“XVI. yy.da. Mardin’in bir mahallesi Şemsiyye adını taşımakta olup burada oturan halk erâmine olarak kaydedilmiştir. Bunlar şemsî dininin mensupları olmalıdırlar”.[1] XVII. yy. başlarında Diyarbekir’e gelen, aslen Kefe’li bir Ermeni ailesinden olan Polonyalı Simeon bu kentin “Mardin Kapısı’nın dışında gördüğümüz bir putperestlik tapınağının Şemsî’lerin karargâhı olduğunu anladık. Şemsî’ler evvelce her cumartesi günü orada toplanarak akşama kadar yer içer, karanlık basınca ışıklar yakarak bir müddet dua ederler, sonra da ışığı söndürerek putperestlik devirlerinde olduğu gibi hayvani bir surette birbirlerine sarılıp baba kızı, kardeş hemşiresi, anneler de çocukları ile cinsî münasebette bulunurlardı. Erzurum Çingeneler diyarı olduğu gibi, burası da Şemsî’lerin merkezidir. Bu işlerden haberdar olan bir beylerbeyi, onları yanına çağırarak kendi ibadetgâhlarına devamı men etmiş, bilâhare de bunların namazları olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiçbirine merbut olmadıklarını ve yalnızca Ermenice konuştuklarını anlayınca, tekrar yanına çağırarak hangi mezhepten olduklarını sormuş. Onlar Ermeni olduklarını söyleyince beylerbeyi ‘öyle ise Ermeni kilisesine veya camie devam edin, aksi takdirde hepinizi kılıçtan geçiririm’ diye tehditte bulunmuştur. Şemsî’ler yalvararak ve rüşvet vererek Ermeni kilisesine gideceklerine dair söz verdikten sonra salıverilmişler; fakat emre itaat etmeyenlerin malları müsadere, kellesi de uçurulacağına dair şiddetli emir çıkarılmıştır. Böylelikle Şemsî’lerin tapınağı battal kalmış, kendileri de İran’a, Süryanî memleketine, Tokat’a, Merzifon’a ve daha başka yerlere dağılmışlardır. Burada kalanlar ise korkularından, kendileri namına kiliseye gitmek üzere Ermenilere ücret vermeye, bazıları da ihtiyari cumartesi günleri nöbetle bizzat kiliseye gitmeye başlamışlardır” diye anlatıyor.[2]
“XV. asır Ermeni müelliflerinden Mezof’lu Toma, Timur ve haleflerine ait eserinde Timur’un Şemsî denilen tarikatçılarla meskûn Şol, Sımarakh, Safari ve Maraşi adlı Mardin köylerini yerle bir ettiğini, fakat ‘bu putperest tarikatçıların, bilâhare, şeytani bir surette Mardin’de ve Amid’de tekrar çoğaldıklarını’ yazar. Ermeni müelliflerinin arevortik (güneş-oğulları) tabiriyle zikrettikleri bu tarikat, V. asırdan beri Ermeniler arasında görülen Pavlikyan[3] Borborit, Tondraklı vs. adlarla bilinen tarikatların bir nevi devamıdır. Eski İran menşeli olup zahiren Hristiyanlığa bağlı bulunan bu tarikatlara karşı V. asırdan beri şiddetli mücadele yapılmasına rağmen, VIII.-XI.-XII. asırlarda muhtelif adlar altında ve nihayet XIV. asırda “Arevortik” ismiyle tekrar ortaya çıkmıştır. Patrik M. Ormanyan’a nazaran, zamanımızdaki Yezidî tarikatının Arevortik’lerin bir devamı olduğu zannedilmektedir”[4]
Önemli bulduğumuz bu Arevortik’ler üzerinde biraz duracağız: bu cildin ikinci bölümünde ele alacağımız toprak meselelerinin tarihçesine ışık katkısında bulunabilirler.
Ermeni Ortaçağ’ının heretical hareketleri arasında, “Güneşin Oğulları” Arevortik’ler belli bir yer işgal eder. Bu hareket Armeniyye ve Mezopotamya’da, bilhassa XI.-XII. yy.larda haylice gelişmiştir. Bu heretic’ler ve bunların bazı cemaatlerinden muahhar dönemlerde de söz edilir. Her ne kadar Paulician ve Thondrakites’lerinki kadar vüsatlı olmamış ve bunlarda olduğu gibi feodal sınıfa karşı açık bir mücadeleye varmamışsa da bu hareket Kilise’yi yine de haylice uğraştırmıştır.
XIV. yy.da bunların Malazgirt’te bulundukları kaydediliyor. Bu aynı döneme ait tarih kayıtlarında “bazı Ermeni’ler var ki Arevordi adını taşırlar, Ermenice konuşurlar ve güneşe taparlar. Bunların ne yazısı, ne edebiyatı vardır; babalar çocuklarını, ataların, bir putperest ulusun büyük üstadı Magi Zradaşt’dan aldıkları geleneklere göre eğitirler. Yüzlerini güneşe çevirerek ona ibadet ederler, kavak ağacını ve çiçeklerden de zambağı, pamuk çiçeğini ve yüzlerini güneşe çeviren diğerlerini tazim ederler. Kendilerini bu çiçeklere nazir addederler… Reisleri Hazirpet adını taşır (bu, aslında İranî hazarapet unvanı olup eski Armeniyye’de yayılmıştı; burada maliyeyi idare eden memurlara bu ad verilirdi. Ahd-i Atik’in Ermenice tercümesinde bu sözcük Grek Oikonomos’a tekabül eder) ve yılda iki kez veya daha sık çoluk çocuk, kadın erkek çok karanlık bir havada bir gizli mahalde toplanırlar, çırılçıplak soyunurlar ve Hazirpet onlara orada vaaz edip bir çıngırağı çalar”… deniyor.
Kayıtlara göre bu heresy’nin Malazgirt, Amid ve yöresi, Urfa’nın kuzeyinde Samsat (Samosata), Mardin ve belki de Kilikya’ya yayıldığı belirleniyor. Bu itibarla bu itizalin Ermeni’lere inhisar etmeyip Suriyelilere de bulaştığı anlaşılıyor. Bunların Manihaist’lerle de ilişkileri bulunduğunu iddia edenler de eksik değil. Bunda, göreceğimiz gibi, hayli haklı taraf bulunmalı.
Ermeni kilisesinin başlıca tarihçisi M. Ormanyan’a göre Arevordik’ler Thondrakites’lere müşabih bir Ermeni’ler grubu olup güneşe, İblis’e ve kavak ağacına tapma keyfiyetleri bunları bugünün Yezidi’lerine yaklaştırmaktadır.
G.Vantzian da, bunların başka bir dine sahip bulunduklarını ve bunun Zerdüştlükten az fark edilir olduğunu kabul ediyor.
Paulician ve Thondrakites hareketleri, feodal sömürüye karşı açık bir sınıf mücadelesi şeklinde tecelli etmişti; bu yüzden de Basileus ve Kilise bunlara karşı şedit ve amansız davranmıştı. Arevortik’ler ise bu yönde pasif kalmış bir tarikat olarak yaşamışlar, herhangi bir silâhlı eyleme katılmamışlardır. Ama bütün bunlar, bu tarikatın Paulician ve Thondrakites’lerden yana olmalarına mani olmamıştır.
Sorunu ilâhiyat açısından ele alınca Arevortik’lerin güneşe İsa dedikleri ortaya çıkıyor ki bu da resmî Kilise’yi çıldırtmaya yeterli oluyor. XI. yy. Ermeni’sinin sadece putperest yaşantıların değil, aynı zamanda Mazdak’ın öğretilerinin de etkisi altında olduğu anlaşılıyor.[5]
Kimine göre Tus’lu, kimine göre de Buhara ya da Semerkand’lı şair Dakikî (X. yy.), “Dakikî, dünyanın bütün güzellik ve çirkinliklerinden dört şey beğenip seçmiştir: yakut renkli dudak, ceng nağmesi, kan renkli şarap ve Zerdüşt dini” demek olan bir Farsça gazelinde düpedüz ateşperestliğin methiyesini yapmış oluyor ki Sasanî’ler zamanı, eksi İran geleneklerine büyük ilginin duyulduğu bir devirdir. Büyük adamlar, neseplerini ashaba değil, Şahnâme’deki kahramanlara bağlıyorlar. Bu kültürel akım, Sasanî’lerce, siyasî davalarına alet edilmiş ve dolayısıyla bunlarca teşvik ediliyordu.[6]
Yay fazla kurulmuş olacak…
Yukardan beri zikrettiklerimizin çoğu, eninde sonunda İran’da düğümlendi. Dakikî de, daha evvel bir kaç kere kendisinden bahsettiğimiz Rudakî gibi, Zerdüştlüğe sımsıkı bağlanmış görünüyor. Bu itibarla bu konu ve buna bağlı olarak “incest” sorunu üzerinde kısaca duracağız.
Ahmenî Cambyses’in, Zerdüştlükten yana belirtilmesini istediği şey, “khvaetvadatha”, yani en yakın akraba ile evlenmeyi ilk uygulaması keyfiyetiydi. Pehlevi kitaplarına göre bu, son derece şayanı tahsin bir davranış olup ne kadar dar aile çerçevesi içinde, baba ile kızı, erkek ve kızkardeşler, hattâ ana ile oğul arasında uygulanırsa o nispette değer kazanırdı. Herodotus’un verdiği bütün teferruata aynen inanmak gerekirse, Cambyses’in zamanından önce khavaetvadatha batı İranlılarınca bilinmezdi, denebilir. Ancak herhangi bir hükümdarın şahsî keyfinden doğmuş bir uygulamanın, müminlere icbar edilen bir dinî görev haline gelmiş olması da garip görünebilir. Ayrıca Herodotus’un muasırı olan Lydia’lı Xanthos’un da “Magi’ler analarıyla birlikte otururlar; bunların kız evlât ve hemşireleriyle de benzer münasebetleri olmalıdır” dediği kaydediliyor. Yakın kan akrabalığı olan kişiler arasında evlenme uygulamasının Elam’da ve Küçük Asya’nın bazı bölgelerinde mevcut olduğu biliniyor ve keyfiyet anaerkiye bağlanıyor. Bu itibarla batı İranlıların bunu, kendilerine yabancı olan bir güçlü Ana Tanrıça kültü ile birlikte benimsemiş olmaları ve böylece de bunun Zerdüştî toplumda revaç bulmuş olması mümkün görülmektedir.[7] Bugün, İran’da olduğu gibi Anadolu’da da kardeş çocuklarının evlenmesi, tercih edilen bir birleşme olmaktadır. Bunun iktisadî yönünün dışında bir tarihî ve içtimaî yönü bulunduğu bir gerçektir. İlerde döneceğiz bu konuya.
Yahve ile ittifakı, Yahudi dünyasını bu büyük, sıcak gökkandilinin cazibesinden kurtaramamış olacak ki Süleyman’ın “mektubunu gören (Saba melikesi) Belkis, güneşe secde” etmişti.[8]
Böyle bir ittifaka girmemiş olan Hesiodos da, “İşler ve Günler”de:
“Ayakta su dökme güneşe karşı
Hele gün battıktan sonra sabaha kadar
Ne yola işe ne yol dışına”
ahlâkî uyarısında bulunuyor, M.Ö. VIII. yy.da[9].
Aradan şu kadar yıl sonra, bugün Anadolu’da güneşe karşı işenmiyor, tükürülmüyor, bir kimseye sövülmüyor…
1766’da Mardin’den geçen C. Niebuhr da Şemsî’lerin bu kentte iki mahalle teşkil ettiklerini, ölülerini ayrı mezarlığa gömdüklerini, görünürde Diyarbekir’deki Yakûbî kilisesine bağlı iseler de aslında Hristiyan olmayıp ayrı bir dine bağlı olduklarını kaydediyor. XVIII. yy. Ermeni müelliflerinden P. L. İnciciyan da “Şemsî’ler güneşe taparlarsa da Süryanî kilisesine gider ve orada vaftiz olurlar…” diyor[10] V. Minorsky’ye göre XVIII. yy.ın ikinci yarısında Mardin’de bunlardan yüz kadar aile bulunuyordu. Şamsîya belki mahallî bir paganizmin son bakiyelerini temsil ediyordu. Mezkûr asrın ortalarına doğru bunlar kendilerini Yakûbî Hristiyan olarak göstermek zorunda kaldılarsa da bu mezhebe bağlılıkları sadece zahiriydi.[11]
Bu ‘’Şamsîya” ile XVI yy.da Abu’l-Sanâ Şams al-Din Ahmed’in Halvetîye içinde kurduğu “Şemsîye-Şamsîya” şubesinin karıştırılmaması gereğine işaret edelim.
Kormançi ve Zaza dillerinde[12] Zerdüşt dininin kutsal türelerinden olan Farisî kelimelerle sonradan Arapçadan alınan dinî tabirler bulunuyor, mahallî şive değişiklikleriyle: Farisî “hüdâ”, Kormançide “hudı”, Zaza- cada “homa-hakko”…[13]
Astrolojik-mitolojik açıdan Ermeni takvimi ele alındığında bazı sözcükler, semantik değerleriyle konumuza dâhil oluveriyorlar. “Güneş”, Aregakn, yani “Areg’in gözü”, Mısır’ın “güneşin gözü”, başka deyimle “Horus’un gözü”ne mukabil oluyor. Bunun dışında arev, Sanskrit ravi = güneş’e tekabül ediyorsa da Ermenicede daha çok “güneşin tanrısı, Helios…” anlamlarına inhisar ediyor. Bunun dışında da, ondan müştak Areg, Şubat’ın ikinci yarısı ve Mart’ın birinci günüyle aynı olarak senenin sekizinci ayını ifade ediyor. Yani ilkbaharın, doğan ışığın, yükselen güneşin ayı oluyor; böylece de eski bir müellif, Areg ayını şöyle yorumluyor: “Ona Areg derler çünkü o zaman bitkiler dikilir… ilkbahar ayıdır”. Buna uygun olarak da Areg bazen “doğu” anlamına kullanılır. Başka bir yoruma göre de Areg, güz’e, Ekim ve Kasım’a taşınır; yani güneşin düşmeye başlamasını ifade eder; bu itibarla Areg, doğruca güneşi değil, yükselen ve inen güneşi anlatıyor.
Güneş kültü güney Kafkasya’da putperest devirlerde önemli rol oynamıştır. Şemsî’ler Ermenistan’da Ortaçağ’ın sonuna kadar, Arevordik adı altında kendilerini devam ettirmişlerdir. Bir Ermeni müellifi, “Hayk dilini kullanan bir Ermeni kabilesi, kendilerini Arevordik, yani “Güneş’in Oğulları” tesmiye edip güneşe tapmaktadır. Bunların ne yazısı, ne edebiyatı vardır ama babalar onlara rahip Zradaşt’ın öğretilerini ağızdan ağza aktarırlar; güneşin, seyri sırasında aldığı yöne göre secde ederek ona taparlar (“yeri öperler”) ve yüzlerini güneşe çeviren sairleriyle birlikte Barti ağacını (akça kavak), Chuchan çiçeğini (zambak) ve Bambak (pamuk) çiçeğini tazim ederler; kendilerini onlarla ayniyet halinde görürler, iman ve amelle…” diye anlatıyor.
Arevordik’ler özellikle Güney ve Güneybatı Ermenistan menşeli olup Mezopotamya’nın Şemsî’lerinin, yani paganizm, Hristiyanlık ve İslâm’ın bir mahlûtu olan bir kültü benimsemiş olanların bu eski Arevordi’lerden geldikleri sanılır deniyor.[14]
İstanbul’da, bazı Kürt hamalları sabah güneşe karşı dua ederken gördüğünü İsmail Hüsrev Tökin bey bize anlatmıştı.
Bu vesileyle şimdi, yine hayli eskilere dönerek nakledeceklerimiz, bütün bu konuların çapraşık ve giriftliğini, kesin bir sınıflandırmanın imkânsızlığını, bir kez daha gözler önüne serecek.
İskit’ler, kendilerini nazardan korumak üzere göğüslerinde at, kuş, ayıyı temsil eden minik nazarlıklar sallandırırlarmış (bu sonuncu hayvan zamanla bunların arasında önemli bir dinî anlam kazanmıştı). Bu zoolojik zincire, Milâdi ilk beş asır içinde haç, üçgen, baklava, daire şeklinde, şu veya bu yolla güneş kültüyle ilgili nazarlıklar eklenmiş. Bu kült ise, özellikle V. yy.dan sonra son derece önem kazanmış. Bu semboller âlet ve eşyaların üzerine, korunma ve ilgili tanrılara tazimde bulunma amacıyla, kazınmış.
Milâdî V. yy.da, güney Rusya’da meskûn halk güneşe tapmaya başlamış. Bunun sonucu olarak da, her ikisi birer güneş sembolü olan atla horoz, sanatlarında mütebariz bir yer almış. Atın sembolik önemi, müteakip yy.da, kutsal tanınan hayvanları barındırmak üzere güneş mabetlerinin yanına ahırların inşasından sonra daha da artmış. Horozunki de bundan geri kalmamış.
Rusya Slav’ları zamanla güneş kültünü, uzun süreden beri benimsemiş oldukları Büyük Tanrıça’nınkiyle mezcetmişler. Bu sonuncu itikat Rusya’nın bilhassa ormanlık bölgelerinde derin kök salmıştı; ücra köylerin sekenesi, son savaşa kadar kutsal mağara ve pınar başlarında onu tazim etmeye devam etmişlerdi.[15]
Güneş, ayı, at, horoz… birbirine girdi.
Ve nihayet bugün Babra Bubrik, Rize’de, güneşi çağırmaya mahsus bir dua ilâhı olarak dolaşıyor dillerde.[16]
Safevî’lerin ünlü Şah Abbas’ının saltanatı (1587-1628) sırasında İran’a gelen çok sayıda batılı seyyah, o zamanlar orada rastladıkları Zerdüştî kolonileri hakkında geniş bilgi veriyorlar. Bunlar Şah Abbas’ın çok sayıda “Gâvur”u istihdam ettiğini yazıyorlar. Bu “gâvur” tabiri, o devirlerde işbu Zerdüşti’leri tezlil etmek için kullanılan “gebr” sözcüğünden galat olmuştur.[17] Bu ateşperest gâvur’lar Yezd ve Kirman’dan getirtilmiş olup başkent içinde ve civarında tarım işlerinde çalıştırılmaktaydı; bunlar üç bin kadar hanelik bir topluluk halinde iskân edilmişlerdi ve fakirane bir yaşam sürdürüyorlardı. Jean Chardin “bu ateşperestlerin dini onları toprağı işlemeye sevk ediyor, zira akidelerine göre bir ağaç dikmek, tarla açmak, çorak bir mahalde meyve elde etmek… diyanetkâr bir davranış olmaktadır” diye anlatıyor, anılarında[18] Bunlar aynı zamanda çırpıcı-kassar, dokumacı, halı dokuyucusu olarak da çalışıyorlardı. Şarap içip etin her türlüsünü yerlerdi, kadınlarında tesettür ve erkekten kaçma diye bir şey yoktu. Kendilerini tecrit ederler, bilhassa Müslüman’larla temastan itina ile kaçınırlardı. Bir korunma aracı olarak da aralarında, öbürlerinin “gabrî” tabir ettikleri bir gizli dille anlaşırlardı.[19] Tavernier de “İsfahan’da, 1647’de, ateşe tapan eski İranlılardan olan Gur’lardan birine rastladım…” derken işbu “gebr” ya da “gâur-gâvur”u anlatıyor.[20]
Rahmetli Ö. L. Barkan da bu “gebr”le karşılaşıyor, Süleymaniye camii ve imareti inşaatının muhasebe defterlerini[21] tetkik ederken. Dinleyelim onu: “Lügatlerde umumiyetle ateşe tapan, Mecusî, kâfir… manaları kaydedilmiş olan “gebr” ve onun cemi şekli olan “gebrân” kelimeleri, Vergi ve Nüfus Tahrirleri’ne ait defterlerde ve Maliye kayıtlarında umumiyetle gâvur (kâfir) manasına bütün Hristiyan taba için kullanılmaktadır. Fakat bizim burada tetkik ettiğimiz masraf defterlerinde Hristiyan usta ve ırgatlar pek çok olduğu halde, bu sıfat onlar için hiç kullanılmamaktadır. Buna mukabil, gemilerden çıkarılıp inşaat işlerinde çalıştırılan ırgatlara münhasıran ve devamlı olarak “gebrân” isminin verilmesi, onların diğer Hristiyan ırgatlardan farklı bir hukukî statüye sahip hakikî forsalar olduklarını göstermektedir”.
“Gemilerle taş getirmek veya gemilerden taş çıkarıp inşaat yerine nakletmek işlerinde çalıştırılmış olan bahis mevzuu köle-ırgat zümreleri, defterlerimizde, her defasında ait oldukları geminin reisinin ismi altında sadece onun “gebrân”ı olarak… kaydedilmiş bulunmaktadırlar:…ücret-i ırgadân, an gebrân-ı sefînehâ-i rüesây-ı mezkûrîn”.
Karşımıza daha çok çıkacak bu konular.
[1] N. Göyünç.- XVI. yüzyılda Mardin Sancağı, İst. 1969, s. 77-8.
[2] H. D. Andreasyan.- Polonyalı Simeon’un seyahatnamesi.1608-1619, İst. 1964, s. 100.
[3] Paulician’lar olmalı.
[4] Polonyalı Simeon, op. cit., Andreasyan’ın notu.
[5] M. Canard.- Une mention des Arevortik dans un texte historique Arabe, in Revne des Etudes Arméniennes, T. III, Paris 1966, s. 201-3 ve H. Bartikian.- Les Arevordi (Fils du Soleil) en Arménie et Mésopotamie et l’epitre du Catholicos Nersés le Gracieux, in ibd. T. V., Paris 1968, s. 271-288.
[6] H. Ritter.- Dakikî, in İA.
[7] M. Boyce.- Zoroastrians, s. 53-4.
[8] J. C. Mardrus.- La reine de Saba, s. 67.
[9] S. Eyüboğlu ve A. Erhat.- Hesiodos, s. 98.
[10] N. Göyünç.- op. cit,, s. 78.
[11] V. Minorsky.- Mardin, in İA.
[12] Bkz. C. I, S. 211-4.
[13] M. Şerif Fırat.- Doğu illeri ve Varto tarihi, Ank. 1961, s. 18.
[14] J. Karst.- op. cit, s. 69-70.
[15] T. Talbot Rice.- The Scythians, s. 180-2.
[16] A.Caferoğlu.- Kuzey-Doğu illerimiz ağızlarından toplamalar, İst. 1946, s. 307.
[17] M. Boyce.- op. cit., s. 177, 180. Ayrıca bkz GG, mad. “gebr”. BTL ise “gâvur”a, Arapça ve “kâfir muharrefi” olarak veriyor.
[18] J. Chardin.- Voyages en Perse. Textes choisis par Cl. Gaudon, Paris 1965, s. 33.
[19] M. Boyce.- op. cit., s. 178.
[20] J. B. Tavernier.- XVII. asır ortalarında Türkiye üzerinden İran’a seyahat, İst. 1980, s. 59.
[21] Ö. L. Barkan.- Süleymaniye cami ve imareti inşaatı I, Ank. 1972, s. 133 not 72 ve 75.
( * )Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.