Yezidî’lere geçmeden önce gnostik’ler (Arifiyyûn) vesilesiyle sözünü etmiş olduğumuz Mandeî’lere, mevzumuzla yakın alâkası itibariyle, kısaca değineceğiz.
Bunlar kendilerini mandayye (gnostik’ler) veya nasorayye (dinin ahkâmına riayet eden) tesmiye ederler; bugün ise bu tabirlerden ilki, dinî görevi olmayan kişiyi ifade ediyor.
Mandeî’lerin kökeninden söz etmek o kadar kolay olmayacak. Kendileri dahi, dinleri aslî olup ışıklar âlemince tesis edilmiş olduğuna göre, dünya tarihiyle ilişkileri olmadığına inanırlar. Bir efsanevî gelenek Nusayrî’lerin, ya da bunlardan bir kısmının Milâdî I. veya II. yy.da, son Parth kralları devrinde Harran ile Nizip arasından Güneydoğu Anadolu’ya duhul ettiklerini ifade edip bu aynı metin, Bağdat’a yerleşmiş bir Nusayri topluluğunun Sasanî idareciler altındaki öyküsünü anlatıyor. Bu gelenek aynı zamanda Vaftizci Yahya’nın (Yohanna) menkıbesini de içeriyor, “Hakikat’in peygamberi” ve “Işık’ın kralının resulü” olan Yahya’nın. Ondan, başka metinler de söz ediyor ve Mandeî’ler ona “peygamber”leri gözüyle bakıp onu İsa’nın bir muarızı olarak kabul ediyorlar. Bunlar, hiç şüphesiz, İsa ile efendisi Yohanna arasındaki eski tarihî muhalefeti muhafaza etmiş olan sapık (heretical) Hristiyan ya da gnostik efsaneleri devam ettirmişler ve bu menkıbelere bir Mandeî şekil vermişlerdir. Bunun dışında Vaftizci Yahya, Mandeî ilâhiyatın merkezî şahsiyeti değildir.
Mandeî’lerin Hristiyanlığa husumet derecesi, bunların evvelce Hristiyan oldukları varsayımını iyice zayıflatıyor. Her ne kadar Mandeî edebiyatında Yahudi’lere karşı sert çıkışlar varsa da Mandeî veya Nusayri’lerin Yahudi kökeni inkâr edilemez. Ortada, gnostisismin girdabına düşmüş bir syncretic Yahudi düşüncesinin mevcut olduğunu gösteren birçok emare bulunuyor. Mandeî ve Nusayrî’likte İran, geç Babilonya, Suriye ve Grek unsurlarının eklendiği bir Yahudi temel görülüyor.
“Orthodox” Yahudi baskısı ilk Nusayri topluluğunu Filistin’de Ürdün vadisinden doğu ülkelerine doğru hicrete zorluyor; bu olayın en geç II. yy.da vaki olduğu sanılıyor, zira birçok Mezopotamya ve Parth öğesi, bu bölgelerde haylice uzun bir ikametin işareti oluyor. III. yy.da Manihaismin banisi Mani, Mandeî toplulukla temasa geliyor ve muhtemelen de ondan etkileniyor.
Mandeî’lerin Dicle ve Fırat topraklarına yerleşmelerini müteakip geleneklerine yeni fikirler ekleniyor, birçok İranî unsur benimseniyor. Hristiyan ve özellikle Bizans kiliseleriyle ihtilâf, bizde Bizans baskısı şüphesini uyandırıyor: “Bizanslı – rumaya” İsa, çoğu kez topluluğun zalimi olarak adlandırılıyor…
Kült aletlerinden ikisi dikkatimizi üzerlerinde topluyor. Bunlardan ilki ritüel sancak (drafşa–drabşa) olup hiçbir aslî manası olmayan haçvari bir ağacın ucuna sarılı uzun bir ensiz ipek parça, haçın tepesinde mersin ağacından bir çelenk ve haçın alt kısmında, gözden saklanmış ve bir altın halkanın tespit ettiği yedi adet ince mersin dalından ibarettir. Bu sancak ışığın simgesi olup bütün bunların gökyüzü dünyasında da mevcut olduğuna inanılır. Güneşin, ayın ve yıldızların ışığı, gemilerinde seren yerini tutan bu sancaklardan yansır.
Bizim için ilginç olan öbür kült eşyası da, üzerinde bir yılanın çevrelediği bir arı, bir aslan ve bir akrep bulunan yuvarlak bir mühürdür.
En önemli ayinlerinin başında vaftiz gelir ki burada su kültünün çok özgü bir örneğini görmek mümkündür. Bu ayin ancak “yaşayan”, yani akan suda icra edilebilir. Dua, ilâhı ve düstur takririnden sonra rahip, adayın alnını susam yağıyla ovar. Bundan sonra kutsal ekmek ve sudan oluşan yemek yenip aday, cin, ifrit, şeytanlara karşı “mühürlenir”, yani başının üstünde “mühür duaları” okunur.
Susam’ın, Eskiçağ’ların iktisadi koşulları altında bir zenginlik simgesi olduğu hatırlanacaktır.[1] Vaftizin anlamına gelince, Ürdün suyuna daldırılma, ışık dünyası ve onun şifa verici gücüyle temas kurma, günahlardan arınma manasına gelir. Mandeî imanı tamamen ruhun kaderiyle ilgilidir. Bedeninki hiç düşünülmez. Sonradan Dicle suları, aynı Ürdün’ünkiler gibi, ritüel tathire salih hale gelecektir.
Ölümlerde, ruhun “uğurlanması” ayinlerinde ağırlık, fatiri tabir edilen, mayasız yufka ekmeklerin hazırlanıp takdisinde olup bunları sadece rahipler yemeye mezundur. Başlangıçta muhtemelen bu ekmekler, müteveffanın ruhunu temsil ediyorlardı ve bunlarla ruh, güç kazanıyordu.[2]
Fatir’in Arapça “mayalanmamış-ekşimemiş” (“hamir”in zıddı) demek olup bu sözcüğün geniş alana yayılmış ekmek tiplerinin kökünü teşkil ettiğini daha önce söylemiştik.[3] Ama bu kere karşımıza bir başka Fatir daha çıkıyor, Nusayri’lerde “Fatima’nın müzekker adı” olarak ve yine Arap harfleriyle “tı” ile yazılan bir “Fatir”. “Çünkü” diye ekliyor L. Massignon,[4] “kadınların ruhu yoktur; bundan dolayı onlar da, mezhebe dâhil olanlar içinde misafirperverlik hediyesi arasında bulunabilirler”…
Nusayri’lerin bazı yemek “yasak”ları üzerinde bilgilerimiz var: deve, tavşan, yılan balığı nevilerinin hiçbiri ağza konmuyor. Bunun dışında, bunların şemsiyye fırkası da dişi veya sakat hayvanlar, ceylan, kirpi, yengeç, midye, balkabağı, bamya, domatesi kendilerine yasak etmişler. Bu maddelerin sembolizmi üzerinde uzunca teemmül etmeden yengecin zodiak- akrep, midyenin stridye, balkabağının Bektaşî tacı, bamyanın hilâl ya da biberle… müşabeheti akla geliyor. Aşağıda göreceğimiz gibi Yezidî’ler bu tabulara balıkların tüm türlerini, marulu (yeşil salata – lettuce), fasulyeyi de ekliyorlar, kendilerine göre sebeplerle.
Bugün akıllarda kalmış sebepler ne olursa olsun, ilk sembolizmin aynı olduğunda şüphe yoktur. Meselâ bamyanın Fransızca eski adı corne grecque, yani “Rum boynuzu” olması akla yukarda söylediğimiz hilâl, ya da boynuz (bolluk boynuzu) kavramını getiriyor. Kabağın, bilhassa su kabağının da, hem Uzak Doğu, hem de Afrika’da yerleşmiş, çok cepheli sembolizmi bulunmaktadır. Bu sebze bir taraftan aptallığın ifadesi olurken, çekirdekleri bazı Afrika toplumlarınca zekâ simgesi olarak yenmektedir. Gerçi, çekirdekler alındıktan sonra geriye “kabak” kalır…[5]
Bol çekirdeği dolayısıyla su kabağı Çin’de, ağaç kavunu, portakal, karpuz gibi bir bereket ve doğurganlık sembolü olmuştur. Uzak Doğu’nun birçok kavmi, bu arada Laos’lular, dünyanın eksenini teşkil eden sarmaşığın taşıdığı su kabaklarından doğmuşlardır. Tai’nin semavî kabakları, gerçek bereket boynuzları olup bütün beşerî nevilerden gayri tüm pirinç çeşitleriyle gizli bilimlerin kitaplarını da içerirlerdi. Hayat kaynağı olan su kabağı ayın zamanda yeniden doğuşun simgesi olmakla Taoist’ler bunu bir ölümsüzlük gıdası olarak telakki etmişlerdir. Çinlilerin efsanevî atası P’ankou, bir su kabağı sayesinde tufandan kurtulmuştu. Hattâ kendisinin dahi bir kabak olmuş olması mümkündür. Çekirdeklerinin ölümsüzlük daneleri olarak itidâl-i rebiî’de (ilkbahar tesaviinde) istihlâk edilmesinin manası anlaşılıyor: bu mevsim, yenileşme devridir…
Batı Afrikalı Bambara’larda su kabağı, kozmik yumurtanın, gebeliğin, kadın rahminin simgesi olmaktadır. Bu kıtanın aynı cihetinin bir başka toplumunda, Dogon’larda, dişil sembol olmakla birlikte bu sembolizmde kameri yön, ağır basmaktadır.[6]
[1] “Açıl susam, açıl!”… Bkz. C. I, s. 621.
[2] K. Rudolph.- Mandaeism, Leiden 1978, s. 1-9.
[3] Bkz. C. I, s. 364, 380-1.
[4] L. Massignon.- Nusayri’ler, in İA.
[5] Bkz. C. I, fot. 15.
[6] Dictionnaire, mad. “courge, gourde, calebasse”.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.