Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 116. Bölüm

Balığın evrensel bir saygınlığa mahzar olması. Balıkla ilgili inanç ve efsaneler. *

Samî paganizmi çok ilkel bir fikir kümesiyle en eski doğa ibadetini içerirdi ve bunlar yüzyıllar boyunca sürmüş ve Hristiyanlık ve İslâm’da kısmen bugüne dek kendilerini devam ettirmişlerdir. Üzerinde, bazen kutsallaşmış alanı sınırlayan bir çit bulunan tepelere; denize akan sulara, dağlardan çıkan nehirlere; içine, bunları veya bunların simgeledikleri verimli doğayı tebcil etmek amacıyla sunular atılan topraktan fışkıran pınarlara; gölcüklere, havuzlara, göl ve kuyulara; ağaçlara, taşlara tapma keyfiyetleri hep bu bakiyelerdendir. Hayvanlar da, tıpkı cansız nesneler gibi işbu tazimden paylarını alırlardı. Çoğu kez tanrılar, aşağıda geyik misalinde göreceğimiz gibi, hayvanlar üzerinde görülürlerdi. Dolichenus’lu (Dülük – Gaz) Baal bir boğanın, eşi de bir aslanın üzerinde dururdu. Bazı mabetlerin etrafında, içinde vahşî hayvanların serbestçe dolaştıkları mukaddes parklar tesis edilmişti.

Bunlar arasında iki hayvan, balıkla güvercin, cihanşümul bir perestişe mazhardı. Bu sonuncusundan başıboş kümeler, Ken’an ülkesinin Akdeniz üzerindeki kenti Askalon’a varan yolcunun başına üşüşürdü. Bunlar aşk ilâhesinin malı addedilirdi ve ona tapanlarca onun simgesi olarak bilinirlerdi.

Balık, başlarda şüphesiz bu şekilde temsil edilen Atargatis’e tahsis edilmişti. Orta Fırat bölgesinin tarımsal tanrısı olup da kültü aşağı Fırat’a, Filistin’e, Finikeliler ülkesine yayılan Dagan-Dagon da yine balık şeklinde temsil edilirdi, saban ve buğday üretiminin mucidi olmasına rağmen. Balıklar, mabetlerin yakınında havuzlarda muhafaza edilirdi, bunlara dokunanların vücudunu tanrıçanın çıban ve benzeri musibete sardıracağına inanılırdı. Ancak bazı mistik yemeklerde rahiplerle salikler, tanrıçanın bizatihi etini yedikleri inancıyla işbu yasak edilmiş besin maddesini istihlâk ederlerdi. Bütün bunlar Hristiyan devrinin balık sembolizminin kaynağı olmuşlardı.

Mukaddes balıkları yiyenlerin türlü belâlara uğrayacakları itikadının günümüze çıktığını görüyoruz. “Bana anlatıldığına göre, Dülük’ün biraz batısında Şamköy’de, bir kaynağın beslediği bir havuz ve içinde çok miktarda balık varmış… Bunlardan yiyen hemen ölürmüş. Aynı şey Trablus camiinde ve sair yerlerde de vardır… Tavşanlı’da, Ezani’nin kuzeyinde… bugün kimsenin dokunmaya mezun bulunmadığı balıkla dolu bir murabba sarnıç var… Türkiye’de seyahat edenler, insanların, hattâ yiyecek kıtlığı olduğu devirlerde bile balık yemediğini çok kere müşahede etmişler, balık etinin sıhhate muzır ve hastalığı mucip olduğu kanısı tamamen mesnetsiz değildir… Toros’larda Pozantı’dan akan berrak suda bir balık türü tutulur; bunlardan bir miktarını yedikten sonra 1891’de, ağır şekilde, diğer yiyenlerle birlikte, hastalandım. Bazı nevilerinin tehlikeli olması sebebiyle halk balığın her türlüsünden içtinap eder; tehlikeli demek, içinde cinlerin bulunması demektir. Suriyeli tanrıçanın gönderdiği sivilceler, doğruca bir zehirlenmenin sonucunda ortaya çıkan ödemlerdi” diyen F. Cumont’un[1] bu satırları yazdığı günlerde tıp, henüz alerji sorununa yabancıydı…

 

(Hz) İbrahim, Urfa kalesinden, büyük bir yanar odun ateşinin üstüne fırlatılmıştı, ama “hikmet-i Hüda”, alevler suya, yanmakta olan odunlar da balığa dönüşüvermişlerdi.

 

Daha önce sözünü ettiğimiz Altay Yaratılış Efsanesi’nde:

 

“Tanrı Ülgen durmamış, ayrıca vermiş salık,

Bu dünyanın yanına yaratılmış üç balık.

Bu büyük balıkların üstüne dünya konmuş.

Balıklar çok büyükmüş, dünyaya destek olmuş.

Dünyanın yanlarına iki de balık konmuş,

Dünya gezer olmamış, bir yerde kalıp donmuş.

Bir başka balık ise yere gerilmiş imiş

Kapkaranlık kuzeye başı çevrilmiş imiş.

Ortadaki balığın başı tam kuzeydeymiş,

Tufan hemen başlarmış, yönü az değişseymiş,

…”[2]

Yani balık, hem dünyaya destek, hem de onun “dümen”i oluyor (bu fikri, balığın kuyruğu ilham etmiş olmalı).

Çeşitli vesilelerle “Nefes”inden parçalar verdiğimiz Bektaşî Azmi Baba[3] (XVI. yy.) yine Allah’a hitaben:

“Kazanlarda katranların kaynarmış,

Yeraltında balıkların oynarmış,

Ol bu dünya kadar ejderhan varmış,

Şerbet mi satarsın, yılancı mısın?”

derken işbu balık efsanesine de dokunmuş oluyor.

“Yakut’lar da Baykal gölünün dibinde Arağıt Balığı tesmiye ettikleri bir büyük balığın yaşadığına inanırlardı. Güney Sibirya destanlarına göre Dünyanın altında kırk boynuzlu bir öküzle Kiro-Balak adlı bir balık vardı. Bunlar zaman zaman yeryüzünde yaşayan insanlardan kurban olarak çocuk isterlerdi…”[4]

Altay Yaratılış Efsanesi’nde, zincirlerle bağlı tutulan ve başı kuzeye doğru çevrilen balığın Kutup Yıldızı ile bağlı bulunduğu Orta Direk’in de, bahsettiğimiz Demir Kazık’la ilişkisi muhtemel görülmektedir.[5] Bu sonuncusunun Moğolcası gadasu olup hayvanların bağlandığı kazığı ifade eder.[6]

İnsanlar, daha ilk günlerin müşahedelerinden itibaren fizikî kabiliyetler bakımından hayvanlardan geri olduklarını fark etmişler: onlar gibi hızlı koşamıyorlar, onlar gibi koku alamıyorlar, ses duyamıyorlar… Hele devamlı yer değiştiren göçebelerin önüne bir su çıktığında, bırakalım balığı, bir at ya da köpek gibi dahi yüzemediklerine gerçekten hayıflanmış olmalıdırlar. Balık, insanı korkutan bir âleme dalıp onu oynatabilmektedir. Bu itibarla, bir suyun acilen geçilmesinin gerektiği hallerde onu taklit etmek, hattâ bazen onunla ayniyet haline gelmenin lüzumu hissedilmektedir.

“Çao’lar, Çin’in Han sülâle-i imparatoriyesi neslinden geldiklerini iddia ettikleri cihetle Han sülâlesinin aile ismi olan Lie-O namını almışlardı. Hun’ların Çin’deki Han sülâlesine iddia-i nesep etmeleri ise aralarında vukua gelen sıhriyetten, bilhassa eski Tanju Mete’nin bir Çin prensesi ile izdivaç etmesinden neşet ediyordu. Pa-O, Hu-Yen-Şi namında Hun’lar arasında en meşhur ve en muteber bir aileden bir kızla evlenmişti.

Lieo-Yuan-Hay büyük bir adam olduğu, hele bir sülâle tesis ederek Hun milletini yeniden ihya ettiği cihetle tevellüdünü bir takım havarık ile süsleyerek bunların ilerde ihraz edeceği mevki-i muazzamı evvelden ilân etmiş olduğunu göstermek istediler. Rivayet olunduğuna göre bir gün pederi Allah’tan bir oğul ihsan etmesini rica ederken gözüne büyük bir balık göründü. Bunun başında iki boynuz vardı. Bu hayvan, kurban kesilen yere yaklaştı. Bir müddet orada kaldıktan sonra ortadan kayboldu. Kâhinler bunu bir alâmet-i hayr olmak üzere tefsir ettiler. Ertesi gece Pa-O’nun karısı aynı hayvanı rüyasında gördü. Fakat bir erkek haline munkalip olmuştu. Elinde etrafa nurlar saçan bir şey tutuyordu. Bunu kendisine vererek bir oğlu olacağını müjdeledi…”[7] ve oğlu oldu. Bununki de balıktandı, aynı ışıkla birlikte…

İdrisî’ye göre Aral Oğuz’ları arasında bazen suların üstünde “büyük bir uçar balık… balık bulmak üzere balıkçılara rehberlik eder”di[8]. Bu balık, aynı coğrafyacının ifadesinde, “bilinmeyen bir dilden üç dört kelime telaffuz eder”di[9].

Asya’da insan-balık-güvercin dönüşmesine de efsanelerde rastlanıyor.[10] Atargatis (Dea Syria)in kendisini balığa, kızını da güvercine dönüştürdüğünü anlatmıştık. “Çok kudretli ve çok doğurgan” Suriyeli Büyük Ana, sair tanrıçalar gibi güvercin, aslan, balık ve cinsi semboller gibi simgeleri haiz olup mümbitlik dağıtan sularla müzdeviçti.[11]

Hindistan’da Vishnu, bir balık şekline girerek beşeri, tufan sularından kurtarmaktadır.[12] Gerçekten Vishnu, avatara’larından biri olan balık (matsya) sayesinde, bugünkü çağın vazı-ı kanunu olan (yedinci) Manu’yu bu sulardan tahlis edip ona daha sonra Veda’ları tevdi ediyor, yani ona kutsal ilmin tümünü ifşa ediyor. O ise ki İsa da çoğu kez bir balıkçı, Hristiyanlar da, aşağıda tekrar değineceğimiz gibi, balık olarak temsil edilirlerdi, zira vaftizin suyu, balığın tabii unsuru ve onun yeniden ihyasının aracı oluyordu; böylece İsa’nın kendisi de balıkla simgelenirdi.

Ayrıca, sayısız yumurta bırakma ve fevkalâde tekessür kabiliyeti sebebiyle balık hayat ve doğurganlığın da sembolü olmuştur. Sanskritçe, aşkın Tanrı’sının adı “simgesi balık olan”dır. Küçük Asya’da Anaximandres[13] balık “bütün insanların anası ve babası olup bu nedenle istihlâki memnudur” diye kesin hüküm veriyor. Onu çoğu kez, özellikle Babilonya damga-silindirleri üzerinde, kadın fercini (vulva) temsil eden mainle (baklava şekli) müzdeviç olarak görüyoruz. Mısır’da da, halkın bol yol yediği taze ya da kurutulmuş balık, kral veya rahip gibi “her türlü kutsallaşmış” şahıslara yasaklanmıştı.[14] Birinci ciltte bu kabil balık yeme yasaklarından söz etmiş, bu arada bazı Bektaşî ve Mevlevi’lerin balık istihlâkinden kesinlikle içtinap ettiklerini anlatmıştık.[15]

Afganistan’da Zabul krallığında görkemli bir tapınağa sahip Zun, aslında müphem bir tanrı olarak kalmıştır. Sembolü bir balıktı: tapınağının önüne bir balığın bel kemiği dikilmiş, ülkenin kralı da altından bir balık başı ile süslü bir taç giyerdi. Bu mabet ünlü ve zengin bir ziyaret yeriydi. Çinli ve Arap müverrihler bu tanrı, mabedi ve kültü hakkında bilgi veriyorlarsa da maalesef, tabiatı bizce hâlâ meçhul kalmıştır. Balığı simge olarak almış olması onun bir “deniz ve ticaret tanrısı” olma olasılığına kuvvet kazandırıyor.[16]

“Hoei-ka’lar Çin’e arz-ı tâbiiyet ettiklerini beyan ile kendilerini idare için Çin kumandanları göndermesini rica ettiler… Tai-Tesun bu sefirlere büyük bir ziyafet verdi (647). Memleketlerine takriben bin kadar Çin kumandan ve zabiti gönderdi. Bunlar bu vâsi ülkeyi müteaddit vilâyetlere ayırdılar, başlıca aşiret reislerine taksim ettiler. Bu rüesadan her biri bir Çin kumandanına tabi idi. Kuşaklarında altın kakmalı balık taşıyorlardı…”[17]

İran’ın Şiî cenaze ve matemlerinde taşınan alemler üzerinde madenî tekeler, kabarmış tavus kuşu ve kumrular, güvercinler, insan başlı ve balık kuyruklu kuşlar gibi melez hayvan suretleri bulunur.[18]

İskit’ler Urartu’ya daldıklarında insan şeklinde, baş ve omuzları balık derisiyle örtülü ve Babilonya’lıların balık-tanrı’sı Ea’yı hatırlatan tanrı suretleriyle karşılaşmışlardı.[19] Gerçekten Urartu prehistoryasından beri uygulanan bir kültün belgeleri olarak balıkları temsil eden büyük taş suretler kazılardan çıkmıştır.[20]

Bir Mısır metninde bir sihrin uygulanma şeklini görüyoruz. Burada balıklar, düşmanı temsil ediyor: “Dört tane balık getirilecek, bunlar Hayat Evi’nin kurban sunucusu tarafından bu tapınağın dört kapısına vurulacak. Sonra, kralın hiddetini mucip olmuş düşmanların suretleri… imal edilecek; bu resimler balmumuyla her bir balığın ağzına tespit edilecek, söyle ki bunlar dört balığın adı olurlar, kuzey, güney, batı, doğu yönlerinde. Sonra ateşe atılacak…”[21] Mısırlılarda mukaddes sayılıp da yüzük ve sair nazarlık ve ziynet eşyası olarak kullanılan mavi taştan yapılmış bokböcekleri (scarab) üzerinde, yine çok çeşitli nazara karşı motifler arasında terazi, şek. 46’da görülen zincirleme göz örgeleri ve balık resimlerine sık rastlanmaktadır. Muska ve nazarlıkların menşe memleketi sayılabilecek Mısır’da, bazı tehlikeli mahlûkat sınıflarına, korku yaratan hayaletlere, cin ve hastalıklara karşı çocukları korumak için, ilâçların alınmasıyla birlikte, akrep, timsah ve yılanlara karşı sihirli, büyülü sözler sarf edilirdi. Bunlar muska gibi taşınan papirüs ve cıncıklar, dikili taş ve heykeller üzerine yazılırdı; bunlara ayrıca büyü kitaplarında ve ilâhîlerin, edebî ve tıbbî metinlerin yanı sıra rastlanırdı.[22]

Finikeliler, imalinde büyük ustalığı haiz oldukları cam eşyalar arasında çok uzaklara ihraç ettikleri ince ve şeffaf kâseler üzerinde balık, deniz kabukları, deniz otları motifleri bulunurdu.[23]

“Hani Musa adamına demişti ki: iki nehrin birleştiği yere (Mecmaülbareyn) varıncaya kadar durmayıp gideceğim. Yahut senelerce didineceğim. İkisi, iki nehrin birleştikleri yere varınca balıklarını unuttular. (Balık), nehirde bir yol tuttu ve gizlenip gitti. Vaktaki biraz daha ilerlediler, Musa adamına “kuşluk yemeğimizi getir, biz bu yolumuzdan yorgun düştük” dedi. Adam, “gördün mü?” dedi, “biz kayanın üzerinde barındığımız zaman, ben balığı unutmuşum. Onu bana hatırlatmayı unutturan ancak şeytandır. Balık nehre atıldı. Bir yol bulup gitti. Ne tuhaf oldu!”. Musa “bizim de aradığımız, dilediğimiz bu idi” dedi. Onlar da izlerini araştırarak geri döndüler. Kullarımızdan (öyle) bir kul buldular ki ona tarafımızdan rahmet ihsan etmiş, ona kendimizden ilim öğretmiştik”[24]

Kuran’ın bahsettiği “kul”, halk arasında Hızır (Hıdır) (Aleyhisselâm) namıyla maruf olan “kişi”dir. “Al-Hazir” aslında “yeşil” demektir. Onun esas hikâyesini daha sonra ele alacağız. Bizi şimdilik balıkla ilgili kısım meşgul (edecek. Mezkûr sure ile müşterek kaynaklar arasında, insanı ölümsüz kılacak hayat otunun peşine düşmüş Gilgameş’le İskender’in öyküsü var. Bu sonuncusunda İskender, aşçısı Andreas (İdris) ile birlikte hayatın membaını aramak üzere yola çıkmışlardı. Karanlıklar memleketindeki meşakkatli yolculukları sırasında bir gün Andreas bir tuzlu balığı bir membada yıkarken, balık, suyla temas edince, dirilir ve kaçıp gider. Andreas da peşinden suya atlar ve böylece de ölümsüzlüğe kavuşur. Macerayı efendisine anlatır, fakat o membaı tekrar bulmak artık mümkün olmaz.

Balık (tuzlu), yolu göstermeye yarar; balığın kaçtığı, ya da suya değince dirildiği ve yanı başında bir kayanın bulunduğu mahal, yani hayat kaynağı Hızır’ın ikamet ettiği yerdir. Kayanın kendisi de hayatın kaynağını ifade eder zira bahis konusu su, bunun altından akmaktadır.

Bir de Hindistan’ın birçok yerinde akarsu tanrısı veya kuyu ve pınarlar perisiyle bir tutulan Hâce Hızır vardır ki “İskendemâme”de ab-ı hayata hâkim olan veli gibi tarif edilir. İndus nehri kıyılarında o, nehirle ayniyet halinde telakki edilir ve bazen de yeşiller giymiş bir pir olarak tasvir edilir. Bu velinin bir balığın üzerine ata biner gibi bindiğine inanılır; bu Oudh hükümdarlarınca remiz olarak kabul edilmiş ve sikkelerinin üzerine vurulmuştur. Bunun, yukarda sözünü ettiğimiz Vishnu’nun balık tenasühü ile ilgili olması muhtemeldir.[25]

  1. İnan’ın, Semerkand’lı bir Özbek olan Devran Beg Açıloğlu’nun hatıra defterinden naklettiği hususlar, balık kültü olduğu kadar su, ağaç, dağ kültlerine dair de hayli ilginç ayrıntıları içeriyor. Bunlardan bazılarının özetlerini verelim.

Ünlü Uluğ Bey rasathanesinin bulunduğu Çoban Ata tepesi Semerkand’lılarca kutlu sayılıp her ilkbaharda burada toplanıp “toy” yapılır ve ağaçlara paçavra (lata) bağlanır. Semerkand’dan bir günlük yolda Bağı Mezad adlı bir yerde bir şifalı pınar bulunur; balıkları avlanmaz. Bir Rus bu balıkları avlarken helak olmuştur. Pınarın yanındaki direkte tuğ (bayrak) vardır. Keza aynı şeyler Yeni Korgan istasyonu civarındaki Sadıkavas pınarında da vardır.

Yine ünlü ziyaretgâhlardan Ürgüt üstünde Hazreti Sultandağı vardır ki yazın saratan ayında burada tören yapılır. Burada da sırık üstünde tuğ bulunur. Etrafındaki çalı ve ağaçlara, tuğ direğine paçavra bağlanır. Bu dağın civarındaki Karadağ’da taş olmuş ve Hoca Senk Hâk evliyası vardır, yanı başında da bir pınar ve yine üzerine paçavra bağlanan direk ile tuğ. Bu Hoca Senk’in eski bir Buddha heykeli olması da muhtemeldir ki bu takdirde eski kültün İslâmiyet’i gelip geçtiğini görmüş oluruz.

Bu yörede bir kutsal dağ daha vardır: Hazreti Beşir. Üzerindeki çok ihtiyar çınar ağacına Özbek’ler büyük saygı gösterip her yanına paçavra bağlarlar. Yanındaki büyük pınarda bulunan balıklar avlanmaz.

Başka vesileyle de gördüğümüz ve ilk devirlerinde Tibet öküzünün kuyruğundan oluşan tuğ, boncuklarla süslenirdi, savaşlarda alplar bunu atlarının boyunlarına asarlardı. Evliya mezarlarına “tuğ kaldırma” tabiri, kurban edilen hayvanın kuyruğunun bayrakla birlikte mezar üzerine asmayı ifade eder.[26]

İran inanışlarında da dünya bir boğanın boynuzlarının birinin üzerinde, boğanın kendisi de bir balığın üzerinde durmaktadır; boğa yorulduğunda veya dünyayı fazlaca haksızlık sardığında, sabırsızlanır ve dünyayı bir boynuzundan diğerine aktarır. İşte bu sırada zelzele olur![27]

Ferideddin Attar, “Mantık-ut-tayr (Kuşların dili)” adlı eserinde (XIII. yy. Nişapur) “dünyayı boğanın sırtına yüklediği gibi, boğa da balığın üstünde, balık da havadadır. İyi ama hava ne üzerinde durur? Hiçbir şeyin; fakat hiç, bir hiçtir…”[28] diyor. Aynı zat, yetmiş iki sufînin yaşam ve sözlerini içeren bir başka eserinde, Belli padişahlarından İbrahim Edhem’in nasıl Hızır’ın görünmesiyle tahtından çekildiğini ve bir zahit gibi yaşadığını anlatıyor. Bir gün bir nehir kenarında oturup eski elbisesini dikerken biri çıka gelir: “Ya İbrahim, terk ettiğin Belh’e karşılık ne buldun?” diye sorar. O da; iğnesini nehre atar; derhal bin balık, ağızlarında birer altın iğne olmak üzere başlarını sudan çıkarırlar. “Bana iğnem gerek” der İbrahim. Bunun üzerine bir küçük balık ilerler ve ona iğnesini getirir.[29]

“İbni Ethem Padişahken taht ü tacın terk edip

Ethem’i Ethem eden üç harf ile beş noktadır”.

Bu Bektaşî nefesinde, İbrahim’i tahrik eden “aşk” telmih ediliyor ki bu da Arap yazısıyla üç “ayn, şın ve kaf” harflerinden oluşur; bunlarda toplam beş nokta bulunur.[30]

Plinus, Milas’ta bulunan Labranda Zeus mabedinde bir havuzun bulunduğunu, burada yılan balıklarının yetiştirildiklerini anlatıyor: “ehlileşmiş balıklar beslenir, bunlar çağırıldıklarında gelirler ve kendilerine her taraftan uzatılan yiyecekleri memnuniyetle kabul ederler; bunlar altından gerdanlık ve küpe taşırlar” diyor. Mabedin bulunduğu yere bugün Karkecak Yayla denmektedir.[31]

Burada, büyük ihtimalle, tanrı kehanette bulunuyordu ve bunda kullandığı “âletler” bu kutsal balıklar olmalıydı, sair yerlerde, meselâ Lysya’da olduğu gibi. Tanrının sembolü çift balta idi.[32] Mızrak da, bunun gibi, yıldırımın sembolünden başka bir şey değildir.

Labranda’daki bu balıklara sarf edilen özen ve kıymetli metalden süsler bir doğu âdetinin devamını anlatıyor: Soura (Sayda ile Akkâ arasında) (Dinos membaında deniz balıklarıyla kehanet), tanrısı Zeus Dolichenus’un Labranda’dakiyle ilgili Dolichenus (Dülük), sonra Hierapolis (Suriye) ve Ascalon’dan (Filistin’de) geçerek Babilonya’ya bağlanabilen bir âdetti bu. Janiculum’un (Roma’da) Suriye tapınağında mukaddes balık kurbanını da görüyoruz. Babilonya’da tanrı Oannes, uygarlığın hâliki, ilk okyanustan çıkan birinci varlık, hilkatin membaı olan bir balık şeklinde temsil edilirdi. Aynı bölgelerde, bir büyük balığın derisine bürünmüş rahip sureti de bulunmuştur. Anaximandres de, yukarda gördüğümüz gibi, insanı balıktan türeterek, Doğu’nun mistik ilâhiyatından gelen bir düşünce sistemini doğa felsefesine dâhil etmiştir. Bugünün bilimi, fazlaca yanılmamış olduğunu kanıtlıyor. Esas Helenistan’ın hiçbir yerinde, Suriye’de olduğu gibi canlı ve maddî şekliyle bir balık kültünün muhafaza edildiğini görmüyoruz. Bu itibarla Labranda balıklarının Grek olmaktan çok Suriyeli oldukları söylenebilir. Bunu, daha önce de başka vesileyle irdelediğimiz Urfa balıklarına dönerek kanıtlayacağız.

Edessa’lı Bar Daysan (Bardaisan, Edessa, 154 – 222) çocukluğunda Hierapolis-Mabbug’da bir pagan rahipten ders görmüş, Edessa’ya geldiğinde Hristiyan Mysterion’ları onu çekmişti. Diyakos olup heretic’lere karşı yazı yazdıysa da bizzat kendisi bir heresiach olmaktan kurtulamamıştı; pagan doktrinlerinin cazibesi galip gelmişti. Tevsik edilemeyen efsanevî yaşamı, Edessa’da revaçta olan pagan akidenin, ilerde göreceğimiz gibi yine ünlü bir paganizm merkezi olan Harran’la değil, Hierapolis’le yakınlık arz ettiğini gösterir. İlâhilerinin birinde:

“Bir şeyler aktı Hayat’ın Baba’sından

Ve Ana balığın sırrından (mysterion’undan) gebe kaldı

ve onu taşıdı;

Ve o Hayat’ın Oğul’u tesmiye edildi”

diyor. Bar Daysan’ın akidesinde bir tanrısal çift, Hayat’ın Baba ve Ana’sı fikri, orta yeri işgal ediyor. Yukarıdaki kıta bir yandan bir tanrısal üçlü, Baba, Ana ve Oğul kavramıyla birlikte bu sonuncusunu bir balık olarak temsil ederken diğer yandan da bir balık şeklinde temsil edilen, Ana’nın hayat verici görünümü, yine kutsal hayvanı olarak balığı olan ve bir mümbitlik tanrıçası tabiatını haiz Hierapolis’in Dea Syria’sını yakından hatırlatmaktadır. Böylece Atargatis, kendisine vakfedilmiş her tapınakta, içinde kutsal balıkların bulunduğu bir havuza sahipti, Hierapolis, Ascalon, Delos ve sair yerlerde olduğu gibi. Edessa’daki balıklar bugün artık İbrahim’e vakfedilmiş olup bu, din değişmesiyle müterafik geleneksel saiklerin de değişmesini ifade eder.[33]

Kaldı ki eski dünyanın her tarafında kutsal balık tespit ediliyor: güney Rusya’da, Lydia’da (Orphoi), Lysia’da (Soura’da), İzmir’de (herhalde Atargatis’e adanmış balıklar), Samothrace’da (pompilos ve İlyada’nın ίεός ίχθύς’u), Attika’da (Demeter ve Kore’ye adanmış Rheitoi göllerinde), Achaie’de (Poseidon’a adanmış tabu balıklar); balıkla ilgili kitabelere Ephesus ve Sparta’da rastlanıyor. Bu hayvanın kurban sunusu olarak kullanılmasına, Kartaca’lılar, Etrüsk ve Romalılar, Trakya’lılar arasında ve Helenistan’da özellikle Hekate gibi yeraltı tanrıları için, sık rastlandığı mukayyettir. Hiç değilse bazı tür balıkların Eleusis’de ve Pythagorisyenler arasında yenmelerinin yasak oluşu bunların ölüler tanrılarına sunu olmalarıyla izah edilebilir. Böylece de, çok kadim bir yaşam ve ölüm sembolünün karşısında bulunuyoruz demektir ki bunun astrolojik ve mistik yansımaları, ilkel Hristiyanlığın en değerli simgeleri arasına girmesini sonuçlandıracak kadar önemli olmuştur.[34] Gerçekten, kendilerini Roma idaresinden gizleyen ilk Hristiyanlar, birbirlerini tanıyabilmek için balık işareti yaparlardı. Bunda Magna Mater, yani sonradan Meryem olmuş Büyük Ana’nın denizle yakın sembolik ilişkisinin etkisini görmek mümkündür.

Mukaddes balığın bir kurban hayvanı olarak da kullanılması keyfiyeti hususunda, boğa için söylemiş olduklarımızın bunlara da uygun düşeceği fikrindeyiz. Başka bir izah şekline rastlamadık.

Σκαροι, muhtemelen Lysia’da bir bucak, dikkate değer bir su kaynağının etrafında toplanmış bir küçük yerleşme merkezi olmalıydı. Σκαίρειν ise “atlamak, sıçramak” manasına gelmekte olup σχαρος (skaros) denilen balık, adını bundan almaktadır. Böylece bu Grek kök, bir kaynağın suları, çoğu kez boğalarla ayniyet halinde görülmüş bu akarsular için iyi bir izah şekli arz eder: bu sonuncular için daima σκαρειν, σκιρτᾱν sözcükleri kullanılır. Ama bir başka mülâhazanın da dikkate alınması gerekir. Yukarda söylendiği gibi Lysia’da, ilk önce Soura’da, balıklarla kehanette bulunulduğu biliniyor. Kâhinler, çağırılan balıkların gelişleri, gidişleri, kaybolmaları, adetlerinden netice çıkarıyorlardı. Skaroi’nin bir balıklı kehanet merkezi olduğunda şüphe kalınıyor.[35]

Ephesus’ta Artemis kültüne ait aşağıdaki efsane zikredilir: “Ephesus civarındaki Grek kolonları Apollo’ya yeni bir kenti nerede inşa etmeleri gerektiğini sorduklarında kâhinden şu cevabı alırlar: “önünüzden gidecek bir balıkla bir yaban domuzunun size bildirecekleri yere”. Balıkçılar ise bugün Hypele çeşmesi ve kutsal iskelenin bulundukları yerde yemek hazırlamakla meşguldüler. Tavadan bir balık çıkarıp attılar, bu sırada ocaktan da bir kor düşüp samanı ateşe verdi. Ateş yandaki çalılığa sirayet edince orada uyumakta olan bir domuz fırlayıp Trecheia’ya doğru kaçmaya başladı. Adamlar ona, şimdi Athena tapınağının bulunduğu yerde yetişip kargılarla öldürdüler…”. Bazı Ephesus sikkeleri üzerinde mızraklanmış bir yaban domuzunun bulunması bu yüzdendir.[36] Peki, ya II. Mahmud zamanında Mekke’de basılmış 1223 tarihli bakır paraların bir yüzündeki balıkla diğer yüzündeki kuş (güvercin?) ne yüzden?… [37]

Domuz dişinin boynuz ya da hilâle benzemesi bir yana, nazarlık olarak kullanılmasında bu hayvanın bu tanrıçaya adanmış hayvanlardan olmasının da dahli yok mudur?

Şiraz’da Sadi’nin mezarının yanında; İsfahan-Şiraz yolu üstünde Kumşeh’de Ziyâ-Rızâ’nın mezarının yanında; yine aynı bölgede Şairza köyünde (Havuz-u mahi), Kâşân civarında Soou’daki mukaddes, dokunulmaz balıkları çeşitli seyyahlar sayıp duruyorlar.[38] Karaşi yakınlarındaki Mangho Pîr Müslüman mabedi de, içindeki mukaddes balıklarıyla ün yapmıştı.[39] Aynı şeylere, kutsal balık, havuzlarına, bu balıkları yiyenin mutlaka öldüğüne dair türlü rivayetlere Anadolu’nun da çok çeşitli yerlerinde bugün rastlanır. Tavşanlı (Kütahya) civarında Moymul ve Tunçbilek’e giderken İlet köylerinde, bunlardan olduğu gibi, Munzur suyundakiler için de Sadi Yaver Ataman şunları söylüyor:[40] “Munzur sularında on iki çeşit alabalık var; bunlar On iki İmam’ı temsil ederler; bunlar yenmez, sadece ince hastalık, mide hastalıkları ve sair marazlara şifa olarak kullanılır. O bölge insanlarının sazları da on iki tellidir…”. Güneyde Binboğa dağlarında, Tekirdağ’da çıkan Tekir Suyu, “dertlere deva sayılmış, aşiretçe kutsal sayılmıştır. Kaynağından çıkıp doğuya doğru bir takım efsanelerle coşarak kabaran bu kuyudan yenmesi günah olan yirmi kilo ağırlığında balıklar çıkarmış”.[41]

Kütahya yöresinde sözünü ettiğimiz kutsal balıklı havuzlardan başka, bizatihi şehir içinde de “Balıklı” birkaç bina ve mahallenin varlığı dikkati çekiyor. Bunlar Balıklı Mahallesi, Balıklı Camii (1236), Balıklı (Rüstem Paşa) hamamı (1549), Balıklı Tekkesi’dir.[42] Balıkla ilişkisine dair maalesef bir kayda rastlayamadık. Sadece Uzunçarşılı, Evliya Çelebi’den naklen hamamın “havuzunda kâkülleri dağılmış olan mahbupların gümüş balığı gibi yüzdüklerinden ve âşıkların gönlünü kaydübend ettiklerinden” söz ediyor (anlaşılan “bu balık başka balık”mış!..) Tekkenin inşa tarihi kesinlikle bilinmemekle birlikte bunun Kütahya’nın en eski binalarından olduğu sanılıyor.

Çanakkale’nin Biga ilçesinde Balıklı Çeşme adlı bir bucak merkezi, Balıklıova adlı Urla merkez bucağına bağlı bir köy, Ankara’nın Çubuk ilçesinin Ravlı bucağına bağlı Balıkhisar adlı bir köy bulunduğu gibi İstanbul’da da Yedikule dışında Silivrikapı civarında Balıklı ayazması, Bizans imparatoru Leon I (457 – 474) tarafından yaptırılmıştı. Buna o zaman “hayat bağışlayan kaynak” denirdi. Şifa verici suyunda balık bulunması nedeniyle bu adı almıştı. Bu balıklara kimse el sürmez. Halen, burada aynı adı taşıyan (“Balıklı”) bir hastane vardır.

Tabii, akla neden Balıkesir’i zikretmediğimiz gelecektir. Hemen söyleyelim, bu “balık da başka balık… Asıl olan Bâlıkesrî adının Παλαιοχαστρον’dan “eski hisar”dan, geldiği bugün kabul edilmiştir.[43]

Sırası gelmişken “bâlık” sözcüğünün Türk-Moğol lügatçesinde “kent” ya da “hisar” manasına geldiğini belirtelim. Sanskritçe Kanthâ, Sogdien Kend= “şehir”den kökünü bulan bu terim XI. yy.dan itibaren artık “bâlik”i yerinden etmiştir.[44]

İstanbul’da Merkez Efendi’ye “hasta çocukların evliyası” da derler. Ellerinde çocukları, dudaklarıyla analar, kısmet kuyusuna eğilip suda evleneceği erkeği görmeye çalışan genç kızlar, çilehanenin altındaki havuzdan çıkarak siyah veyahut kırmızı balıkları gözleyip muratlarının olup olmayacağını öğrenmeye çalışan yaşlı kadınlar, her zaman için bu türbeye ayrı bir hava verir…”[45]

Merkez Efendi, Sümbül Efendi’nin kızını almak için kırk çuvala doldurduğu toprağı işte bu balıkların bulunduğu havuzun olduğu yerden kazmıştı. Bugün burada, sözünü ettiğimiz balıklar oynaşıyorlar. Kırmızı görünürse, niyet tutanın işi olacak, siyahı gelirse, iş bozulacaktır.[46]

Darende’de Somuncu Baba türbesinin yanındaki çukurda bulunan kutsal balıklar, “Seferberlik’te harbe gitmişler, harp süresince görünmemişler, sonra hep yaralı olarak dönmüşler”.[47] Bu balıkları tutanlar mutlaka ölüyorlarmış. Askerlik Şubesi Başkanlığı’na tayin olmuş bir binbaşı inanmamış ve bunları tutup yemiş ve… on gün sonra ölmüşmüş!

Balıkların hastalık tedavi edici yanları da varmış: Sivas’tan Kangal’a gelince, Kangal’dan sonra yol ayırımındaki “balıklı kaplıca”da egzamalılar ve yılancıktan şikâyetçi olanlar hasta uzuvlarını bu suya sokarlarmış. Egzamalılara küçük balıklar, yılancık olanların etrafına da aynı yerde bulunan yılan balıkları (!) üşüşür, bunlar sivilce ve kabarcıkları kemirip temizlerler, kaplıcanın suyu da gerisini halledermiş. Kısaca denebilir ki sular ve burada içindeki balıklar, kuvvede mevcut güçlerin tümünün sembolü, bilcümle var olma imkânlarının rahmi olmaktadırlar: “Sular, gerçekten, şifa vericidirler; sular bütün hastalıkları def edip iyi ederler!” diye terennüm ediyor, Veda rahibi.[48]

Suyla tedavi konusu “İspençiyari Teknikler”de haylice eğleştirecek. Ama hemen ekleyelim ki çoğu kez, suyun içinde bulunan cisimler de suya kendi “potansiyel’lerinden katarlar: içine birkaç kez altın yüzük daldırılmış bir suyun içilmesiyle bu metalde mevcut hassalar da imtisas edilmiş olur… Tedavi şeklinin sihrî yönü, hastalıkla balığın adlarının (yılancık- yılan balığı) aynı olmasıyla beliriyor, tıpkı ölmüş yılana el sürmenin yılancık hastalığı tevlit edeceği inancı gibi bir şey bu (logos – kelâm’ın gücü).

Dönelim biz balıklarımıza, belki de suya ayrıca bir şeyler katan balıklara. Bu kere Hz. İbrahim öyküsünün iyice “İslâmileşmiş” bir şekli çıkacak karşımıza: Erzurum’un Söğütlü köyünde Balıklı Göl efsanesi.

Bu göl ilkin bir kulübeymiş, bir çobanla karısı yaşarmış içinde. Her ikisi de o derece koyu dindarmışlar ki kadın o yaşa değin hiçbir erkeğe görünmemişmiş. Ama bir gün, bir dilenciye “Allah rızası için” eliyle yiyecek vermiş, o da bu eli görmüş. Adam, yani kocası, çok kızmış buna: “mademki Allah’ın emirlerine bu kadardır uyuyorsun, ‘Allah rızası’ için kendini bu tandıra at!” emrini vermiş. Kadın derhal bunu yapmış ama Allah… tandırın kuyusunu bir göl haline dönüştürüvermiş. Kadınla, peşinden tandıra atlamış olan kocası olmuşlar içinde balık, iki renkli. Kim el sürerse bunlara cezasını bulurmuş. Rus işgali sırasında bunları tutup pişirmeye tevessül edilmişse de balıklar tavadan birer birer atlayıp göle düşmüşler…[49]

“Ören’nin (Milâs yöresinde Labranda) güney ucunda başka bir yapı daha ilgi çekmekte: kutsal havuz diyor buna bilginler. Antik kaynaklar garip garip anlatılar veriyorlar bu havuz üstüne: suda evcil balıklar yaşarmış, altından gerdanlıklar ve küpelerle süslü olan bu balıklar çağırıldıkları zaman gelirler ve kendilerine yem uzatan ellerle beslenirlermiş. Bunların verilen yemi yiyip yememelerine göre fallar dökermiş Zeus tapınağına bağlı biliciler. Zeus Labrandeus tapınağı bir bilicilik merkeziydi demek. Ne var ki balık aracılığıyla falcılığa antik dünyanın başka bir yerinde rastlanmamaktadır”[50] Merkez Efendi “antik” sayılmayacağına göre…

Konuyu kapatmadan önce bu balıklar gibi göller, havuzlar, çermiklerde yaşayan, onlar gibi “dokunulmaz”, kutsal ve şifa verici yılanlardan da kısaca söz edelim. Erzurum’un Ovacık bucağının Karahalka köyünde bulunan bir yılanlı gözede bu hayvanlar her yıl 15 Mayıs’tan itibaren belli bir süre içinde görünür, sonra kaybolurlarmış. Buraya “özellikle irin bağlamış çıbanları, yılancık yaraları olanlar tam mevsiminde gelip abdestli olarak gözenin başına gidiyorlar, oturduktan sonra hastalık olan yerlerini açıp bir müddet bekleyecek olurlarsa yılanlardan gelip çıban veya yaranın bulunduğu yerlere tutunanlar oluyormuş. Bu uygulamaların… ikincisine (tekrarına) lüzum kalmadan hastalığın iyileştiği görülüyormuş”. Kimi çermikte, ziyaretteki yılanlar da ya yaralı kısım üzerine kıvrılıp yatarak, ya sülük gibi yarayı emerek bu kabil hastalıkları sağaltıyormuş. Gümüşhane’nin Kelkit ilçesine bağlı Yılanlı Köy’ deki Yılanlı Göl ziyareti üç küçük gölden ibaret olup gölün kıyısına gelen hasta, adını yılana bağırırmış: “Hasta… oğlu… bir yılan ister, onu bekler elbet!” dermiş. Gölden çıkıp gelen yılan yaralı yeri bulup tutunur, irin ve kanını emermiş; Göl’e döndüğünde de bunları kusarmış. Ama hasta çoklukla şifa bulurmuş. Bayburt’un benzer bir ziyaretindeki yılanlar, hastalık yılancıksa kalır ve iyileşmesine yardımcı olur, yılancık değilse durmaz gidermiş![51]… Evet, “bütün inançların belli ölçüler içinde yaşama yardımcı bir yanları vardır, halk içinde”[52]

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hepsinde, prototiplerini verdiğimiz sihrî şekillerin benzerleri bulunmaktadır.

  1. Ş. Güleç anlatıyor.[53] 1960’da Cizre’de, damdaki serçe yuvalarına musallat olan bir yılanı öldürmek üzere tedbir almışken komşular bu işe şiddetle itiraz edip “zarar nina, zarar nina!” diyerek mani olmaya çalışmışlar. Meğer evin yılanının öldürülmesi uğursuzluk getirirmiş. “Bu evin sahibi ne siz, ne de ev sahibi olduğunu iddia eden şahıstır. Bu evin asıl sahibi o sizin öldürmek istediğiniz yılandır” demişler. Burada yılan, “evin asıl sahibi” olan cinlere mümasil oluyor, demektir.

Müslüman Başkır’ların sihre karşı kullandıkları afsun kitaplarında aslana binmiş ve kamçı olarak da yılan kullanan velilerden, söz edilir. Bektaşî menkıbelerinde de bunlara mümasil hikâyeler çok bulunur.[54] Döneceğiz yılan bahsine.

Anadolu Selçuklu sanatında balık figürüne çokça rastlanır. Fot. 262 ile 263, Konya kalesinde, fot. 264 de Çardakhan’daki balıkları irae ederler. Balıklar, bazı istisnalar dışında, genellikle çift ve mütenazir olarak tasvir edilmişlerdir. Çoğu kez de çeşitli rozet şekilleri, insan figürü veya çeşitli burç hayvanlarıyla birlikte bulunmaktadırlar. (Fot. 166’daki menorah’la birlikte balığın da bulunduğunu burada hatırlatmakta fayda vardır). Ayrıca, gerek M.Ö. IX. yy.a ait, çift rozaslı (ve nar’lı) tanrıça Kubaba kabartması (fot. 187), gerekse M.Ö. VIII. yy. Hitit çağı mahsulü, Aslantepe-Malatya’da bulunmuş, alnı sekizer yapraklı rozaslarla çevrili kral heykeli (fot. 265), işbu rozasların, saydığımız çeşitli sembolik manaları haiz olmanın yanı sıra, bir de hükümranlık simgesi olmuş olmaları ihtimaline kuvvet kazandırıyor. Bu itibarla bunların kale burçları, saraylar v.s. de balıklarla birlikte bulunmaları, bu sonunculara da ayrıca başka kozmolojik ve de hattâ politik manalar atfedilmesine götürüyor bizi. Nitekim aşağıda göreceklerimiz bu tahminimizi haklı çıkaracak mahiyettedir.

Yazı, masal hayvanı, rozaslar, burç hayvanları, insan figürü ile verilen balıklara ait birçok örnek sayılabilir. Bunların çoğu han, saray, cami, türbe, mezar taşı (fot. 166), köprü üzerinde olup ayrıca seramikler üzerindekiler (meselâ Kalehisar Beyşehir’de Kubadabad seramikleri), alçı kabartma halindekiler (Konya – Felekabad sarayında ve Alâattin köşkünde) vardır,[55] çeşitli ejder kabartmalarıyla birlikte (fot. 266 – Konya kalesi).

Bütün bunlar nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, Asya, ön ve Batı Asya’nın, Mezopotamya, Mısır, Küçük Asya ve Helen dünyasında özetlediğimiz balık kültü geleneklerinden esinlenmiş oldukları şüphe götürmez, tabii sair konularda, balıkların yanı sıra bakır ve seramiklerde, duvarlarda yer alan sair örgeler hususunda karşılıklı etki varsayımı mahfuz kalmak kaydıyla.

Balıklar hakkında tanığı olduğumuz bazı inanç ve âdetlerle Bektaşî ve Mevlevî uygulamalarına dair daha önce ayrıntılar vermiş olduğumuzdan[56] bunları tekrarlamayacağız.

  1. K. Birge[57] ile M. Aksel,[58] fot. 267’de görülen bir Bektaşî yazı-resim terkibini veriyorlar. Bunda, üst sağ ve solda, Hz. Ali’nin başıyla “Teslim Taşı”nı içeren daireler, birer “Cennet Kuşu” ya da Anka’nın kuyruğuna asılmışlar. Sol altta da Hayat ya da Dünya Ağacı ile buna konmuş Horoz veya Tavus görülür. Aslan’ın Hz. Ali’yi temsil ettiğinden (Haydar) şüphe yok.[59] Semboller sistemini yılanla balıklar tamamlıyor. Ortadaki adam Evren’i ifade ediyor (yazıların tahlili şimdilik konumuzun dışında kalıyor). Gerçekten evren, insanda toplanmıştır; insan, bütün âlemlerin aslıdır. Dünya da balık üstünde durmaktadır.

Fot. 268, bunun bir başka çeşidini irae ediyor. Burada Bektaşî karakterini görmüyorsak da aslan yine mevcuttur. İki Ali suretine karşılık iki melek vardır. Evren’in insan şeklinde temsil edildiği burada Türkçe olarak yazılmıştır. O, cennetten çıkmış bir kırmızı taş üstündedir. Altında öküz, onun da altında balık bulunur. Burada sadece öküzü görmüyoruz; kırmızı taş balığın kuyruğunun üstünde duruyor. Halk esasen “dünyanın altı semek (balık), üstü semadır” demez mi?

Meleklerin altındaki dairelerle evvelki resimde teslim taşının altındaki “damla”ların içindeki yazıların az çok aynı şeyleri ifade etmesi, her iki resimde de vücut üzerindekilerin burçları ve insan özelliklerini göstermesi keyfiyeti, bu resim tipinin halk dinî resim sanatının bir prototipi olduğu kanısını uyandırıyor. Aslî modele sadık kalarak Bektaşî buna kendi damgasını basmış.

“Hz. Ali, bir defasında Anter’e[60] iman teklif edüp, onun kabul etmediğini görünce Zülfikâr’ı öyle bir havale eder ki, Anter’in kalkanını kesüp yere iner. Cebrail hemen Zülfikâr’ı tutar, eğer tutmasaydı dünyayı, boynuzundan öküzü, altındaki balığı keserdi”!…[61]

Şek. 47 ilâ 51, yine inançlarla ilişkili bulunduğunda şüphe olmayan çeşitli örgelerle, narlar, çarklar (chakra?), girift şekiller (yılanlar?) vs. arasında değişik şekillerle stilize edilmiş, bakır kap, tabak ve tepsiler üzerine işlenmiş balıkları irae eder. Bunlar arasında servili olanları daha önce de görmüştük (fot. 153)

 

Şek.47.- H.1201 tarihli bir bakır sahandan alınmış balık motifleri.

 

 

 
 
838

 

 

[1]              F. Cumont.- Oriental religions in Roman paganism, N.Y. 1956, s. 116-7, 245-6.

[2]              B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 433-4.

[3]              Bkz. C. I, s. 298.

[4]              B. Ögel.- op. cit., s. 440.

[5]              ibd., s. 442.

[6]              J.-P. Roux,- Faune et flore, s. 80.

[7]              Deguignes.- Hun’ların, Türk’lerin, Moğol’ların ve daha sair Tatar’ların tarih-i umumisi, terc. Hüseyin Cahit, İst. 1923, I, s. 384-5.

[8]              J.-P. Roux.- op. cit., s. 142.

[9]              ibd., s. 149.

[10]             ibd. s. 246.

[11]             E. O. James.- Le culte de la Déesse-Mère, s. 203.

[12]             R. Grousset et G. Deniker,- La face de l’Asie, Paris 1955, s. 187.

[13]             Bkz. C. I, s. 97.

[14]             Dictionnaire, mad. “poisson” ve J. Dowson.- A classical dictionary, mad. “avatara”.

[15]             Bkz. C. I, s. 595.

[16]             C. Widengren.- Les religions de l’Iran, s. 373.

[17]             Deguignes III, s. 18.

[18]             J. Calmard.- Les étendards funéraires Shiites, s. 35.

[19]             B. B. Piotrovsky ve ark.- Ourartou, Neapolis des Scythes, Kharezm, Paris 1954, s. 64.

[20]             N. Adontz.- Histoire d’Arménie. Les origines du Xe siécle au VIe (Av. J. C.), Paris 1946, s. 15.

[21]             S. Sauneron.- Le monde du magicien Egyptian, in Le monde du sorcier, s. 47-8.

[22]             Bunların ayrıntıları için bkz. J. F. Borghouts (transl.).- Ancient Egyptian magical texts, Leiden 1978.

[23]             G. Contenau.- La civilisation phénicienne, s, 179.

[24]             Kehf Suresi, 18/61-67.

[25]             JA, mad. “Hızır” ve “Hâce Hızır”

[26]             A. İnan.- Devran Beg Açıloğlu’nun hatıra defterinden, in TFA 249, Nisan 1970, s. 5585-6.

[27]             H. Masse.- op. cit. I, sh. 181

[28]             K. Dermenghem.- Mahomet et la tradition islamique, Paris 1963, s. 160

[29]             Farid-üd-Din Attar.- Le Memorial des Saints, Paris 1976, s. 112-134

[30]             J. K. Birge.- The Baktashi Order, s. 95

[31]             A. Lanmonier.- Les cııltes indigenes en Carie, Paris 1958, s. 47

[32] ibd., s. 59-60

[33]             H. J.W. Drijvers.- op. cit. s. 79-80.

[34]             H, Laumonier.- op. cit., s. 96-99.

[35]             L. Robert,- Noms indigènes, s. 112-3, not 8.

[36]             J. Bonnet.- Artémis d’Ephèse, s. 49.

[37]             C. Ölçer.- Sultan Mahmud II zamanında darp edilen Osmanlı madeni paraları, İst. 1970, s. 91.

[38]             H. Massé.- op. cit. I, s. 226-8.

[39]             A. Schimmel.- Sind halk şiirinde Hallâc-ı Mansûr, terc. S. Huri, İst. 1969, s. 14.

[40]             27.11.1969 günü radyo konuşması.

[41]             A. R. Yalman.- op. cit. II, s. 368-9.

[42]             Uzunçarşılıoğlu İ. Hakkı.- Kütahya şehri, İst, 1932, s. 22, 78, 119, 123 ve A. Artun.- Kütahya’da Balıklı Tekkesi üzerine notlar, in Ed. Fak. Araştırma Dergisi, Özel Sayı 9, in memoriam Prof. A. L. Gabriel, Ank. 1978, s. 1-20

[43]             V. J. Parry.- Bâlıkesrî, in Eİ.

[44]             R. R. Arat.- Balık, in İA.

[45]             A. Okan.- İstanbul evliyaları, s. 30.

[46]             ibd. s. 42.

[47]             Muhasebeci Ercan Saydam’dan.

[48]             M. Eliade.- Traité, s. 165.

[49]             İ. Alpaslan.- Erzurum Söğütlü köyünde Balıklı Göl efsanesi, in SF 44, Eylül 1979, s. 29.

[50]             A. Erhat.- Karya’dan Pamfilya’ya, s. 60-1.

[51]             Z. Başar.- Halk hekimliğinde ve tıp tarihinde yılan, s. 26-30.

[52]             İ. Z. Eyüboğlu.- Bütün yönleriyle Anadolu inançları, s. 31.

[53]             M. Ş. Güleç.- Urfa’da ev yılanı, in Folklora Doğru 30, Tem.-Ağ. 1973, s. 31.

[54]             Köprülüzade M. Fuad.- Influence du chamanisme, s. 19.

[55]             G. Öney.- Anadolu Selçuklu sanatında balık figürü, in Sanat Tarihi Yıllığı 1966-1968, İst. 1968, s. 142-159.

[56]             Bkz. C. I, s. 573, 595-6.

[57]             J. K. Birge.- op. cit. 238-243.

[58]             M. Aksel.- Türklerde dinî resimler, s. 126-7.

[59]             Bkz. C. I, s. 297.

[60]             Antere bin Şeddad, Arap şairi ve kahramanı (VI. yy.ın son yarısı)

[61]             M. Aksel.- op. cit.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.