlık olmuş. İkisi çekirge açlığı, biri de dokuzan[75] kıtlığı. En büyüğü dokuzan kıtlığı olmuştur. Çekirge kıtlığı bir sene sürmüş. Tüketmek için dağlara adamlar çıkıp çekirge tohumu toplayıp gömmüşler. Gine de tükenmeyince Ali Dede’liler çekirge suyu (?) getirip daşa okumuşlar[76], gömmüşler. Kıtlık olacağı zaman gök yarılırmış. Görenler de olurmuş… Elemsağma[77] doğarsa, yağmur çok olursa bolluğa alâmet. Gök çok gürlerse suların gözü açılır, otların kökü kuvvetlenir. Bolluk olacağını bunlardan anlarlar”.

“(Ekini çok olan un tüccarları) hamurdan bebe yaparlarmış ta lâğıma atarlarmış, Rahmet yağmasın diye. (Ekinleri pahalı satacaklar) hiç olmazsa ayakkabıların içine koyar atarlarmış. Ekinlerin yetişeceği sıralarda havalar korak giderse derler ki memlekette hamurdan bir beşik yaparlar, tam yağmırın yağacağı sırada beşşiği sallarlarmış, yağmur yağmaz, irüzgâr esermiş. Sözde onu yapanı hükümet tutacak ta yağmur yağacakmış”[78]

 

Çıkan yy.ın son on yılı içinde yayınlanmış bir kitapta[79] Hint hayatı anlatılıyor. Çarşı üzerinde bilgiler veriliyor ve “tacir – dükkâncı” anlamına gelen Bunneah’lerin, sihrî yollarla havaya tesir edebildikleri, buğday fiyatını artırmak üzere yağmurun yağmasını önleyebildikleri anlatılıyor. Bunun da yolu şöyleymiş: ölmüşlerin kemiğinden yapılmış bir çıkrık ele alınırmış. Böyle bir çıkrığın tedariki haylice pahalıymış… ve de imali büyük gizliliği gerektirirmiş (anlaşıldığına göre yatırım – kâr hesabı yapılmış…) Gökte bulut toplandığında işbu Bunneah’lar bakire kızlarını, bunların sabanın peşinde koşmaktan “analarının ağladığına” ve yağmur duasına çıkmış olmalarına aldırmadan, bu çıkrığın başına oturtup bunu devamlı surette tersine çevirtirlermiş; böylece de bulutları çözüp yağmuru uzaklaştırırlarmış.

Yağmur duaları ve daha da ayrıntılarına gireceğimiz bununla ilintili ritüel davranışların, yağmuru yağdırmak için birer tılsım oldukları kadar, aksini, yani yağmurun yağmamasını veya dinmesini temin eden karşı tılsımlar da çıkıyor karşımıza. Bunları daha iyi yorumlayabilmek için önce halk beyninde kuraklığı yarattığı sanılan nedenleri de görelim. Bunlar aslında genel “günah” kavramı içine giren fiillerdir. Ezcümle:

Tokat’ta “filân yerde ayakyoluna bir somun atmışlar, onun için yağmur yağmıyor” denir.[80] Kastamonu’da da “yağmur yağmamasının sebebi, küçüklerin büyüklere saygı göstermemesi, fuhşun, hırsızlığın ve cinayetlerin çoğalması, dinî vazifelerin yapılmaması”[81] olduğuna inanılır. Bunların dışında yine “günah”tan madut olup yağmura mani olan fiiller arasında mezarda gömülmemiş kemik bırakmak (Ezm); mezarlığa ekmek atmak (Br); ellerinde fazla miktarda zahire bulundurmakta olan bazı tacir ve “madrabaz”ların, kuraklığı sağlamak üzere, ekmekten insan tasvircikleri yaparak mezarlık ve apteshanelere atmaları (Soma); bunların, yukarda gördüğümüz gibi, “hamurdan bebe” yapıp lâğıma atmaları (Ank); yine aynı amaçlarla bu gibi kişilerin ekmek parçaları üzerine “sihirli” yazılar yazarak bunları pisliğe atmaları (Ezm); yine gördüğümüz gibi, bir kısım tüccarın, hamurdan yaptıkları beşiği sallamaları (Ank); kasapların gereğinden çok hayvan kesmeleri veya ölmüş hayvan eti satmaları (Soma)[82] Bunlardan bir kısmı doğruca günah olup bir kısmı büyüsel mahiyeti haizdir; ancak bunlarda da, “nan-ı aziz”e saygısızlık, tasvirî suret imali gibi günahlar mündemiçtir.

“Zavallı yerliyi kıtlık zaman zaman kemirir

O, kan tükürmeye baksın… O, muttasıl semirir”… (Âkif)

Gerçekten “yağmur yağdırma törenlerini yalnız ekonomik ihtiyaçlara bağlamak doğru olmayacaktır. Bu törenlerde görülen birlikte iş görme, topluca yemek yemek gibi oluşumlar, bu folklor ürününün sosyal fonksiyonunu göstermektedir. Yağmur törenleri nedeniyle öyle bir örgüt kurulmuştur ki, her fert bu örgüt içinde belirli bir görevle yükümlüdür ve bu görevler aksatılmadan yerine getirilmektedir”[83] Tabii, örgüt olunca, bir de onun “fikriyatı” olacak…

İbn’ül Arabî, “Futûhât”ında, kaçınmamızın gerektiği şeyler arasında, “sözleri doğru çıksa bile kâhinleri” tasdik etmek (onlara inanmak), “yağmur yıldızları ( = anvâ) ile yağmur duası”nı zikrediyor, “…dinî bir âdet gibi görünen fakat hiç de İslâmî olmayan bir inanç daha vardır ki, bu da halk arasında yaygın olan “yağmur duası”dır. Böyle bir şey dahi İbn’ül Arabî’ye göre bâtıl sayılır ve İslâmlıkta bunların yeri yoktur”[84]

Yağmur duasında dikkate değer unsurlar bulunuyor: “Kütahya’nın bir köyünde erkekler ve çocuklar yerine, evlenmemiş genç kızların dua alayını teşkil etmeleri[85], her kızın evliya türbesine, mezarına bir mum dikmesi ve duaların bu yatırın başında yapılması; Kütahya şehrinde, duaya rağmen yağmur yağmadığı zaman, bir meczubun, dua yerinde, Allah’a karşı sitem eder gibi konuşturulması v.b. (Dua merasimlerine rağmen yağmur elde edilmediği zaman, bununla ilgili ilâhın heykelini fışkı yığınına gömmek suretiyle ona hakaret etmek âdetine Çin’de rastlanmadadır)”[86]

Yukarıdaki türden “günah”lardan birini de Eflâkî’den dinleyelim: “…Çelebi hazretleri (Arif Çelebi)… Lâdik şehrini şereflendirmişti. Birkaç gün o ülkenin büyükleriyle eğlendiler. Birdenbire bir kıtlık oldu. Hiç yağmur yağmadı. Şehrin halkı hep birden yağmur duasına çıktılar; fakat yağmur yağmadı. Otlar tamamıyla kurumaya yüz tuttu ve güneşin hararetinden yandı. Şehrin bütün ahalisi düşündüler. Çelebi hazretlerinin aleyhinde taşkınlıklar gösterip ona ‘mutlaka bu şehirden çıkıp gitmen lâzımdır. Arkadaşlarınızın terbiyesizliği yüzünden bütün sahra yanıp kavruldu. Yüce Tanrı kahretmiş, yağmur göndermiyor’ dediler. Bunun üzerine Çelebi hazretleri büyük bir hiddet gösterip ‘ey mayası bozuk eşekler! Sizin bizimle ve müritlerimizle ne işiniz var? Sizin maksadınız yağmurun yağması ve onun semeresini elde etmektir. Siz kendi işinize gidiniz. Biz Gök’ün su emiri olan Hüdavendigâr’ımızdan kül renkli toprak mensuplarınızın susuzları için yağmur isteriz’ dedi ve… Tavas kalesinin emiri ve halis müritlerden sayılan emir Şücaeddin İlyas’ın bağına girdiler. Ariflere yaraşır eğlencelerle meşgul oldular. Çelebi, birdenbire kalktı, bir tepe üzerinde mübarek başını açtı, Kıble’ye karşı rükûa vardı ve büyük bir huşu içinde münacatla meşgul oldu. Bir saat sonra “yarabbi, dostların başına yağmur yağdır” diye nara attı. Hemen o anda göğün her tarafında büyük bulutlar peyda oldu, şimşek çaktı… Şehrin kadın ve erkekleri… onu karşılamaya çıktılar, baş koyup istiğfarda bulundular, özürler dilediler. Alçaklıklarından ve edepsizliklerinden küstahlıkta ve münafıklıkta bulunan kimselerden köpek kılıklı birkaç kimse de kısa zamanda öyle dağılıp perişan oldu ki…”[87]

 

Burada da “sınıflar zıtlaşması” hemen kendini gösteriyor: Mevlana ve tevabiinin temsil ettikleri “üst tabaka”[88] ile “mayası bozuk eşekler”, “köpek kılıklılar” karşı karşıya gelmişler. “Mevlana daha hasta döşeğinde idi. Yedi gün yedi gece hadden aşırı deprem oldu…. dünya birbirine girdi. Yedinci depremde… Mevlana “evet, zavallı toprak, yağlı bir lokma istiyor. Bunu vermek lâzımdır” buyurdu ve sonra… şöyle vasiyet etmeye başladı: “ben size… halkın eziyetine ve cefasına dayanmağı, ayak takımıyla ve akılsızlarla düşüp kalkmaktan uzak bulunmağı… vasiyet ederim””[89]… Herhangi bir yorum eklemek zaittir.

Layard, Asur bölgesinde kendine büyük ün veren kazılarını yürütürken yörenin çeşitli âdet ve inançlarını da kaydetmekten geri kalmamıştı. Bu arada kuraklıkta halkın yağmur istemesini de şöyle kâğıda dökmüş: “Çoğu kez mevsim yağmursuz geçer. Bu yıl da böyle oldu… Bazen uzaktan bir bulut tek Arbela tepesinin üstünden sarkar ya da batıdaki çölden zuhur eder ve ümitleri uyandırır ve birkaç yağmur damlası sevince sebep olur. Arap’lar hemen dans tutarlar, şarkı ve bağırmalar yükselir, kadınlar buna keskin sesli tahlelleriyle katılırlar. Ama hayal kırıklığı hemen arkadan gelir…”

“Hristiyanların da Müslümanlar gibi bir genel oruç tutup duaya katılmaları hususunda Paşa emirler çıkarttı. Kilise ve camilerde niyazlar edildi. Müslümanlar üç günlük bir oruca girdiler, gündüzleri yemekten içtinap edip geceleri “bayram ettiler”. Hristiyanlar aynı süre içinde etten tevakki ettiler. Ufukta bir bulut görüldüğünde köylerin sakinleri, başlarında mollaları olmak üzere hemen açık araziye çıkıp dualar ve Kur’an’dan Ayet’ler okudular. Ya aslan ve ceylân postuna bürünmüş olarak yarı çıplak ya da tümden çıplak halde dolaşan kaçık zahit şeyhler kendilerini kızgın demirlerle yaktılar ve bağırarak Musul sokaklarında koşuştular. Hattâ bir nevi sihir de ihmal edilmedi ve bu gibi hallerde Sultan’ın sair yerlerdeki mülklerinde müsmir olmuş olduğu söylenen bir takım esrarengiz afsunlara başvuruldu. Mekke’den dönmüş bir derviş, beraberinde bir şişe Zemzem suyu getirmişti. Paşa’nın yanına varıp bu kutsal sıvının cuma camiinde saçılması halinde yağmurun mutlaka yağacağını, bugüne kadar bunun aksinin görülmediğini beyan etti. Paşa parayı verdi — yirmi kese kadar — ve şişeyi boşalttı; ama sonuç hiç de beklendiği gibi çıkmadı; izahat vermesi için aranan derviş ise bulunamadı”[90]

Yağmura mani olmak üzere uygulanan büyüler arasında “köy yüzü alanların (aşarcıların), o yılki mahsulün bereketine mani olmak amacıyla, üzerlerinde kırkar iğne saplamış oldukları kırk sabunu, Halfet’teki yahut o civardaki hayrat kuyularından birine atmaları (Sv)”; “tütün, afyon gibi yağmurdan zarar gören mahsulün rençperlerinin, yağmurun yağmasını önlemek üzere, büyücülere okutturulmuş ekmek kırıntılarını camide mihraba serilmiş olan imam seccadesinin altına koymaları (Soma)”[91] sayılır.

Mersin yöresinde rahmet yağdırmak üzere icra edilen Dodu (Çömçe gelin) ritüelinde devamlı surette koca bir çan çalınır. Bunun nedeni, her yağmur danesini bir meleğin attığına, kuraklık olduğu zamanlarda bu meleklerin uyuya kaldıklarına, inanılmasıdır. Çan çalınarak melekler uyandırılmaktadır.[92]

Dua ve sair uygulamalar sonucu yağan yağmur fazla gelecek olursa bu kez yağdırmak için yapılanlar durdurulur, hattâ geriye alınır, meselâ, suya bırakılmış taşlar, sudan çıkartılır… Konuya döneceğiz.

İran’da, yağmuru durdurmak için başvurulan çarelerden bazılarını zikredelim: Aileden tevarüs edilmiş, kararmış bir tencere yağmura maruz bırakılır; bunun çok etkili olduğuna inanılmıştır. “Kaf” harfi bir kâğıda kırk defa yazılır ve bahçede Kıble’ye doğru bir yere asılır; harfler silinince yağmur duracaktır. Bir sicim üzerine yedi düğüm yapılıp dışarıya, tercihan bir ağacın dalları üzerine atılır veya bir ipe, kırk kelin adına kırk düğüm yapılır, ip, Kıble’ye bakan çörtene asılır. Sekiz dokuz yaşında bir kız çocuğu havanda soda ezip üstüne sirke döker ve karıştırır. Dört tane kâğıda Ayet’ler yazılır, evin dört köşesinde çörtenlere asılır. Kız da, yaptığı karışımı bahçeye serpiştirir. Horasan’da, yere on üç tane değnek kakılır ve bunlara bezler sarılır; bunların dua eden on üç molla olduğu farz edilir. Demavend dağı sakinleri de ateş üstüne keçi sütü dökerler.[93]

Dönelim yine yağmur talebi ritüellerinin ana hatlarına. Demin sözünü ettiğimiz Mersin’in Tepe köyünde “temiz ve herkesin takdir ettiği” kimselerden üç kişi “ebe” (idareci) seçilir. Bunlardan birinin başının üstünde bir leğen ya da kalbur tutulur (“Dodu düzünür”). Dodu, burada, merasimin adıdır. Ama bunun aslında, bu gibi “oyun”ların yapma bebeği “gelin”in bir mahallî adı olmalıdır.

Dodu çanı melekleri uyandıra dursun, kavrulup suya atılan tuz, her halde, yağmuru tutmuş olan cinlere karşı bir eylem aracı olmalı. Halkın, olanakları elverdiğinden birden, fazla evlenenlere, ezcümle sayılı zengine, ağaya karşı fazla müspet sayılmayacak hisleri burada bir belirme olanağı bulmaktadır. Fırsat gelmişken “birden fazla evli olanların ayakkabıları gizlice ıslatılır. Zira onlar uğursuz sayılırlar”. Kimin haddine düşmüş bu işi açıkça yapmaya!…

Sal, yani taput da suya atılır, kaplumbağa da suda ıslanır. Yeni evliler zorla suya batırılır.

“Dodu Dodu neden olur

Bir kaşıcak sudan olur”,

ilk (primordial) sudan. Devam edelim:

“Verin Dodu’nun hakkını

Diyelim hep Allah Allah

Ekin ektim kamış gibi

Ucu çıktı gümüş gibi

[94]

“Herkes yağmur duasına çıkabilir, fakat en çok yetim çocukların, dul kadınların, yaşlı erkeklerin duaları Allah yanında makbul sayılır… Dua yerleri türbeler, bölgenin en yüksek noktalarıdır. Fakat yağmur duası için türbeler önünde toplanılması tercih olunur… Türbede yatan velinin ruhaniyetinden fayda beklenir. Veliye yalvarılarak Allah’tan mağfiret için tavassutu istenir… Cemaatle namaz kılınır. Sonra herkes birbiriyle helâlleşir, tövbeler edilir. Dış elbiseler ters giyilir, başlar açılır…”

“Umumi duadan sonra nohut ve fasulye tanesi büyüklüğünde yetmiş bin taş toplanıp sayılır, her birine ayrı ayrı dua okunur, üflenir, bunlar bir çuval içine konulup çuvalın ağzı bağlanır ve çuval çayın belli bir yerinde suya bırakılır…”

“Dua, yukarda anlatıldığı gibi toplu olarak yapılmakla beraber, herhangi bir şahıs hususi surette yağmur duası yapabilir. Bunun için herhangi bir koyun kafasına dua yazılıp kafa suya atılır…”

“Şu malûmatı aldığım yetmiş yaşlarında köylü kadın… okunarak çuval içinde suya bırakılan yetmiş bin taşın yağmur yağmaya başlayınca sudan çıkarılması gerektiğini, aksi halde her tarafın su altında kalması ihtimali olduğunu da sözlerine ilâve etmiştir”.[95]

Tokat’ta, “yağmur duasına çıkılması çok defa perşembe gününe tesadüf ettirilir… Herkes… suyu çok iyi olan “Marul Çayı” başında toplanır. Buraya “Kurban Tepesi” derler… Toplanan taşların sayısı yetmiş bin olacaktır. Bu taşlar üzerine birer dua okunup üflenir, taşlar dil ile birer birer ıslatılır… Çay kenarında kurban kesilir, etiyle pilâv pişirilir, bu pilâv yoğurtla beraber yenilir. Taş dolu çuval suya bırakılır, başına bir nöbetçi dikilir… muhafız, yağmur fazla yağacak olursa çuvalı sudan çıkarır”[96] Yağmur bunlara rağmen yağmayacak olursa sebebi madrabazlara atfedilir, “madrabazların boynu kopsun” diyerek bekleyişe geçilir. Reşadiye’de ise yılan yakılır, şehit kemiği ıslanır.[97]

Savur (Md) da “…yağmur duasına çıkılırken herkes eski elbiselerinin ters yüzünü giyer… imamlar da elbiselerini ters giyerler, müftü de çobanlarla beraber hayvan sürülerinin önünde veya arkasında yürür…”.

 

“Yağmur duasında yedi bin küçük taş toplanır…”[98]

“Ankara’da yağmur duasına herkes çıkar… Dua yeri yüksek tepeler yahut mezarlıktır… yağmuru Allah verir, yağmur duasına çıkmak demek, Allah’ın rahmetini dilemek demektir…”.

“Duadan önce, dua sırasında yahut duadan sonra dört beş bin taşa veya nohuda dua okunur, yahut at kafasına dua yazılır. Taş veya nohut bir torba içinde ve at kafası doğrudan doğruya suya bırakılır ve bir iple kenarda bir kazığa bağlanır! Yağmur yağarsa bunları sudan çıkarmak mutlaka lâzımdır”[99]

Söğüt (Bilecik) ün Borcak köyünde ise bu dua biraz farklı bir görünüm arz ediyor. Burada çocuklar bir keten çuvalı alıyorlar, içlerinden biri, çıplak olarak bunun içine giriyor. “Yağmurcu başı”, elindeki değnekle, önüne vardıkları kapıya vurur ve hep bir ağızdan:

“Yağmurcu geldi yağ isteriz

Gökten rahmet isteriz

Yerden bereket isteriz

….”

nakaratını söylerler. Ev sahibi de bir kova su getirir, çuvalın içindeki çocuğun tepesine yüksekten döker… Toplanan malzeme, çocukların birinin evinde pişer, çocuklar bunu birlikte yerler.[100]

Gaziantep dolaylarında “başlar, yukarda Tanrı’nın meleklere emrederek bulutların arasında gizlenen yağmur damlalarını aktarması için” kalkar. Olur da melekler uykuya dalmışlarsa, iki karısı olan bir adamın çörteni çalınır ve kuyuya atılır; ağaca kara kaplumbağa asılır; merkebin başı yıkanır ve bu merkebe ihtiyar bir kadın ters olarak bindirilir; köy boydan boya dolaştırılır. “Gelin gok” (“Çömçe gelin”) oynanır: bir sopa üzerine bezler sarılarak gelin şekli meydana getirilir, bunu iki kişi taşır ve evlerden “gelin-gok, gok” nidalarıyla malzeme toplanır, vermeyen evin damının çörteni koparılıp kuyuya atılır, toplanmış malzeme bir toplu yemek için hazırlanır.[101]

Geçelim biraz da “suyun ötesine”[102] Tekirdağ’da yağmur duası eskiden Namazgâh denilen yerde yapılırmış. Burada sadece cuma namazları kılınırmış. Yağmur duasına katılacaklar koyunu, sığırı da beraberlerine alırlarmış. Herkesin yanlarında getirdikleri çakıllar birer birer yalanıp okunurmuş. Taş sayısının yetmiş bin olacağına dair rivayet yaşamaktadır. Okunan taşlar torbalar içinde denize atılırmış.[103]

Bu misaller çoğaltılabilir zira her yerde yağmur duasına çıkılır. Ancak biz, zikrettiklerimizle, bunun ana hatlarını belirtmiş olduk. Şimdi bunların tahliline geçelim. O. Acıpayamlı[104] yağmur duasının çok dizgeli bir tasnifini yapıp bazı genellemelere gitmişse de biz, onunkinden değişik bir yaklaşım açısından, bazı ilâvelerde bulunacağız.

İbn Battuta, “Sinop’ta, vusulümüzden dört gün sonra, Emir İbrahim’in valdesi rahmet-i rahmana vâsıl olmasıyla, cenazesini teşyi ettim. Oğlu dahi, başı açık ve piyade olarak, revan oldu. Ümera ve memalik, baş açık oldukları ve libaslarını ters giymiş bulundukları halde, cenazede bulundular. Lâkin kadı ile hatip ve fukaha, libaslarını ters giymekle beraber, başlarını açıp emame yerine serlerine siyah yünden birer mendil sardılar. Ahali-i merkume indinde, yeis ve matem olan kırk gün müddet it’am-ı taam edildi” diye anlatıyor,[105] XIV. yy. Anadolu’sunda bir cenaze törenini. Burada elbiselerin ters giyilmesinin bir matem alâmeti olduğunda şüphe yok. Ancak bunun kökeninde, her ne kadar “emr-i Hakk” ise de, “ölüm” kavramının “ters çevrilmesi” arzusunun yattığı muhakkaktır.

Bu âdetin Asya’da mevcut olduğunu A. İnan bize söylüyor.[106] Altay’larda yaşayan Kuznitsk Şamanist Türk göçebelerinin kadınları yas tutarken elbiselerini yedi gün ters giyerlermiş. Keza Kırgız – Kazak’ların bazı boylarının kadınları da ağıt (coktav) söylerken ters oturur (yüzleri duvara bakar) ve elbiselerini ters giyerler. Bu âdet, Kıpçak-Köldönön boyunda, Ural’ların doğusundaki Başkurt’ların Tabın – Barın ve Ulu Katay boylarında da yaygındır. İslâm öncesi Arap’larında da bunun görülmesi, âdetin “uç”lara çoktan yayılmış olduğunu gösterir.

Yağmur duasında da, “mevcut durumun”, yani kuraklık, yağmursuzluk durumunun ters çevrilmesi talep edilmektedir. Burada, aslında, sihrin “arzu edileni taklit etme” kaidesi uygulanmaktadır. Esas olan “ters döndürme” kavramı olup tatbikatta bu, elbise, çocuk ayakkabısı ile olabildiği gibi kocakarıyı eşeğe ters bindirip dolaştırmakla da olabilmektedir.

Daha önce[107] sözünü etmiş olduğumuz, Dobruca Tatar’larına ait bir eğlence – ritüel’de de şefin kürk ceketini tersine giydiğini görüyoruz.[108] Her ne kadar, mutlaka mehtaplı bir gecede ve tercihan, harman sonlarında icra edilen bu folklor gösterisinde bir müşterek yardım amacı güdülmüşse de “dekor”lar arasında standart nizamları rahatsız edici (meselâ, arabasında uyuyan bir kişiyi yavaşça suyun ortasına bırakma…) bazı davranışların bulunması, bu ters giyme keyfiyetini izaha yetiyor. Kanımızca buradaki mehtap, sadece oyunun tenviri için zorunlu olmaktadır.

Toplu orgy’lerin de, belli amaçlar için, mevcut düzeni altüst etmeye yönelik bir davranış olduğunu görmüştük.

Durumu ters çevirecek olan, bir “üst makam”, bir müteâl (transcendent) varlıktır. Bu itibarla bunun iltizamı elde edilecektir. Bunun için de başvurulan çareler arasında dua, kurban, aracı veli ve belli ölçüde sacrality’yi haiz, başta su, dere, nehir, pınar, deniz olmak üzere taş, tepe (dağ), Kâbe, ağaç gibi nesneler vardır.

Ritüele zarurî olarak bir İslâmî cilâ bulandığına göre Allah ve onun melekleri mefhumları ön düzeyde bulunuyor. Ama Çömçe gelin, Gelin gok, Dodu-Godu, Bodi Bodi, Yağmur gelini, Gogo Kirmen, Pöt Pöt Pötürcek, Alla Potu, Molla Potik, Çomçalı gelin, Gollu gelin…, birer suret tasviri olmakla, baştan İslâm dogmasına ters düşmektedir. Şu halde münacatın esas muhatabını biz, İslâm’ın Allah’ı dışında aramak zorundayız. Kaldı ki Yada Taşı’nın İslâm’dan çok öncelerine ait olduğunu da görmüştük.

Hitit dünyasının ünlü Telepinu masalı da bir “nizamı altüst etme” örneği veriyor bize. Hikâyenin baş tarafı kaybolmuşsa da bu, bitkilerin kurumasından önceki mutat hayat koşullarını tarif etmiş olmalı. Birden, belirtilmeyen bir sebeple, mezkûr tarım tanrısı hiddetlenir ve “sağ çizmesini sol ayağına, sol çizmesini de sağ ayağına geçirir”. Bundan sonra da, vaki olan bitkilerin kuruması, yaşamın tümüyle sönmeye yüz tutması anlatılır: “toz bulutları pencereyi sardı, duman evi sardı, ocaktaki közler söndürüldü, tanrılar (mabette) boğuldu, koyunlar ağılda, öküzler ahırda boğuldu, koyun kuzusunu, inek buzağını reddetti… Arpa ile emmer buğdayı çıkmaz oldu, inekler, koyunlar, insanlar gebe kalmaz oldu, gebe olanlar da düşürdüler yavrularını”.

Sonunu bildiğimiz[109] bu öyküde bu “çizmeyi ters giyme” temasını Gurney hiddet ve bunun sonucu olarak da aceleye bağlıyorsa da[110] bize göre bu, doğruca mevcut düzeni tersine çevirmeyi amaçlayan bir ritüel davranış olmalı.

  1. Acıpayamlı, değerli çalışmasında, bize A. Caferoğlu’dan şunları aktarıyor:

“Godu yahut kodu, merasim yapan çocukların izahına göre güneş veya ay demektir. Joakimov’a göre kodu veya dodu bir put – ilâhtır. Kukla ise,[111] ilâhı temsil eden bir put’tur. Kobu’nun yahut dodu’nun güneşle olan münasebeti bu müellife göre gayet vazıhtır. Dodu veya kodu gizlenince güneş kaybolurmuş… Şaman Türk’lerin telakkisine göre herhangi bir insanın esas ruhundan başka ayrıca bir de (culazı) adlı diğer bir ruhu vardır. Bu ruh, çocuklarda “kudu” adını taşımaktadır… Kodu, godu, dodu ve Anadolu’daki Gode’nin mahallî telaffuz farkları istisna edilirse” tamamıyla aynıdır…”[112]

Diğer taraftan A. inan da[113] “…Altaylılarda töstöz, Yakut’larda tangara, Uranha’larda eren, Moğol – Buret’lerde ongon denilen putlar – fetişler vardır… Bir kısmı çocukların oynadıkları bebeklere benzerler… Ongon’lar, insanları koruyan ruhların timsalidir, mukaddesattan sayılırlar… Bu ruhlar tabiattaki bütün olayları idare ederler…” diye yazıyor.

Dolayısıyla, ilk bakışta Acıpayamlı’nın yaptığı gibi. Çömçe gelin, Molla Potik’i bu tös – ongon’lara bağlayıp Anadolu’nun yağmur duası ritüelini münhasır bir Asya âdetinin bakiyesi gibi görme eğilimi ortaya çıkıyor. Hattâ Tölös’lü yadacının atası Abu Tobi ile Bodi Bodi arasında sesçil yakınlık dahi görmek mümkün olabilir. Ama Ön Asya ve özellikle Küçük Asya da, halatın öbür ucunu kolay bırakacağa benzemiyor. Nitekim:

Ana Tanrıça – Büyük Ana… kavramları üzerinde yeterince durmuş, bunun heykelciklerinin ne kadar yaygın olduğunu görmüştük; Çatal Hüyük’te her evde bundan çıkmıştı. Kavramlar geliştikçe, yerle göğün hiérogamie’si sonucu ortaya çıkan yeni tanrısallık düşünceleri doğa olayları üzerine egemenliklerini kurmuşlardı. Bu hiérogamie’de yerin tanrıçasıyla göğün tanrısı izdivaç etmişti: gökten rahmet yağacak, toprak da bol mahsul verecek… Ana Tanrıça gelin olmuştu!

Yağmur duası oyununun “gelin”i, bu gelin olmalı. “Çömçe”sine gelince, bu, sadece bir “teknolojik” gerçeği ifade ediyor: bir tahta kaşığa bez sarmak suretiyle çocuk, en kolay yolla, bir bebek – gelin elde edebiliyor… Çömçe – çomça ve çok sayıda varyantı, Türkiye’nin az çok her tarafında kepçe, büyük tahta kaşığı ifade ediyor (kaşığın da beslenmeyle ilişkisini hatırda tutmakta fayda görürüz).

Gaziantep’te çömçe gelin, çocukların iki değneği haç şeklinde birbirlerine bağlamaları ve üzerine elbise geçirmeleri suretiyle yapılır. Sonra da bu, kollarından tutularak bir ağızdan söylenen ezgili tekerleme ile kapı kapı gezdirilir. Her kapıda ev sahibi bunun başına su döker.[114] “Gelin”in bu imal tarzı Adıyaman’da gördüğümüz “Gollu gelin” tabirini izah eder.

Cezair’de yağmur duası ayinlerine büyük baş hayvanlar (inek, boğa) genellikle iştirak ederler. Oran’ın güneyinde Ayn Sefra’da Gonca adını verdikleri çömçe gelin ayini, yağmuru yağdırmada aciz kalırsa erkekler törenle bir boğaya civarın yatırlarını dolaştırtırlar; sonra hayvan kurban edilir ve etinden her eve birer parça dağıtılır. Bu boğa mutlaka siyah olacaktır.

Eskiden Gonca’nın, Yağmur – Tanrıça’yı temsil eden bir insan sureti olmuş olması muhtemeldir, yani Libya’nın Dea Coelestis, pollicitatrix pluviarium’u. Ama İslâm’ın insan sureti yapma yasağı karşısında, yine de insan kılığına sokmakta ısrar edilen bir tahta kaşığa dönüşmüş olmalıdır. Bir müşahidin anlattığına göre Rif (Fas) Berberî kızları, fırın küreğine benzer bir tahıl küreğinin ortasına bir tahta parçasını haçvari bağlayıp bunu kadın giysileriyle donatıyor, çeşitli süslerle bezeyip buna “yağmur nişanlısı” adını veriyorlarmış; sonra bir kutsal pınardan su alıp bununla nişanlıyı törenle ıslatıyorlarmış; bundan sonra da kızlar küreği tamamen soyup onu bir gübre yığınının ortasına dikiyorlarmış. Kürek orada, yağmur tarafından ıslatılana kadar kalıyormuş.

Gonca ritusu bir sihir olsaydı bir çıplak kaşık ya da herhangi bir sıvı dökmeye yarayabilecek âlet bu işe yeterli olurdu; bu itibarla bunda daha eski bir öğe yaşamaktadır; kaldı ki Rif’in küreği bir kaşık olmayıp sadece onun gibi insan suretine benzemektedir. Esasen Sfaks’ta gonca basitçe haçvari bağlanmış ve bebek gibi giydirilmiş iki tahta parçasından ibarettir. Bu da Dea Coelestis’in, bir tanrıça suretinden itibaren geçirmiş olduğu evrimin son merhalesi olmalı. Bununla birlikte Gonca’da müşahhas Yağmur yerine Toprak – Ana’yı görenler de var.[115]

Bodik – potik – boduk – potuk – godak – goduk – kodik – koduk ve bunların yine çok sayıda varyantları da her tarafta çeşitli hayvan yavrularını anlatmak için kullanılan sözcükler olup ik – uk – cik – cuk dahi Ermenice edat-ı tasgirdir. Bunların hepsinde “küçük olma” vasfı mündemiçtir.

Dodopal, Artvin – Şavşat köylerinde gelin; doduk, Ks’da başörtüsü, atkı; dudu, hanım (Ed), abla (Gr, Nş, Ant, Selanik), küçük kardeş (Bulgaristan göçmenleri, Krk); kadının dişilik organı (Ks, Nğ) karşılığındadır (bu uzvun da verimlilikle münasebetini biliyoruz).

Şu halde “oyun”un bütün bu adları bir “küçük kadın – kadıncık”, bereketi, verimliliği, doğurganlığı sağlayan Ana Tanrıça heykelciğini anlatıyor demektir. Bunların, Caferoğlu’nun dediği gibi, ay ve güneşle ilişkisine de hiç bir engel yoktur, elverir ki güneş, sadece Altay güneşi olmasın.

Doğu Anadolu’da, Aras Suyu boylarındaki inanç ve rituslar bir baharın habercisi olan Kosakosa’yı karşımıza çıkarıyor ki buna ayrıca Kosa – gelin de deniyor. Bu “gelin” de, tıpkı Kepçe Gelin gibi yapma bir bebek olmakla kalmayıp bir de eşi bulunuyor. Ama onun da kadın kılığıyla donatılmış olması ayrıca dikkate değer. Bu Kosa hangi eve girerse, o evde büyük sevinç yaratır. Önünde halay çekilir, zillere alkış ve türküler katılır.[116] Gelin’i tanımamak elde değil…

İslâm öncesinin Arabistan’ı da biliyordu bu “yağmur anası”nı, “ümmü’l gays”ı.[117] “Molla potik”le İran’ın “Haruneki”si aynı şeyleri ifade etmiyor mu?

“Z. F. Fındıkoğlu, ‘Bizde dinî sosyoloji ve tarih araştırmaları’ adlı makalesinde, İslâhiye çevresindeki Kazdağ’da bazı şahısların ‘Hitit tanrılarını tasvir eden esmer renkteki taşlar’daki kabartma, halkın görüşünce bir adam gösterdiğinden buna Gazi Baba, diğerine Gani Baba adını verdikleri ve Maraş ve İslâhiye’den gelenlerin yağmur duasını bu taşlar çevresinde yaptıkları ve bu kabartmalar aracılığı ile yağmur yağdığı inancından bahsetmektedir. Dinî tarafla (dua, kurban), bu taşlara gösterilen ilgi kaynaştırılmakta iken bu kabartmaların Adana’ya nakledilmesiyle bu olaya bir kısım halkın üzüldüğü belirtiliyor, bunların aslında Hitit tanrıları olduğu ileri sürülüyor”.[118] 1929 yılına ait bir kayıtta yağmur duası dileğiyle Soma’da, dualarla dere kıyısından taş toplandığı, bunların bir çuvala konulduğu, sonra cami havuzu içerisine bırakıldığı, mahallelerden toplanan un, yağ ve şekerle lokma yapılıp yolculara dağıtıldığı, buna benzer bir âdetin daha önce Rum’lar arasında da olduğu, onların da bir azizin türbesi yakınında lokma yapıp dağıttıkları, yağmur dileğinde bulundukları”[119] anlatılıyor.

Hitit tanrı kabartmalarının, su kültüyle iştirakin sağlanması amacıyla, genellikle akarsu ya da pınar başlarında resmedildiklerini görmüştük. Yağmur duası da susuz olamayacağına göre yukarda mezkûr Kazdağ Hitit kabartmaları da her halde su kenarındaydı. Halkın bunlardan yağmur dilemesi âdetinin kökenini Asya’ya bağlamak güç olmakta, tıpkı Soma’nın eski sakinlerinden Rum’larınkini bağlamanın güç olduğu kadar…

Yağmur duası oyunları *

Suyun aslında mevcut kutsiyeti, “okunmuş” ya da “yazılmış” taşları içine almakla, artıyor, okunmakla veya yazılmakla taşınkinin arttığı gibi. Ağızdan gönderilen veya yazılan “istida”, Sûrâ Süresi’nin “onlar ümidi kestikten sonra yağmuru indirir, rahmetini yayar…” [120] Ayet’idir. Burada Kybele’nin Allah’a tahvili görevini de imam yüklenmiş.

Tükürüğün kudretini de biliyoruz, dolayısıyla taşların, çuvala doldurulmadan önce (dişler değdirilmeden) yalanmalarının nedenini de anlıyoruz.

Duanın bazen bir at kafasına yazılması keyfiyeti (örneğin Acıpayam-Dz, Hasankale-Ezm, Uluborlu-İsp) de, kanımızca, önem taşıyor. Atın, Asya’da başlıca kurban hayvanı olduğundan söz etmiştik. Ama burada onu değişik bir açıdan ele almayı yeğliyoruz.

Zeus, kur’a çekerek, kozmik diyarları paylaştırmıştı. Okyanus Poseidon’a, yer altı dünyası Hades’e, Gökyüzü de kendisine kalmıştı. Aslında Poseidon, çeşitli sebeplerle ilk evrensel hükümdarlığını yitirmiş bir eski büyük tanrıydı. Gerçekten Pylos’ta, Akha’lar devrinde onun mevkii kesinlikle Zeus’unkinden üstündü. Ona tapan Hint-Avrupalı ulus, güney Helenistan’a varmadan önce denizi bilmezdi; dolayısıyla Poseidon’a özgü niteliklerin bir çoğunun denizle hiçbir ilintisi yoktu. O, atların tanrısı, Hippios olup birçok yerde onu at şeklinde temsil ve böylece ona ibadet edilirdi. Arkadia’da Persephone’ye rastlamıştı. O da, bu çapkından kurtulabilmek için kısrak kılığına girmişti ama o, aygıra dönüşüp emeline nail olmuştu.

Poseidon’un atla ilişkisi, Hint-Avrupalı müstevliler için bu hayvanın önemini ifade ediyor. Tanrı, atların hâliki, babası veya bunları tanzim ve tevzi eden varlıktı. O ise ki, yer altı dünyasıyla da münasebet halindeydi.[121] Gerçekten, M.Ö. 1900’lere doğru Hint-Avrupalılar beraberlerinde atla Helenistan’a vardıklarında, burada bir Toprak-Ana ve sevgilisini bulmuşlardı; müstevliler suların, mümbitliğin ve yer altı dünyasının hâkimi at-tanrı’larını, işbu sevgiliyle ayniyet haline sokmuşlardı.[122] Daha sonraki, üne ulaşmış Hippodames, Hippocrates… gibi isimler, işbu Hippios’un hatırasını taşımaktadırlar, Anadolu’nun İslâmlaşmış bazı mitosları gibi:

“Hacim Sultan, halka ziyafet çektikten sonra dua – semâ oldu, sohbet tamama erdi. Baktılar ki bir nice kimseler iki bacı hatunla geçip giderler. Hacim Sultan bunlara ‘nereye gidiyorsunuz?’ diye sordu. Onlar ‘muradımız var, Seyyid Gazi dergâhına gidiyoruz’ dediler. ‘Muradınız nedir?’ dedi. Onlar ‘oğlumuz olmuyor…’ dediler… Hacim Sultan ‘varın şu geniş yerde durun’ dedi. Hatunlar vardılar, geniş bir yerde durdular. Hacim Sultan ayağa kalktı, aygır gibi kişneyip üstlerine yürüdü. İki kadının birisi durdu, birisi kaçtı. Hacim Sultan o kaçmayan kadını yatırıp arkasına eliyle bir kere vurdu, ‘senden’ dedi ‘bizim oğlumuz gelecek, adı Osman olacak, yiğitlik çağında biraz yoldan dışarı yürüyecek ama sonra yola gelecek’… Çocuk… büyüdü, erlikler gösterdi, yiğit bir genç oldu. Haramiliğe başladı… nice yıl yol kesti, bel kesti. Yalnız yılda bir kere ziyafet verir, ili günü doyururdu…”. Kaçan kadına da çok kızmış olacak ki “ondan bir taş dünyaya gelecek” diye kehanette bulunmuş![123]

Sanki Zeus’ların, Herakles – Herkules’lerin öyküsünü dinlemiş gibi oluyor insan.

Duanın at kafasına yazılıp suya bırakılmasının, bu hatırlatmadan sonra, izahını bulduğunu sanıyoruz. Eşek ve koyunun da devreye girmesini biz, özellikle ilki için, aynı equus cinsinden bir “ikame” olarak görüyoruz. Gaziantep’te merkebin başının yıkanması da, beygir başı kesilemediğinden, ikame hayvanının ritüel saflığa getirilmesi ile ilişkili olmalıdır. Koyun kafatasına gelince, birinci şık varit olmakla birlikte bugün bu hayvan mutat kurban hayvanıdır.

Nurhak Türkmen’leri de “gâvur kafatasını” suya daldırıyorlar.[124] Bu arada, bir ayrıntıya da kısaca yer vereceğiz: kuzey Kafkasya Türklerinin bağ ve bostanlarında, nazarlık olarak, kazıklar üzerinde at kafatası bulunuyor. Bunun aynını A. İnan Türkistan’da, Kazak – Kırgız’larda ve Başkurt’larda görmüş.[125]

Elâzığ’ın Sün köyünde Hoca Seyit mezarlığında bulunan bir insan kemiğinin de akarsuya atıldığını zikretmiştik. Diyarbakır’da da Yahudi mezarlığından bir kafatası çıkartılıp Dicle’ye atılırmış ama sonradan bu âdet, bir Yahudi’nin başına bir teneke su dökmek şekline dönüşmüş.[126] Vakfıkebir’in Şalpazarı köyünde de, havanın kurak gitmesi halinde bir kâfire ait kafatası atılır. Bu kez yağmur fazla yağacak olursa, dereye bir “piç”in atılmış olduğuna inanılır.[127] Bu noktada Anadolu’nun güneyiyle kuzeyi birleşmiş gibi görünüyor. Biz bütün bunlarda sulara insan kurbanının bir kalıntısını görmekteyiz.

Yılan da yakılıyor, dut ağacına akrep de asılıyor. Hindistan’da yılan, mutat zebihalar arasında görülüyor. Akrep her halde, zehirli olması itibariyle, yılanın yerine bir “ikame” hayvanı olarak telakki edilmelidir; üstelik çok daha kolay ele geçer, duaya çıkılacağı gün. Kaldı ki, her ikisinin de Mithra ile münasebetini biliyoruz, Mithra’nın da Orion’la, göklerle, yağmuru verecek göklerle…

Beraberce yenen yemeğin bildiğimiz sembolizmi, tanrılarla muaşeret amacı vs… ister çocukların kendi aralarında, ister cemaatin subaşında yedikleri toplu yemeği izah ediyor.

Melekleri, ya da Tanrı’nın doğruca kendisini uyandırma işi sadece “Doda çanı”na bırakılmaz. Çoğu yerde de köyün sürüleri dua mahalline getirilir, çeşitli yöntemlerle hayvanların bağırmaları sağlanır. Keza çift ve üvendire de, bazı yerlerde, meselâ Acıpayam (Dz) da, dua mahalline taşınıyor, yalvarışın etkisini artırmak, yağmuru gönderecek müteâl varlığın merhametini tahrik etme amacı ile. Mamafih, mezkûr müteâl varlık bizzat “çiftçi” de olabilir ki, ona, tarım araçlarını göstermekle görevi hatırlatılmış olur. Ayrıca, sembolizmini gördüğümüz sabanla tarla sürme ve phallus kültü öğeleri de bahis konusu olabiliyor. Kutsiyet bakımından bir tepe ile bir veli türbesi arasında seçim bahis konusu olursa, ikincisi lehine tecelli eder, bu seçim. Ayrıca ritüel safiyeti haiz kişiler, çocuklar, ihtiyarlar, (yataklarında yalnız yatan) dul kadınlar seçilir, merasimin başlıca oyuncuları olarak. Genç evlilerin suya atılmaları da aynı anlam çerçevesi içindedir.

Bir de bitkisel bir görünüm arz eden bir dua türü var, Adana’nın Karalar aşireti arasında ve Soma’da. Bunda “yukarıdaki” varlığı yeşillikle “harekete geçirme” şekli deneniyor: çırılçıplak soyunmuş bir çocuk ağaç dallarıyla örtülüyor. Öbür çocukların arasında dolaştırılan bu çocuğun başından aşağı evlerden ve dükkânlardan su dökülüyor. Yine bitkiyi kullanan bir başka tür de, ellerinde birer sırıkla toplanmış çocuklar bu sırıkların ucuna, duvar diplerinde biten geniş kabalak yaprağı bağlarlar. En öndeki grup başkanının sırığı en iri yapraklarla donatılır ve evlerden verilecek yiyecekleri de bu başkan, boynunda o amaçla sarkan torbada toplar.[128]

Burada “Gelin”i, bitkisel bir “suret” temsil ediyor, tıpkı Adonis – Attis’in, consort sıfatıyla, mümbitlik tanrıçası Büyük Ana’yı temsil ettiği gibi…

Güney Türkmen’lerinde, yağmurun fazla yağması halinde sokağa bir demir parçası atılmasının urasa olduğunu görmüştük. Aynı amaçla Sivas’ta, sacayağı bulunmazsa yine bir demir parçası dışarı atılır, Tortum’da (Ezm) da sokağa tandır demiri ya da sacayak konur, üstüne tuz dökülerek ezan okunur. Bu, doluyu dindirmek için de uygulanır. Keza dolu dindirmek üzere de Kastamonu, Hendek (Sk) ve Reşadiye’de (To) bahçeye ters sacayağı konur; yine Hendek’te yere bıçak saplanır; Sivas’ta balta, ağzı yukarı gelecek şekilde bırakılır. Kırşehir’de de demir maşa mangalın altına konur.[129]

Bu uygulamalar, istenmeyen fazla yağmurla tümden zararlı dolunun “şeytan işi”, cinlerin marifeti olduğu kanısına açıkça delâlet ediyor. Sacayağın üçgen şeklinin sembolizmi bir yana, demirle tuz gibi cin kaçırıcı malzeme bu önleyici görevi yerine getiriyor; demir de sacayağı, bıçak, balta, herhangi bir parça, maşa, mangal vs. şekilleriyle kullanılmış oluyor.

Yedi rakamının (yedi bin, yetmiş bin ve her halde yetmiş’in ağza alınması istenmediğinden yetmiş bir bin taş), sairleriyle birlikte, neler ifade ettiğini ilerde teferruatıyla göreceğiz.

Meselâ Bayramıç’ta olduğu gibi, insanların suya atılmalarını[130] biz yine kadim devirlerin insan kurbanı âdetinin bir devamı olarak görüyoruz. Niğde menşeli bir gazete haberi[131] bu görüşü doğrular mahiyettedir: “Niğde yolundaki mumyaları, köylü yağmur duası için dereye atıyor. Niğde’nin Kuzeydoğusunda, 130 km.lik bir kanyonun 13 km.sini teşkil eden “Ihlara Vadisi” ve civar… vadinin bu 13 km.sinde yüz bir kilise ve binlerce kaya mezar bulunmaktadır… Kaya mezarlarda yatan ölülerin hepsinin cesetleri tahnit edilmiştir. Buraya ayrıca “Mumyalar Vadisi” denmesinin sebebi de budur”.

“İlk ceset, yüz yıl önce bir çoban tarafından tesadüfen bulunmuş, köylü bunu Omar Çayı’na atıp telef etmiştir. O zamandan beri bu usul, köylüler arasında âdet olmuş ve kurak mevsimlerde mezarlarından çıkarılan tahnit edilmiş cesetler çaya atılarak taşlanmak suretiyle yağmur duası ayinleri yapılmış, buna da “Gâvur taşlaması” denmiştir…”.

Gördüğümüz kadarıyla bu işte “zebiha” olarak madrabaz kullanılamadığından, ondan farksız sayılan kişiler, ezcümle “iki veya daha çok karılı”, yani zengin kişinin, hiç değilse bir parçası olan, çörteni veya ayakkabısı, imamın kendisi, suya atılıyor. Hiçbir dinî eylem, içtimai içerikten azade değildir.

Yağmur duası oyununu bir Bektaşî fıkrasıyla noktalayacağız.

Köyün biri kuraklıktan mahvolmak üzereymiş. O güne kadar etmedikleri dua, taşları okutmadıkları hoca kalmamış. Bir Bektaşî dedesi civardan geçiyormuş. Köylü sarmış etrafını: “Dede, son umut sende!”…

Dede, “hele biraz durun” deyip sırtından çıkardığı bin bir yamalı hırkasını oradaki küçük derede yıkamaya koyulmuş; sonra da onu kayaların üzerine serip çubuğunu yakmış. Köylünün sabırsızlık göstermesine vakit kalmadan etrafı kara bulutlar kaplamış ve şiddetli bir yağmur boşanıvermiş!

Dedeyi nereye koyacağını bilemeyen köylüyü bu arada bir meraktır almış: bu kadar “âlim hoca”nın beceremediği bu işi erenler hangi duayı okudu da başardı?

“Ben dua filân okumadım, “yukardaki”yle aram açık, hırkam kurumasın diye yağdırdı yağmuru!”…

Kuraklığın getireceği sefaleti önleme çabası içinde olup da bunu önleyecek olan duayı “imamın evini sele ver, gızını bana ver” diye bitiren homo ludens’in simgesi Bektaşî de yağmuru böyle yağdırır işte, sefahat âlemine dalmadan, halkı tahkir etmeden…

 

[1]              S-. Lloyd.- Early Highland peoples of Anatolia, London 1967, s. 72 ve H. Hellenkemper and J. Wagner.- The God on the Stag, in Anatolian Studies XXVII, 1977, s. 167.

[2]              M. Eliade.- Traité, s. 80.

[3]              ibd., s. 89-91.

[4]              ibd., s. 100.

[5]              ibd.. s. 135.

[6]              G. E. von Grunebaum.- Mohammadan festivals, s. 33.

[7]              Koruyucu yılan, (ejder) ve kuş (Anka) kavramı.

[8]              Ş. Yaltkaya.- Eski Türk ananelerinin bazı dinî müesseselere tesiri, in TTKg II, 1943, s. 693-4.

[9]              A. Bel.- İstiska, in İA.

[10]            T. Fahd.- Le monde du sorcier en Islam, s. 187-8. 199 ve G. Vajda.- Israel et le Judaïsme, s. 138.

[11]            G. Condominas.- Notes de lecture sorciers et magiciens, in Le monde du sorcier, s. 13-16.

[12]            A. Kardiner and E. Preble.- Introduction â l’ethnologie, Gallimard, 1966 s. 112, 126-7.

[13]            ibd., s. 244.

[14]            M. Vieyra.- Le sorcier Hittite, in Le monde du sorcier,s. 101-2.

[15]            Tarifi için bkz. C. I, s. 300.

[16]            G. Suliteanu.- Le N’DEMEZ, une ancienne coutume de travail collectif chez les Tatars de Dobroudja, in TURCICA IV, 1972, s. 79.

[17]            Tarafımızdan belirtildi. Bu prensipleri hemen yukarda görmüştük.

[18]            Tarafımızdan belirtildi. O. Acıpayamlı.- Türk folklor ürünü yağmur duasıyla ilgili yapı ve fonksiyon sorunları, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV, Ank. 1976, s. 1 ve dev.

[19]            M. Eliade.- Traité, s. 86.

[20]            ibd., s. 133, not 1.

[21]            Bkz. C. I, s. 81-2.

[22]            R. Dussaud. -Prélydiens, s. 89-96 ve G. Contenau.- La civilisation des Hittites, s. 151-2.

[23]            R. Dussaud.- op. cit., s. 103.

[24]            G. Widengren.- Les religions de l’Iran, s. 347-50 (Herhalde “bârânkartâr” olmalı)

[25]            ibd., s. 65-6.

[26]            S. Sauneron.- Le monde du magicien égyptien, s. 55.

[27]            Tarafımızdan belirtildi.

[28]            Z. Velidi Togan.- İbn al-Fakih’in Türklere ait haberleri, in Belleten 45, Ocak 1948, s. 15-6.

[29]            Deguignes.- op. cit., III, s. 51-2.

[30]            ibd. V, s. 412-5.

[31]            Gizli Tarih, par. 143.

[32]            T. Fahd.- Le monde du sorcier en Islam, s. 176, 187.

[33]            BTL, mad. “cedde”.

[34]            A. İnan.- Eski Türk dinî tarihi, s. 251-2.

[35]            DLT III/3. Ayrıca bkz. III/159.

[36]            M. F. Köprülüzade.- Eski Türklerde dinî-sihrî bir an’ane: “Yat veya yağmur taşı”, in EFD IV/1, 1925, s. 11; zikreden O. Acıpayamlı.- Türkiye’de yağmur duası II, in AÜDTCFD XXII/3-4, Tem.-Aralık 1964, s. 223-4.

[37]            J.-P. Roux.- Le chaman, in Le monde du sorcier, s. 207 -8.

[38]            Vasıta ikamesi.

[39]            A. İnan.- Tarihte ve bugün Şamanizm, s. 160-5.

[40]            B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 27.

[41]            ibd., s. 323.

[42]            L. Levy-Bruhl.- L’expérience mystique et les symboles chez les primitifs, Paris 1938, s. 223.

[43]            J. Frazer.- The golden bough, s. 82-3.

[44]            ibd., s. 155.

[45]            H. Massé.- Croyances I, s. 176.

[46]            Nakleden N. Gözaydın.- Çuvaş’larda yağmur duası, in Uluslararası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri (Konya) Bildirileri, Ank. 1976, s. 44-8.

[47]            Tarafımızdan belirtildi.

[48]            “Şeyh Nuri”den galat olmalı.

[49]            A. Terzibaşı – Irak Türkmenleri arasında yağmur duası törenleri ve sosyolojik değeri, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV, Ank. 1976, s. 305-10.

[50]            A. Caferoğlu.- Orta Anadolu ağızlarından derlemeler, İst. 1948, s. 6-7.

[51]            ibd., s. 79.

[52]            ibd., s. 33.

[53]            ibd., s. 129.

[54]            ibd., s. 83.

[55]            ibd., s. 196.

[56]            ibd., s. 169.

[57]            Kepçe gelin’in yerli adı.

[58]            A. Caferoğlu.- Sivas ve Tokat illeri ağızlarından toplamalar, İst. 1944, s. 87-8.

[59]            ibd., s. 170. Son iki mısra tarafımızdan belirtildi.

[60]            ibd.

[61]            A. Caferoğlu.- Güneydoğu illerimiz ağızlarından, s. 63-4

[62]            ibd., s. 68-9

[63]            Çömçe-Kepçe gelin.

[64]            A. Caferoğlu.- op. cit., s. 87.

[65]            ibd., s. 118.

[66]            ibd., s. 167-8.

[67]            Tarafımızdan belirtildi.

[68]            ibd., s. 248.

[69]            A. R. Yalman.- op. cit. II, s, 225.

[70]            Communal yemek

[71]            N. Erdentuğ.- Hal Köyü’nün etnolojik tetkiki, Ank. 1956, s. 18-1.

[72]            Tarafımızdan belirtildi.

[73]            N. Erdentuğ.- Sün Köyü’nün etnolojik tetkiki, Ank. 1959 s. 12.

[74]            Her halde “kâfir” veya “yabancı” manasına. Bkz. C. I, s. 161-2.

[75]            Her halde “Doksan” (H. 1290) olacak.

[76]            Tarafımızdan belirtildi.

[77]              Gökkuşağı, alâimisema.

[78]            H. Koşay.- Ankara budun bilgisi, Ank. 1935 s. 198-9.

[79]            J. C. Oman.- Indian life, religion and social, s. 274, zikreden W. Simson op. cit., s. 102-3.

[80]            H. T. Cinlioğlu.- Tokat’ta yağmur duası, in TFA 138, Ocak 1961, s. 2304.

[81]            M. Candan.- Kastamonu’da yağmur duası, in TFA 140, Mart 1961, s. 2342.

[82]            O. Acıpayamlı.- Türkiye’de yağmur duası, in AÜDTCFD XXI/1-2, Ocak- Haz. 1963.

[83]            O. Acıpayamlı.- Türk folklor ürünü yağmur duasıyla ilgili, s. 5.

[84]            N. Keklik.- Muhyiddin İbn’ül Arabî, İst. 1966, s. 150. Ayrıca bkz. s. 15.

[85]            Bakire Meryem kavramı…

[86]            P.N. Boratav.- İstiska, in İA.

[87]            Eflâkî II, 8/32 (s. 256-8).

[88]            Bkz. C. I, s. 294-6.

[89]            Eflâkî II, 3/574 (s. 55).

[90]            A. H. Layard.- op. cit. II, s. 72-3.

[91]            O. Acıpayamlı.- Türkiye’de yağmur duası.

[92]            B. Çete.- Mersin’in Tepe Köyü’nde Dodu, in TFA 67, Şubat 1955, s. 1068.

[93]            H. Massé.- op. cit., s. 177.

[94]            B. Çete.- op. cit.

[95]            M. Candan.- op. cit.

[96]            H. T. Cinlioğlu.- op. cit.

[97]            O. Bolulu.- Reşadiye’de inançlar, in TFA 88, Kasımı 1956, s. 1397.

[98]            O. S. Adal.- Savur’da yağmur duası, in TFA 141, Nisan 1961, s. 2366.

[99]            R. Turgay.- Ankara’da yağmur duası, in TFA 143, Haziran 1961, s. 2415.

[100]          B. Bahçeci.- Borcak’ta yağmur duası, in TFA 117, Nisan 1959, s. 1183.

[101]          Ö. Özbaş.- Gaziantep dolaylarında Türkmenler ve Baraklar, Gaz. 1958, s. 52-3.

[102]          Rumeli muhaciri ağzıyla Meriç-Arda’nın ötesi, genellikle Boğaziçi’nin ötesi, Trakya.

[103]          S. S. İşçiler.- Tekirdağ’da yağmur duası, in TFA 145, Ağustos 1961, s. 2479.

[104]          O. Acıpayamlı.- op. cit.

[105]          Seyahatnâme, s. 357.

[106]          Şamanizm, s. 109 ve Türlü törenlerde ters giyme âdeti, in TFA 116, Mart 1959, s. 1861.

[107]          Bkz. C. I, s. 850.

[108]          G. Suliteanu.- op. cit., Pl II, fig. 4.

[109]          Bkz. C. I, s. 524.

[110]          O. R. Gurney.- The Hittites, s. 184.

[111]          Yağmur duasının Anadolu’da aldığı adlar arasında Kelis ve Hucrik de vardır ki “ilki Arapça, diğeri Kürtçe kukla anlamına gelmektedir” diyor Acıpayamlı (AÜDTCFD XXII/3-4, Tem.-Ar. 1964, s. 222). Biz bunları tahkik edemedik.

[112]          A. Caferoğlu. TÜR.- Anadolu ve Azerbaycan çocuk folklorunda Şamanizm bakiyesi, s. 144-7.

[113]          Şamanizm, s. 42-4.

[114]          GA III, s. 173.

[115]          A. Van Gennep.- op. cit., s. 217-9.

[116]          N. Onk.- Hıdır Nebi ve Kosa-Kosa, in Türk Kültürü, 172, Şubat 1977, s. 230 ve dev.

[117]          A. İnan.- Şamanizm, s. 165.

[118]          H. Tanyu.- Türklerde taşla ilgili inançlar, s. 125.

[119]          ibd., s. 148.

[120]          42/28.

[121]          M. Eliade.- Histoire, s. 277-8.

[122]          ibd., s. 455.

[123]          A. Gölpınarlı.- Vilâyet-Nâme, s. 85-6.

[124]          A. R. Yalman.- op. cit. II, s. 361.

[125]          A. İnan.- Nazarlıklar, in TFA 169, Ağustos 1963, s. 3138.

[126]          Ş. Beysanoğlu.- Diyarbakır’da kuraklıkla ilgili âdet ve inanmalar, in TFA 300, Temmuz 1974.

[127]          H. Erata.- Şalpazarında yağmur duası, in TFA 314, Eylül 1975, s. 7417.

[128]          O. Acıpayamlı.- op. cit.; ayrıca bkz. ibd., in AÜDTCFD XX/3-4, s. 245.

[129]          N. Tan.- Türkiye’de yağmur ve dolu dindirme uygulaması, in TFA, 311, Haziran 1975.

[130]          H. Tanyu.- op. cit., s. 115.

[131]          Hürriyet, 30 Kasım 1967.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.