Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 124. Bölüm

Ay ile ilgili kült ve inançlar – Kameri’ler *

Yine Adana menşeli bir gazete haberine göze atalım: “Aya tapan Kamerî’ler arasında parçalanma artıyor. Aya tapan Kamerî tarikatı mensupları arasındaki bölünmeler artmıştır. Tarikat ileri gelenleri ‘iç mesele’ saydıkları tartışmaların basına ne şekilde sızdığını tespit için geniş çapta soruşturmalara başlamışlardır. Öte yandan, konunun gazetelere aksetmesi üzerine, Kamerîler üzerinde önemli etkiye sahip oldukları ileri sürülen bir kısım doktor ve siyasî parti ileri gelenleri, Haber Ajansı’na başvurarak “Aya tapanlarla bir ilişkileri olmadığını” bildirmişlerdir”.[1]

İslâm öncesinin necmî paganizmi, sair tanrılar arasında Ay’a ibadet eden Harran Sabiî’leri arasında uzun yıllar devam etmiştir. Bu paganizmin etkilerinden izlere Yezidî ve Suriye Nusayri’lerinde rastlanmaktadır. Bunlarda Ali ile Selman (Farisî), ay ile ayniyet halinde tutulmuş olup bunların bir tali kolu, Kameriye tarikatı olarak bilinir.[2]

M.Ö. 1370 civarında Hitit kralı Suppiluliuma ile Mitanni kralı Mattiwaza arasında akdedilmiş muahedede Harran’ın ay ve güneş tanrıları “şahit” olarak görünürler. Keza M.Ö. 750’de, Asur kralı Adad-Nirari V, Aramî kralı Matti-el’e zorla imzalattığı antlaşmada yine büyük Ay Tanrısı Sin, aynı işlevi yüklenmiştir. Roma imparatoru Markus Aurelius Karakalla, M.S. 217’de, Harran’da Sin’e ibadet edip karargâhına dönerken bir suikasta kurban gitmişti.

Milâdî ilk yıllarda kuzey Irak halkı Helen, Makedonyalı, Ermeni ve Arap karışımı halindeydi, imparatorlar, bir sınır kenti olan Harran’a pek ilişmezlerdi. Ancak, Hristiyanlık devlet dini olduktan sonra burada eski dinin söndürülmesine çalışılmışsa da bunda yine çok ileri gidilmemişti. İktisadî etkenler herhangi bir zorlamaya engel olmuş şöyle ki Sin mabedi, bugün Kâbe’nin olduğu gibi, büyük bir gelir kaynağıydı. Buraya piskoposlar tayin edilmiş olmasına rağmen ve hattâ burası halifeler ülkesinin bir ili olduktan sonra dahi, şehir putperest merkezi olarak kalmıştır. VI. yy.da, başlarında piskoposlarıyla bir monophysist Hristiyan cemaatinin bu kentte bulunması, ticarî münasebetler yönünden izah edilmekle beraber kent ahalisinin büyük kısmı yine putperest olarak kalmıştır.[3]

Fakat burada dikkati çeken mühim bir husus var: yukarda Ali ile Selman’ın ay ile özdeşleştirildiğinden söz etmiştik. Ay (üstünde hilâlin bulunduğu bir külâh giymiş olarak temsil edilen tanrı Sin)[4] bir tanrı sayıldığına göre Ali = Tanrı akidesi, aslında Hristiyan monophysisminin insanla Tanrı özdeşliğinin kabulü anlamında yorumlanmasından esinlenmiş olup mezkûr monophysit cemaatin Harran’da varlığı keyfiyeti ayrıca tarihî yerini bulmuş olur (“Şia-i Rafızîye mezhebinde dahi Hazret-i Hâlik’in mahlûkeye hulûlü ve mahlûkun Hâlik ile ittihadı, esas itikat olduğu cihetle ulûhiyetin sırasıyla enbiyaya badehu Hazret-i Ali’ye… hulûl eylediğine…”)[5]

830’da halife al-Ma’mun, kentin putperest halkını ya Müslüman olmak veya müsaadeye mazhar olan diğer Kitap’lı dinlerden birini kabul etmek veya imha olunmak şıkları arasında muhayyer bırakmış, ahali de Sabiî olduklarını ilân ederek işin içinden sıyrılmıştı.

Al-Sabia, aslında çok ayrı iki dinî fırkayı ifade eder. Bunlardan ilki, daha önce üzerinde kısaca durduğumuz gnostik akideler arasında Mandeî’lerdir. Bunun salikleri el-Cezire’nin Yahudi-Hristiyanları (Vaftizci Yahya Hristiyanları) olup Kuran bunları “ehl-i Kitap” olarak üç yerde zikreder.[6] Mezhebin adı da İbranî, “batırmak, daldırmak” manasına gelen s-b kökünden türemiştir. Muhammed dini saliklerinin günde birkaç kez abdest aldıklarını gören müşrikler, Peygamber’e “Sabiî” demişler…[7] Diğer fırka ise Harran Sâbiî’leridir ki uzun süre İslâm egemenliği altında yaşamış müşrik bir zümredir. Bu zümre, yetiştirmiş olduğu âlimler bakımından haylice önemli sayılır.

Bu Harran Sâbiî’leri, Arap yazarlarının daima ilgisini çekmiştir. El-Şahrastani onlara uzun bir bölüm ayırmış olup bunları ruhanî cevherleri kabul edenler, al-ruhaniyûn, özellikle yıldızların büyük ruhlarını kabul edenler arasına sokmaktadır. Menşede, onların üstatları olarak iki peygamber-feylosof, Azimûn (agathodaimon = iyi şeytan) ve Hermes’i tanır ki bunlar, sırasıyla, Şis ve İdris peygamberlerle aynı sayılır. Orpheus da onların peygamberlerinden biridir. Bunlar hâkim, mukaddes, ezelden var olan, celâl ve azametine ulaşılması olanak dışı, ama ruhlar aracılığıyla kendisine yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Yedi seyyarenin idarecileri bunlardan olup seyyareler onların mabetleri gibidir. Umumiyetle yağmurun bir meleği vardır. Dünya hadiselerini, rüzgârları, fırtınaları, depremleri ruhlar idare eder ve her varlığa kuvvet ve kanunlarını onlar dağıtırlar.

Şahrastanî doğruca mabetler denilen yıldızlara tapan Sâbiî’lerle insan eliyle yapılmış mabetler içindeki yıldızları temsil eden putlara tapanları birbirlerinden ayırmaktadır. El-Dimaşki’ye göre de mabetlerin şekli, basamak sayısı, süslerin renkleri, putların maddesi, kurbanların mahiyeti, seyyarelere göre değişiyordu. Şahrastanî ayrıca şu hususları da kaydetmişti: bütün Sâbiî’lerin üç duası vardır. Bir ölünün cesedine değen gusl edecektir; domuz, köpek, pençeli yırtıcı kuş ve güvercin eti haramdır. Sünnet olmazlar. Boşanmaya ancak hâkim kararıyla müsaade ederler ve iki kadınla evlenmeyi kabul etmezler.

Fikrî meziyetleriyle kendilerini, başta ceberut Ma’mun’a olmak üzere, kabul ettirmişlerdi. Sıralanması konumuz dışına taşacak çok sayıda bilim adamı vermişlerdi.

XI.yy.da Bağdat ve Harran’da hâlâ çok Sâbiî vardı. 1033’de bu sonuncu kentte, sadece kale gibi ay tapınağından başka bir şey kalmamıştı.[8] Bu kayıtlar, mezkûr tarihlerden sonra bunların akıbeti hakkında bilgi vermiyorlar. Bu insanların bugün, aramızda ve “Müslüman” olarak, inançlarını ana hatlarıyla devam ettirdiklerini söylemek, fazla cüretkâr bir iddia sayılır mı?

Çivi yazısı kitabelerde görülen “Harranu” lafzı aslında “yol” karşılığı olmakla, bu şehrin önemli ticaret yolları kavşağında bir merkez olduğuna işaret ediyor ki Sin mabedinin burada tesis edilmiş olması izahını bulmuş oluyor[9], tıpkı Hubal’in (Arap Kybele’si) Arabistan kervan yolları üzerinde mühim bir transit merkezi olan Mekke’de, “hacer-i esved”le birlikte barınması gibi. Her iki mahallin de, bizatihi birer istihsal merkezi olmayıp, sadece ‘‘gelip geçeni” bol, dolayısıyla yolculara çeşitli hizmet arzı suretiyle büyük gelir sağlayan merkezler olduğu sabittir. “Hizmet”ler arasında “dinî hizmet”, en çok “para bırakan”lardan olduğundan “büyük” tanrılar, bunların tapınakları, peygamber ve sair hizmetkârlarının mezarları hep bu gelip geçiş yolları üzerinde, yani daha umumi olarak iktisadî değeri olan mahallerde bulunur. Zeus Dolichenus mabedi (ve bugün onun yerinde, iktisadî koşulların tümden değişmiş olması itibariyle aynı -iddiadan çok uzak Dülük Baba) de böyle değil miydi?[10]

M.Ö. 2000’lerde, Mezopotamya’nın Sin tesmiye ettiği Ay-tanrı’ya Ur kenti sekenesi Nanna diyor, na-an-na’dan (“göğün taşı”). Asırlar ilerledikçe bu, Nannar oluyor.

Nanna, Sin ve daha başkalarının dışında, aya halk tarafından verilmiş adlar arasında bir de Kayık adı var ki bu da göğün bir ucundan öbürüne yelken açan hilâldir; bu sefa gemisinde Ur’un tanrısı, daha doğrusu Ur insanları için Tanrı, gece süresince çölün üstünde gezinir. Bu tanrılar zamanında tek münakale vasıtası kayık değil miydi? O zaman Sümer henüz sulardan çıkmaya başlamıştı. Hilâlle boğa boynuzu arasında basarî bir bağ kurulmuştu. Çayırların güçlü efendisiyle gecelerin vasî sitaresi, iktisadiyat ve şiirin yıldızı kişiliklerini birbirine kattılar. Sümer’in “boynuzdan yana gelişme” ifadesi bizim bugünkü “kuvvet ve hikmetten yana gelişme”ninkini hatırlatmakla birlikte Akadçaya nannaru, yani “aydın, parlak” olarak tercüme edilmişti; hilâl kalınlaştıkça artan ay ışığını hatırlatıp Ay-tanrı’nın adlarından biriyle, nanna ile kelime oyununa giriyordu.[11]

Asur dilinde anna, ana; nani-nana, erkek kardeş demek olup a-nana dahi anna’nın bir çiftlemesi olabilir. Ayrıca na-na-a ve benzerleri gibi birkaç tane de kişi adı kaydediliyor.[12]

Ay kültü bütün Sümer’de benimsenmiş olmakla beraber sadece Ur’da resmî şekil arz ederdi. Bu keyfiyet kolaylıkla izah edilir: Ur, işlenebilir toprakların güney sınırındadır; kuzeyde nehir, alanları mümbitleştirir ama güneyde çöl başlar ve sonunda, güneşin tahammül edilmez, ayın, buna karşılık, serin ve tatlı olduğu bir âleme dalınır. Dolayısıyla Ur, coğrafi koşullar tarafından, nehir kenarında büyük baş hayvanın geliştiği sık meraya, çöl tarafında da hâlâ boynuzlu hayvanların geçinebildiği seyrek otlar sahibi olmaya bir nevi mahkûm edilmişti. Bu itibarla da boğa, koç ve teke, onun ülfet ettiği hayvanlardandı.

Ama Ur’un, sadece hayvanlarından ibaret değildi, varlığı; güneyden gelen kervanlar burada, siyasî koşulların elverdiği zamanlarda Acem Körfezi’nden gelen gemilere tayfayı bırakıp onları yine buradan toplardı. Kısaca Ur, esrarengiz Arabistan’a doğru Sümer’in kapısı, Ay-tanrı’nın tercihan yerleşeceği alan olmaktaydı. Adam yoktu ki adı, şu veya bu türlü, Nanna’yı içermesin.[13] Ay-tanrı’nın eşi tanrıça Nin-gal’a “Ur’un anası” denirdi. Hammurabi, “krallık tohumu”nu, tanrı Sin’in bir icadı olarak telakki edecektir. İşbu mahalli ay-tanrı, ay-güneş çiftini izler. Asur metinleri çoğu zaman ondan Bel Harran, yani “Harran’ın sahibi” diye bahsederler. Bu sonuncu kentte de, Ur’da olduğu gibi, Sin-Ningal çiftine rastlanır.[14] Sıradan vatandaşın yaşamını dinî koordinatlar değil, sosyo-ekonomik koordinatlar tayin ettiğine göre de mezkûr kentlerde tüm sosyo-ekonomik sistem, tapınaklarda kraliyetle ilgili ve tanrısal ritüellerin kusursuz icrasına bağlı olmaktadır.

“O Güneş’e ve Ay’a baktı; Güneş’le Baba’yı kıyasladı

Ay’la Ana’yı; erkekle dişiyi”.

Bu sibakta Baba ile Ana, Hayat’ın Baba ve Anası demek olup tanrısal çift bir tanrısal Oğul ve sair ahfadı, muhtemelen seyyareleri dünyaya getiriyor. Bu vesileyle, Süryanice kwkbt kökünün Zühre yıldızını (Parlak Yıldız’ı) ifade edip shr dahi ayın Atargatis’in maskesi olduğu manasına geldiğine işaret edelim.[15]

Ay-tanrı’nın iki büyük ibadethanesini barındıran kentlerin, ezcümle Ur ile Harran’ın sadece siyasî kaderine bağlı olmaksızın Sin’in kültü kendini bütün Mezopotamya’ya musirrane şekilde kabul ettirmiş olup çoğu kez de, tarihi süresince, tanrıyla hükümdarlar arasında şahsî bağlar var olmuştur. Daha XIV. yy.ın sonlarında Akkad’lı Sargon’un öz kızı, Sin’le tezviç edilmiş, bundan yüz yıl sonra da Naram-Sin’in kız torunu, tanrının tapınağına çalgıcı olarak adanmıştır. Dört asır sonra da, Larsa’nın son iki kralının bir kız kardeşi, Ur’da, tanrının baş rahibesi olmuş. Ünlü Assurbanipal ise genç erkek kardeşlerinden birini Harran mabedine başrahip tayin etmiş ve burada, daha sonra, Nabonid’in anası, hayatını tanrının hizmetine vakfetmiş. Oğlunun hükümdarlığı sırasında, kızı, Ur’daki tapınağın baş rahibesi olmuş, Sin’in kültü de, Babilonya’nın bu sonuncu hükümdarı için gerçek bir tek tanrı kültü haline gelmiş. Bu davranışıyla da kral, Marduk rahiplerinin şedit kinini üzerine çekmekten geri kalmamış.[16]

Balkan’lardan inmiş olan Phrygia’lılar Küçük Asya’ya tanrı Mèn’i ithal etmişlerdi. Buna karşılık bu yarımadanın ikinci binlerdeki sakinlerinden Hint-Avrupa asıllı Nesî’lerle Luvî’ler, ayı ifade etmek için müşterek arma sözcüğünü kullanırlardı. Hitit imparatorluğunun kadrolarını teşkil etmiş olan bu iki büyük Anadolu ulusunun lügatçesinde arma, “hamilelik”i ifade ediyor, buna karşılık bu kandilin parlaklık vasfı ya da günlerin ölçüsüyle ilgili herhangi bir mana taşımıyordu. Hâkim olan anlam gebelik, aybaşı durumu, zafiyet, hastalık kavramlarını içeriyordu. Hitit’lerin aya atfettikleri rol, bir biyolojik sembol olma keyfiyetinden ibaretti. Buna karşılık da ay, “yeminin, kasemin, andın büyük sahibi”dir, siyasi ahitname ve ritüellerde.[17]

Güney Arabistan’da daha M.Ö. VIII. yy.dan itibaren başarılı bir tarım, Akdeniz havzasında çok revaçta olan mür (myrrh), buhur (günlük) ve sair ıtriyat ihracı ve nihayet bu bölgeyle Hindistan veya doğu Afrika arasında mal transitinden geçinen teşkilâtlı devletler kurulmuştu. Bunların pantheonunun bir üçlüye irca edildiği sanılıyor: Ay, baba; Güneş, ana ve Zühre, çocuk. Gerçekten, güney Arabistan’da ay kültünün varlığı çok eskiden beri mukayyettir. Birçok kültle ilgili yapıda, yukarıya dönük hilâl görülür; üstteki daire de, şüphesiz, güneş kursudur. Orta Arabistan’ın göçebe ya da kervancıları için güneş, Dicle-Fırat arası mümbit vadinin yerleşik halkının beyninde olduğu gibi, bitkilerin gelişmesini idare eden sitare olmayıp aksine, gün boyunca ölçüsüz sıcağıyla bir ıstırap kaynağıydı. Tatlı ve dinlendirici, yolculuğa elverişli olan geceydi; yıldızlar ve ay kervancıya yolunu gösterirlerdi. Ayın da böylece, bir babaerkil toplum için üst derecede sayılan erillik mertebesine çıkarılmış olması izah edilir.

Bu kadar hikâyeden sonra kim siler Aydede’yi, belleklerden?… Devam edelim.

Mühammed’in bütün gayreti herhangi bir nesne ya da varlığın zatî etkisini inkâr edip bütün olayların, yer ve göğün hâliki, tek tanrı Allah’a bağlılığını gösterme yönünde olmuştur: “O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı size müsahhar kıldı…”[18]; “Görmüyor musun? Hak Teâlâ geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Güneşi, ayı (size) müsahhar kıldı. Her biri muayyen vakte kadar kendi yolunda seyreder…”[19] Bu semavî yıldızlar, Allah’ın kudretinin nişanesidirler: “gece, gündüz, güneş, ay (Allah’ın) ayetlerindendir. Güneşe secde etmeyin, kamere de! Eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız Onları yaratan Allah’a secde edin!”[20]; “Görmüyor musunuz ki göklerde, yerde bulunanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, birçok insanlar Allah’a secde ederler…”[21] O ise ki şiirde, İslâm öncesi gelenek devam ederek bu seyyareye geniş yer verilmiş, bedir hali güzel kadın yüzüne, hilâl, mukavves hançere teşbih edilmiş. Büyük bir mülhit pervasızlık ve biraz da eski paganizmin hatırasıyla Emevî halifesi şair Welid ibn Yezid (ölm. 744), sevgilisinden söz ederken sahte bir safiyetle “ayın önünde secde etmekle acap günah mı işleriz?” diye soruyor.

Osmanlı Divan edebiyatının da bundan geri kalmadığından daha önce bahsetmiştik.[22] Mahbubesinin yüzünü ay, kaşını hilâle teşbih eden Fuzuli de:

“Almış hilâl üstüne tarf-ı külâhını

Çoh dilşikestenin, göke getirmiş ahını

Zülfün dağıttığı ebri içre gizledi mahını

Gördüm yüzünde halka-i zülf-ü siyahını

…”

demiyor mu, “Müseddes”inde?

İran ve Anadolu’da, çok tatlı bir kayısı türü XIV. yy.da kamer-ed-din adıyla ün yapmıştı. Kurutulup Suriye ve Mısır’a ihraç edilirdi. Bundan yapılan pestiller de meşhurdu ve çoğunlukla ramazanda yenirdi. Şam’ın âlim müftüsü şeyh Tahir el-Jazâirî (1851-1920) bir gün bu pestilden yiyen güzel bir kıza “kamer ed-din mi yiyorsun, yâ kamer ed-dünya” demekten kendini alıkoyamamıştı.

İslâm’a yeni girmiş Türklerdeki Ay-Aba, Ay-Bek, Ay-Tekin, Ay-Timur, Ay-Doğdu, Ay-Yıldı (Kutadgu-Bilik)… adları da zikredelim, Osmanlı’nın Mahpare, Mahpeyker, Mehveş, Mihrimah…ı, bugünkü Aynur, Aygün… gibi. Tabii bütün bunlarda halis Asya damgasını görmemek mümkün değil. Güneş ve Ay kültünün orada eskiden beri var olduğuna, aşağıda bir örneğini verdiğimiz Uygur alfabeli Turfan metinlerindeki şiirler delâlet ederler:

Tan tengri kelti                                              Tan tanrı geldi

Tan tengri özi kelti                                        Tan tanrı kendisi geldi

Turunglar kamug begler kardaşlar                Kalkınız tüm beğler kardeşler

Tan tengri ögelim                                          Tan tanrıyı övelim

Körügme kün tengri                                      Gören güneş tanrı

Siz bizi küzeding                                           Siz bizi koruyun (gözetin)

Körünügme ay tengri                                     Görünen ay tanrı

Siz bizi kurtgarıng                                         Siz bizi kurtarın

…”                                                                  …”

Bu “en eski Türk İlâhîsi”, Uygur Türk’lerinin Manihaist duygularına tercüman olmaktadır.[23]

Şeref Han (XVI. yy.ın sonu), Şirvan hâkimi Mahmud Bey bin Efdal Bey’den bahsederken “ama kendini devamlı içkiye, Ay ve Güneş’e benzeyen oğlanlar ve dostlarla vakit geçirmeye verdi…” diyor.[24]

Güneş, Mihriban, Mihrünnisa… adlarıyla kadına, Mihrî olarak da her iki cinse ıtlak olunur. XVI. yy.ın ikinci yarısında yaşamış şair (Amasyalı) Mihrî Hatun, her yönüyle ün salmıştı. Helios da böylece sürdürür olmuştu yaşamını…

Hilâl, asırlar boyunca bütün Ön Asya’da, bir süsleme örgesi olarak kullanılmıştır. Ay-yıldız sembolü Asur-Babilonya taş yontmasından Finikeliler ve İran sülâlelerine kadar takip edilebilir. Daha Eskiçağ’da, alemler üzerinde kendini gösterir: Parth sancaklarında Sin’in simgesi bulunur. Byzantium Konstantinopolis olmadan önce dahi bu kentin paraları ve XIII. yy.da doğu İran’ın Müslüman Türk sülâlelerininkiler üzerinde de sık rastlanır. Osmanlı’ların, başlarda, buna fazlaca iltifat etmedikleri anlaşılıyor. Ancak hilâl, önemli varyantlarıyla birlikte, XIV. yy.dan itibaren cami alemi olarak görünürlerdi. Bu bezeme şekline Ermeni başkenti Ani’de XI. yy.dan itibaren rastlanıyor. XVI. yy.dan beri de Osmanlı’lar, kapalı hilâl denilen bir motifi kullanmışlardır. Bu motif, içi küçük bir oval olan, kalın, ağır, iki ucu birbirine çok yakın bir hilâlden ibaretti. Bundan daima üç adet, mezkûr yy.dan XVIII. ye kadar Türk kumaş, halı, çinileri üzerinde yer alır.[25] Bugün, bu tarife hayli uygun hilâl tipleri, beraberindeki yıldızlarla, yazmalarda devam ediyor

(şek. 56).

I.Mahmud devrinden sonra donanmada yeşil bayrak-kabul edilmiş, amiral forslarını da bu renk üzerinde hilâl ve zülfikar gibi işaretler teşkil etmiş (Mühr-ü Süleyman, yerini hilâle bırakmış). III. Selim zamanında gemi bayrakları kırmızıya dönüşmüş, mevcut hilâl şekline sekiz köşeli yıldız eklenmiş. Nizam-ı Cedid için kabul edilen bayraklar kırmızı olup bunların ortasında sarı renkte bir hilâl veya bundan başka dört köşede sarı hilâller bulunmuş. “Sekiz köşeli yıldız” ve sarı renk hususunda yeterince konuşmuştuk…

XIX. yy.ın ilk yarısında kırmızı zemin üzerinde hilâl ve yıldız bulunan bayrak, devletin resmî ve millî bayrağı olarak kabul edilmiş. Bu devirde kaptan paşanın bayrağında hilâlle sekiz köşeli yıldız bulunurdu. Diğer bayraklardaki yıldızlarsa beş köşeliydi. Osmanlı bayrağı Abdülmecid zamanında, sekiz köşeli yıldız beş köşeli hale getirilerek kesin şeklini almıştır.[26]

İslâm’ın düşünceleri eski paganizm’den, yer ve kozmos güçlerinin kültlerinden koparma gayreti, Hristiyanlığın aynı yöndeki gayreti gibi, akamete uğramış, eski gelenekler canlılıklarını büyük ölçüde koruyabilmiş. Allah’a tabi kılınan Ay da, bu vesayetten kurtulma ve kimliğini yeni baştan elde etme yolunu tutmuş. Daha önce zikrettiğimiz “Ay’ı gördüm Allah, amentü billâh” sözleri meselâ Gemerek (Sv) yöresinde “günahım çoktur, affeyle Allah!” veya “gördüğüm aylar, nur gibi parlar” sözleriyle biter ki burada günahların affı için ayın aracılığının talep edildiği manası çıkıyor. Yine aynı yörelerde, dolunaya hitabeden tekerlemeler de ondan istekleri içeriyor:

 

            “Aydede…”                “Evin nerede?”

                      “İki taşın arasında”

“Tavuk getir”              “Yağa batır”

“Sen yemezsen”          “Bana getir!” veya

“Keklik getir”             “Yağa batır”

“Bala batır”                “Sen yemezsen”

 “Bana getir!”

 

İdare merkezlerinin orthodox Sünnî baskısından uzakta kalan mahallerde halk, eski inanç ve rituslarını, hep gördüğümüz gibi, devam ettirmiş, ayrıca resmi dinin Rafızî diye tazyik ve nefiy ettiği ve bu ücra yerlerde sığınak ve taraftar arayan bazı kent vaizleri ile çoğu kez karşılaşmıştır. Bu hatipler, telkin ettikleri dinî fikirlere siyasî ve içtimaî revnak da verdiklerinden, özellikle makbul tutulmuştur. Esasen hiç anlamamış oldukları yeni dinin muğlâk mana ve gerekleri böylece eski inançlar lehine ciddi tadile uğramış, aklî varlıklar melek veya tanrılara dönüşmüş, içine ataların uygulamalarının da karıştığı rituslara, tabulara, bayramlara bağlanılmıştır.

Hristiyanlık da aynı hali yaşamıştır: “Doğu kültlerinin mysterion’ları ihtida etmiş olanları bile cezp ediyordu ve putperestliğin artıkları Katolikliğe Aziz’ler şeklinde duhul ediyordu. Asırlar ilerledikçe din, safiyetinden kaybediyordu. İncil’in tecviz etmemesine rağmen manastırlar çoğalıyordu…”.[27]

Biraz aşağıda ele alacağımız Yezidî’ler bu Müslüman dinî-siyasî Rafızîlerden olup bunlar, meselâ namazı fecir ve gurup, ayın doğuş ve batış anlarında kılma âdetini ithal etmişlerdir. Suriye Alevî’lerinden olan Nusayri’lerde de semavî varlıklar kültü daha derin şekilde eski yerini almıştır. Bunlar, sonunda “Ali-Muhammed-Selman” üçlemesinde karar kılmışlar ve bu teslisteki zevata tanınan mertebe ve her birinin hangi sitareye teşbih edileceği sorunu itibariyle şemsiyye ve kameriyye olmak üzere iki aslî fırkaya ayrılmışlar ki bu sonuncusu, bizim başta sözünü ettiğimiz kamerî’ler bölüğü olmalıdır. Bazılarına göre Selman ayın kendisi olup bazı ünlü kadınlarda tecessüt etmiştir (Selman-Sarı Kız hikâyesini de bu vesileyle hatırlıyoruz). Bazılarınca da Ali müminlerine, hilkatten evvel, sırasıyla bir küçük çocuk, aslana binmiş bir delikanlı ve bir ihtiyar şeklinde görünmüş olup böylece doğan, bedir haline gelen ve küçülen ayı simgelemektedir. Her ne hal ise, bu insanlar beyninde iki semavî cisim yeniden bir gerçek ilâhı mertebe ihraz etmektedir.[28]

Bunu tabii görmek gerekir. Güneş tanrı Shamash’ın tarihte özellikle Mezopotamya ve Arap yarımadası Samî alanında bıraktığı derin iz, kolay kaybolacak cinsten değildir. Zira o, her şeyden önce hukuk ve adaletin tanrısıdır. Işığı caninin işine yarayan karanlığı dağıtır, gönül ve vicdanların en gizli köşelerini aşikâr kılar. Kötüye acımasız, doğruya avnî (yardımcı) olan bakışından hiçbir şey kaçmaz. Kezalik, istikbalin sisi içinde saklı sırları da deler ve bu yeteneğiyle, şimşeğin tanrısına müzdeviç olarak, müneccimlerin tanrısal efendisi olmaktadır.

Mezopotamya tarihi boyunca tapınılmış bu tanrı, buna rağmen, hiçbir zaman pantheon’un zirvesini işgal etmemiş, tanrısal meratipte bu makam Ay tanrı Sin’e ya da Enlil, Assur, Marduk, hattâ Nabo ve Ninurta gibi sair büyük milli tanrılara nasip olmuştu: Ancak, evrenselliği ve vefası, temsil ettiği içtimaî ve dinî kavramların önemi itibariyle kültü, zamanın toplumunda müstesna bir akis bulmuş, böylece de çok sayıda dua, ilâhî ve ayinin muhatabı olmuş. Bunların arasında en güzeli Kassî devrine ait uzun bir İlâhî olup bunda birçok tema sırasıyla gelişir, Shamash, ışığın evrensel müvezzii olarak teali edilir; bütün mahlûkata itina ve ihtimam sarf eder, sırları açıklar, ihtiyaç içinde olanın yardımına koşar; adalet tanrısı olarak da hilekâr ve sahtekârları cezalandırır; insanların bütün faaliyetlerine nezaret eder; denizde ya da çölde gezicilerin en alî melceidir ve nihayet mevsimlerin nâzımıdır. Ona bu ilâhîde:

“Yer yüzünün âftab-ı cihantâbı, göklerin yargıcı,

Karanlıkları aydınlatan, her iki cihanın râii Shamash!”

diye seslenilmesi[29] Lem Yezl’in, Hezekiel’den çok daha önceleri de çoban olarak tavsif edilmekte olduğunu gösteriyor.[30]

 

[1]              “Cumhuriyet”, 23.11.1969.

[2]              EI, mad. “al-Kamar”.

[3]              İA, mad. “Harran”.

[4]              E. C. Blake ve A. G. Edmonds.- Biblical sites in Turkey, s. 20.

[5]              Bkz. C. I, s. 884.

[6]              2/59, 5/73, 12/7.

[7]              EB, mad. “Sabian”.

[8]              B. Carra de Vaux.- Sâbiîler, in İA.

[9]              T. H. Weir.- Harran, in İA.

[10]             Bkz. C. I, s. 125-6.

[11]             M. Lambert.- La lune chez les Sumériens, in La lune, mythes et rites. Sources orientales, Ed. du Seuil, Paris 1962, s. 73-9.

[12]             P. Garelli.- Les Assyriens en Cappadoce, s. 130-141.

[13]             M. Lambert.- op. cit.. s. 82.

[14]             M. Leibovici.- La lune en Babylonie, in La lune, mythes et rites, s. 108

[15]             H. J. W. Drijvers.- Cults and beliefs at Edessa, s. 110; 157.

[16]             Les religions du Proche Orient. Textes et traditions sacrés, s. 281.

[17]             E. Laroche.- La lune echez les Hittites et les Hourrites, in La lune, mythes et rites, s. 121-4.

[18]             Nahl Suresi, 16/12.

[19]             Secde S., 32/29.

[20]             Hâ Mim S„ 41/37.

[21]             Hacc S., 22/18.

[22]             Bkz. C. I, s. 255.

[23]             R. R. Arat’uı “Eski Türk Şiiri” adlı eserinden nakleden S. K. Karaalioğlu. – Türk edebiyatı tarihi. Başlangıçtan Tanzimat’a, 1st. 1973, s. 33-4

[24]             Şeref Han.- Şerefnâme, s. 293

[25]             M. Rodinson.- La lune chez les Arabes et dans l’Islam, in La lune, mythes et rites, s. 153-203.

[26]             TA, mad. “bayrak”.

[27]             A. Ribard.- La prodigieuse histoire de l’humanite, Paris 1947, s. 191.

[28]             M. Rodinson.- op. cit., s. 206.

[29]             Les Religions du Proche Orient. Textes et traditions sacrés, s. 266-7.

[30]             Başlarda s. 30’a bkz.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.