Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 119. Bölüm

Anadoludaki tavşan tabusunun kökenleri *

Bundan önce, Göktürk’lerin “geyik yiyerek, tavşan yiyerek” geliştiklerini, bu sonuncu hayvanın adının etimonu ile Hitit’ler nezdindeki mevkiinden söz etmiştik.[1] Bu kere Anadolu’da bazı zümrelerin uyguladıkları “tavşan tabusu”nun muhtemel sebeplerini inceleyeceğiz.  

Genel sembolizmi itibariyle tavşan, ayla birlikte,   Toprak Ana’ya, bitkilerin bereket sağlayıcı ve hayat canlandırıcısı sulara, yaşamın, bütün şekilleriyle, fasılasız yenilenmesine bağlıdır. Helenistan’da, ay tanrıçası Hekate, tavşanlarla müzdeviçti. Esas itibariyle doğurmanın simgesi olup bu kadar çok yavrulama, kâh tabii, kâh ahlâka mugayir olarak görülmüştür. Ahd-i Atik’te “sadece geviş getirenlerden veya sadece boynuzu yarık ve ayağı çatallı olanlardan yemeyeceksiniz. Böylece geviş getiren fakat boynuzu yarık olmayan deveyi, tavşanı, tarla faresini yemeyeceksiniz; onlara murdar gözüyle bakacaksınız…”[2] emri sarihtir.

Tavşanlar, gündüz uyuyup gece hareketlenmeleri ve ay gibi sessizce görünüp kaybolabilmeleri itibariyle bu semavî kandile mensup olarak görülmüşlerdir.

Biraz yukarda sözünü ettiğimiz Bodhisattva, aynı zamanda, kendini kurban etmek üzere ateşe atılan bir tavşan şeklinde de görünür. Taoist felsefede bu hayvan ölümsüzlük eksirinin hazırlayıcısıdır. O, bir incir ağacının gölgesinde, bir havan içinde maddeleri ezip karıştırırken temsil edilir. Çinli demirciler, kılıç dökümünde (dövülmesinde?) tavşan ödü kullanırlar: çeliğe kuvvet ve ebediyet verir.[3]

Ayın yüzündeki lekeler, sair ülkelerde olduğu gibi, Hintli şairleri de uğraştırmıştır; bu lekeler ancak ilenç ürünü olmalıdırlar: akil Gautama, karısının Indra tarafından baştan çıkarılmasına yardım etmiş olması itibariyle aya beddua etmişti…

İşbu lekelerde, şairane şekilde tavşan gölgesini gören Buddhic edebiyat, ay kursundaki bu işareti şöyle anlatıyor, mezkûr Bodhisattva serüveninin ayrıntılarına girerek:

“Kral Brahinadatta’nın Benares’te hüküm sürdüğü bu devirlerde Bodhisattva genç bir tavşan donuna girdi… Bu tavşanın üç arkadaşı vardı: bir maymun, bir çakal, bir de samur… Akşamları buluşurlardı, tavşan da arkadaşlarına akilane şekilde gerçeği vaaz eder, onlara sadaka vermeyi, ahlâkî kaideye uymayı ve mukaddes günlerde oruç tutmayı telkin ederdi”.

Oruç gününde, mutat olarak yenecek şeylerin sadaka olarak verilmesi gerekiyordu. O ise ki onun verecek ne yağı, ne pirinci, ne de benzer bir şeyi yoktu; kendi etini vermeyi kararlaştırdı. Bu derece ulvî fazilet tezahürü sonucu Sakra (Indra)nın beyaz mermerden tahtı sarsıldı. O da, sebebini anlayıp tavşanı denemek istedi. Brahman kılığına girerek vardı ormana. Samur, maymun ve çakal topladıklarını tereddütsüz verdiler. Tavşan ise ona gidip bir ateş hazırlamasını söyledi; “alevlerin ortasına atlayarak kendimi kurban, edeceğim. Bedenim kızardığında etimi yersiniz” dedi ve böyle yaptı. Yaptı ama bir türlü de yanmadı…[4]

Asya mitolojilerinde, aşağıda özetleyeceğimiz birkaç tavşan öyküsü varsa da etinin yenmemesinin tabusuna dair bir kayda rastlanmamaktadır. Aksine, her yerde avının revaçta olduğuna dair işaret vardır. Hattâ “atış” müsabakalarında bile hedef olarak bir tavşan kullanılıyor: Kitan’lar “üçüncü ayın üçüncü günü tahtadan bir tavşan yontarlar, ikiye ayrılıp dörtnala giderken buna ok atarlar. Buna ilk isabet kaydeden takım galip sayılır. (Kaybeden attan iner, diz çökerek kazananlara şarap sunar”. Burada şüphesiz, avın oyun şekline bürünmüş bir ritüel temsili bahis konusudur.[5]

Moğol’ların zuhuruna dair bir efsanede de bunların aşılması mümkün olmayan yüksek bir dağın arkasına sıkışmış oldukları anlatılıyor. Bir gün bir tavşanı kovalarken hayvan bunları bir büyük köşke sürüklemiş. Kapısının üstünde bir alaca baykuş ötüyormuş. Buradan köşkte oturan olmadığı anlaşılmış. İçeri girmişler ve köşkün arka cephesi bir ovaya açıldığından, kendilerine bir çıkış yolu bulabilmişler. O günden beri tavşanlarla alaca baykuşlar Tatar’larca tebcil edilmiştir.[6]

Kaşgar’da bir Yağma mitosuna göre Satuk Buğra Han’ın doğumunda, zelzele, birçok pınarın zuhuru, bahçe ve kırların çiçeklenmesi gibi çeşitli gariplikler hâsıl olmuş. Kâhinler onun İslâm’ı kabul edeceğini keşfetmişler ve çocuk öldürülmek istenmişse de anası onu kurtarmış. On iki yaşına vardığında, kırk arkadaşıyla ava çıkmış. Bir tavşanı izlemiş ve kaybolmuş (rehber hayvan teması). Tavşan, ona hitaben İslâm’ı kabul etmesini tavsiye eden bir ihtiyara dönüşür, O zamanlar Kaşgar’da hükümdar olan, çocuğun amcası Hârûn Bugrâ Hân olup onu bu kararından caydırmak ister. Ama esrarengiz şekilde toprağa gömülerek ölür ve Satuk padişah olur. Doksan altı yaşına kadar hüküm sürer. Dört oğlu ve dört kızı olur. Sonunculardan İkincisi, A’la Nur (“Kırmızı Işık”) bir gün karşısında Cebrail’i görür. Bu melek kızın ağzına bir damla ışık taktir eder (damıtır). Zaman geldiğinde kız dünyaya bir oğlan getirir. (Mahallin “akil ve âlimleri” bu çocuğun Alî’nin oğlu olduğuna karar verirler ve adını Seyyid Ali Arslan (Haydar) Han korlar.

Bir başka efsanede bu doğum değişik şekilde anlatılır. Bir gün A’la Nur, karşısında ona gözlerini dikerek bakan bir aslan görür ve korkudan bayılır. Biraz sonra da bir oğlan doğurur. Çocuk yedi yaşına geldiğinde A’la Nur, Tuk Buğra Han’la evlenir ve ondan üç oğlu olur:    Muhammed Arslan, Yusuf Arslan ve Kızıl Arslan.

Her iki efsanenin unsurları bir araya getirildiğinde iki farklı gelişim merhalesi görülür. Ortada, bir aslanla evlenme hikâyesi vardır. Bütün çocuklara, hattâ sonradan devenin adını taşıyan bir Han’dan olanlara bile aslanın adı verilir. Her iki öyküde genç kız ışıkla ilişkilidir, hem kendi adıyla, hem de öykünün gelişmesi itibariyle. Şiî olmaları gereken bu kişilerce Ali’den istiane edilmesi O’nun “Allah’ın Aslanı” tesmiye edilmesinden ileri gelir; ancak bu, daha geç bir izah tarzıdır. Deve adı zamanla kaybolacak, Aslan adı devam edecektir.[7]

Baykal gölünün batısındaki,   Buryat şamanları şöyle derlerdi:

“Tavşan bizim “koşucumuz”;

Kurt, bizim “haber getiricimiz”;

Kuğu, “şekline girdiğimiz” (Hübilgan);

Kartal, “elçimiz olan” hayvandır”[8]

Bir de, Hitay imparator nesliyle ilgili bir “kara tavşan” efsanesi var: “İmparatoriçe Ying-T’ien bir rüya görmüş. Bu rüyada… bir tanrı karşısına çıkmış. Bu tanrının yüz ifadesi çok güzel ve kendisi de yakışıklıymış. Peşinden de on iki tane[9] garip hayvan geliyormuş. Bu hayvanlar arasında bir de siyah tavşan varmış. Bu siyah tavşan yürürken, birdenbire atlayıp imparatoriçenin koynuna girmiş. İmparatoriçe bu siyah tavşandan gebe kalmış ve imparator T’ai-tsung’u (927-938) doğurmuş. İmparator doğarken çadırın üzerine siyah bir bulut gelmiş ve çadırı kapamış. Yine bu şuada gökten yıldırımın çıkardığı bir gürültü ile ateşe benzer bir ışık inerek çadırın bacasından içeri girmiş…”

Böylece de tavşan, Hitay imparatorluk ailesinin bir simgesi olarak ululanıyor, yukarda söylediğimiz gibi “tavşana ok atma töresi” görkemli şekilde tertip ediliyorsa da keyfiyet, bir avcılık kültünden ileri gitmiyor.[10]

1935 yılında İstanbul’da Atatürk’ün, Florya Köşkü’nün inşasına başlandığı zaman orada oturuyorduk ve kümes – hayvanlarından başka, açık arazide serbestçe dolaşan çok sayıda tavşanımız da vardı. Ertesi sabah, Alman şantiye şefi Hear Lieman, işçilerin büyük çoğunluğunun işe gelmediğini gördü. Meğer bunların çoğu Alevî imiş, tavşanı gören trene atlayıp kaçmış!…

Bir meslektaşımız da 1954 yılına ait bir anısını anlatmıştı. Bir gece otobüs yolculuğunda vasıta tehlikeli zikzaklar çizmeye başlamış; şoför, önden kaçmakta olan bir tavşanı, hayvan yolu kat etmeden, geçmeye çalışıyormuş…

Orthodox İslâm’ın tenasühü reddetmesine karşılık “Bektaşi’ler ikinci defa dünyaya gelişte kötü insanların tavşan ya da yılan şeklinde gelebileceğine inanıyorlardı. Hattâ onlara göre tavşan, bir kadın gibi hayz gören Muaviye’nin bacaklarının arasından çıkmıştı”.[11] Mamafih bu konuda, esasta aynı olmakla birlikte başka rivayetler de var: tavşan, Hüseyin’in katlinden sorumlu Yezid ile ilişkilidir veya Hüseyin’in katilinin ruhu bir tavşana girmiştir.[12]

Bu konudaki hikâye ve faraziyeler bunlarla bitmiyor. Her yerde ve ülkede daha birçokları anlatılıyor. Bununla birlikte sorun müphemiyetini muhafaza ediyor.[13] Hitit’lerin tavşana bir hâkimiyet simgesi gözüyle baktıklarını I. ciltte anlatmış olduğumuzdan konuya dönmeyip bunu bir tarihî olayı zikrederek kapatacağız, İbn Battuta, Sinop’ta başına geleni şöyle hikâye ediyor: “Bu beldeye duhulümüzde ahali bizim ellerimizi yanlara salıvererek namaz kıldığımızı gördüler…[14] Ahaliden bazısı Hicaz ve Irak’ta Rafızîlerin namazda ellerini salıverdiklerini görmüş olduklarından, bizi anların mezhebinde bulunmakla itham ederek sual eylediler. Mezheb-i İmam Mâlik üzere olduğumuzu kendilerine ifade ettik. Bununla kanaat hâsıl olmadıktan ma’da, sui zan zihinlerinde bir derece müstakar oldu ki naib sultan, bize bir tavşan irsal ile beraber, ne yaptığımızı görmek için, yanımızda bulunmasını huddamından birine emir eyledi. Biz tavşanı zebh ve tabh ile yedikten sonra, hizmetkâr avdetle naibe hikâye-i keyfiyet etti. Bunun üzerine hakkımızdaki sui zan zail olarak bize taam gönderdiler. Çünkü revafiz tavşan eti yemezler.[15] Aklımıza hemen Musa Çelebi’nin, Evrenos Gazi’yi denemek üzere önüne kurbağa bacağı koyması geldi…[16]

Moğol’larda bir ceylan veya bir başka hayvanın, bozkırda giderken yolu kat etmesi uğur olarak görülür (bizim yukarıdaki şoförün aksine); fakat hayvan yolu kat etmeden kaçıp giderse, keyfiyet uğursuzluk alâmeti olur.[17]

[1]              Bkc. C.I, s.568/9

[2]              Deuteronome XIV/7

[3]              Dictionnaire, mad. “lievre” ve J. E. Cirlot, mad. “hare”

[4]              J. Varenne.- La lune, mytlıes et rites dans l’Inde, in La lune, mythes et rites, s. 254-5

[5]              J.-P. Roux.- Faune et flore,s.114

[6]              ibd., s. 140

[7]              ibd., s. 347-8.

[8]              B. Ögel.- op. cit., s. 47.

[9]              Zodiak?

[10]             B. Ögel.- op. cit., s. 559.

[11]             ibd., s. 490.

[12]             J. K. Birge.- op. cit., s. 193.

[13]             Bkz. J.-P. Roux.- Traditions, s. 289-95.

[14]             Maliki ritüeli. İbn Battuta Faslıydı.

[15]             İbn Battuta.- Seyahatnâme, s. 356-7.

[16]             Bkz. C. I, s. 596.

[17]             S. Jagchid and P. Hyer.- op. cit., s. 160.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.