Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 101. Bölüm

İnsanların cinlerle ilişkileri *

İnsanların cinlerden çekinmeleri iki türlü davranışa yol açmıştır: onlarla iyi geçinme suretiyle şerlerinden korunma veya açıktan açığa mücadele ederek onları kaçırma yolu. İlkine misal, bu “varlıklar”dan söz ederken daima “iyi sıhhatte olsunlar” ibaresinin kullanılması olup bunu biz daha çok İstanbul’da işittik. Anadolu ise “bizden yeğler” ifadesini dilinde dolandırır. Diğer yöntemde ise bunların “nefret ettikleri” şeylerden faydalanılır: cinler, demir, tuz, parlak renkler, gürültü, keskin kokular ve bu arada özellikle barut kokusu ve nihayet Ayet-i Kerime’den kaçarlar, Hristiyan âleminde “kötü ruh”ların istavrozdan kaçtıkları gibi.

İnsanların bu “karanlıklar sakinleri” ile ilişkileri her dem kötü olmayıp bazı ahvalde de, aksine, yardımları bile aranır: kaybolmuş bir eşyanın bulunacağı yer ve hırsızın eşkâli bu “iyi cin”ler yardımıyla ayna, su, mürekkep içinde görünür. Bunları, ya araştırmayı idare eden (“iyi – Müslüman” cinler gibi rical’Allah’tan madud) hoca veya onun telkiniyle, buluğa ermemiş bir erkek çocuk teşhis eder. Böyle bir denemeye İstanbul’da Beşiktaş-Serencebey’de maruf bir konakta şahit olmuştuk (1933-35 yılları arasında). Neticede kaybolan elmasın, evdeki besleme kız tarafından alındığını hoca efendi görmüştü. Aslında emareler ve deliller zaten bu kızın aleyhindeydi… Bütün fertleri tahsillerini İsviçre’de yapmış ve Meclis’e sürekli milletvekili vermiş bu Çerkez asıllı aile nedense bu usulü, Emniyet teşkilâtına başvurmaya yeğ tutmuştu.

Yine dolaylı olarak cinlerle ilgili ay ve güneşin ışınlarını aksettiren ve “ecinni”lerle gereğinde teması sağlayan aynanın kırılması hiç de hayırlı bir olay olarak alınmaz. Cinlerin faaliyetlerini artırdıkları karanlıkta aynaya bakılmaz: gözde, iltihap zuhur edebilir…

Hitit sihir yöntemleri ve bugüne etkileri *

Hitit sihir yöntem ve ritüelleri arasında karşılaştığımız bazı uygulamalar bugünün bazı “dinî” davranışlarına ışık tutuyor: “Kocakarı”, kırmızı yün alır, onu keser, Andalija cininden istimdat eder ve yünü ateşe atar. Bir balık alır, her iki kurban sunucu arasında onu sallar ve “denizden ayrılmış bu balık gibi, bugünün kem söz ve lânetlemeleri aynen ayrılmış olsun” der. Balık ateşe atılır. Yün ve yağdan diller imal edilir. “Kocakarı” bunları kurban sunucularının arasında tutar ve “ağız ve dilinizle söyledikleriniz sizden uzaklaşacaklar”. Diller ateşe atılır… Bir (beyaz) koyun iki kurban sunucusunun arasına getirilir: bu onların yerine ikame olmuştur: “bu koyun tüm başınız ve kişiliğinizin yerini tutsun.” Kurban sunucuları, koyunun ağzına tükürerek[1] onunla özdeşleşirler. “Kocakarı” bunun üzerine “böylece kötü lânetlemeleri tükürdünüz” der…”[2]

Aynı doğrultuda Samî alanda da devam edelim. İsrael ve sair Beni Juda ülkelerinde kelâm’m esrarengiz etkinliği, onun yazılı şekline de yayılır; kaldı ki az kişi “sihirli harf” bilgi ve tekniğine aşinadır. Her şeye rağmen talmudî kanunlar muskanın varlık ve kullanılışını kabullenmek zorunda kalmıştır. Buna, etimolojik manası muhtemelen “bağlama” olan came’a adı verilmişti. Şifahî ya da yazılı düstur, yegâne sihir veya mukabil sihir vasıtası değildi: belli bir taş (meteorit), çocuk düşürmeye karşı korur, tükürük efsunun müessir bir yardımcısı olurdu.[3]

Tükürük ve nefesin sihirli gücü *

İslâm ananesinde, “elle, tükürükle, kokuyla, nefesle, giysiyle, değnek veya… bakışla” temas’ın bir sihrî gücü vardır. Namazda omuz omuza ve ayak ayağa teması tavsiye eden Muhammed, tükürük veya eliyle dokunarak hastaları iyi ederdi.[4]

Kuzey Türkleri’nce bilinen “Hâkim Ata menkabesi”ne göre Süleyman adlı bir çocuk, Hoca Ahmed Yesevî’den ders görmüş, on beş yaşına geldiğinde de ona mürit olmuştu. “Bir gün Hızır Aleyhi’sselâm, Hoca’ya misafir gelmişti… Hızır (Süleyman’ı) pek beğendi ve çocuğa “bundan sonra adın Hakîm olsun!” dedi. Sonra mübarek tükürüğünden ağzına bıraktı. Süleyman’ın içi nur doldu…”[5]

Sivas’ta “yeni doğmuş çocuğun ağzına ahlâklı, zeki, mert birisi tükürürse, çocuk büyüyünce o kişiye benzer” inancının cari olduğunu öğreniyoruz.[6]

Böylece de, Hoca Efendi’nin, çeşitli nedenlerle “okutulmak” üzere karşısına getirilmiş çocuk ve sair kişilerin, sonunda (çok karikatüre de konu olmuş) yüzüne üflemesi (nefes teması) veya ağzına tükürmesi keyfiyetleri, tarihî kökenini bulmuş oluyor.

Bu vesileyle, Bitlis ve yöresinde “Hakîm” adına çok sık rastlandığını kaydedelim.

Sami alanla Anadolu’nun bu gibi konulardaki müşterek yanları saymakla bitmez. Bunu bir kez daha Mühr-ü Süleyman’la da gördük. Şek. 21’deki, çıkan yy.a ait bir Arap tılsımı olup üzerinde Abdülkadir (Kadiri?), Allah, Resûlallah, Mevlânâ, el-Kahir, Emir-ül müminin, el-Metin, Muhammed… yazıları okunuyor.[7]

Karanlıklar sakini olarak cinler, ışıktan da hoşlanmazlar ve ondan kaçarlar. Lohusaların, yeni doğmuş çocukların, henüz evde muhafaza edilen ölünün başucunda mum yakma âdeti, işbu cinleri kaçırmayı amaçlar.

Cinlerle ilgili inançlar *

Cinler bazen insanın içine girip ona hâkim olurlar. “Cinlerim başıma çıktı!” tabiri, hiddetten davranış kontrolünü kaybettiğini ifade eder. Bu tabir, delilerin “cine çarpılmış” olması inancından günlük konuşma edebiyatına geçmiştir. Esasen “deli”nin anlamdaşlarından biri “mecnun” olup “cin tutmuş” demektir. Bir diğeri, “meczup” ise “cinlerce cezp edilmiş” manasını ifade eder. Zır deliler “kötü cin”lerin eline düşmüş olanlardır. Buna karşılık zararsız olanlara nasıl kutsiyet izafe edildiğini görmüştük.

Grek sitelerinde kanun koyucuları, cezaî müeyyide uygulamadan önce kötü kişileri bir tathir sihri ile doğru yola getirme mesleğini ittihaz etmişlerdi. Onların nazarında cani, bir “meczup”, bir kötü cinin (daimôn) delirttiği bir hiddetli kişiydi.[8] Osmanlıcada, Arapçadan geçme ve “yürek oynaması, yürek çarpıntısı” manasına gelen “hafakan” sözcüğü halk dilinde afakan halini almış olup afakanlar bastı tabiri, “cinler başıma çıktı” anlamına gelmektedir. Brd’da afganlı, delice hareketleri olan kişiyi ifade ediyor.

Aynı siyak içinde “ateh getirmek”, yani “bunamak” ifadesi de dikkatimizi çekiyor. Ateh’i Urfa (Edessa) ve yöresinde güçlü bir yaratıcı tanrısal varlık olarak görüyoruz. Bu, Dea Syria’nın bir adı olmaktadır. Hikâyede bir de kuyuların sularını bozan, tufanlara sebep olan bir kötü (mülevves) cin (daimôn) vardır.[9] Zamanla tanrısal varlıkla bu kötü ruh rol değiştirmiş olabilirler mi, ilki bu kez insanların aklını başından alır hale gelerek?…

“İslâm dünyasında budala ve mecnunlar arasında toplanan, kadınlı erkekli bir azizler sınıfı vardır. Aklın muhtel olması bütün hallerde tabiatüstü bir nedene atfedilir. Zır delilere, cin çarpmış gözüyle bakılır ve bunların, zararsız hale getirilmek üzere bir yere hapsedilmeleri fena sayılmaz; ancak zararsız geri zekâlılar azizler gibi ululanır: bunların aklı gökte, bedenleri yerdedir. Hiçbir saçmalıktan sorumlu tutulmazlar. Fas’a ilk gittiğimde aklî dengesi bozuk bir kadın çırılçıplak dolaşma âdetindeydi; on iki yıl sonra aynı yere yine gittiğimde kadının bu âdetini değiştirmemiş olduğunu gördüm. Anlaşılan mübarekliği ona on iki kışın soğuğuna dayanmakta yardımcı olmuştu…” diye anlatıyor ünlü Westermarck.[10] Aklımıza hemen, önce anlattıklarımız arasından kar üstünde çıplak uyuyan Tefsirin Bekir geliyor…

Ama daha başkaları da var, tarihte: “1314-15 tarihinde Şam’da ölen Şeyh Süleyman Türkmânî, Burak Baba’yı[11] çok hatırlatan bir şahsiyettir. Arkasına eski püskü bir esvap giyen, yerinden az kalkıp az söyleyen bu Türkmen mutasavvıfı, Ramazan’da oruç tutmaz ve namaz kılmaz, fakat kerametler gösterirdi… Her halde bu Türkmen şeyhinin Bâtınîyye akidelerine salik ve belki de Anadolu Babaî’lerinden olduğu çok muhtemeldir. XIII. yy.da yine Şam’da Şeyh Ali Kürdi unvanlı bir meczuba rastlıyoruz ki şer’e muhalif türlü hareketlerde bulunur, hatta ekseriya avret yerini açar, fakat buna rağmen birçok kerametler göstererek Şam halkını teshir eylerdi; hattâ Şeyh Şahabeddin Sühraverdî Şam’a sefaretle geldiği zaman, onu bilhassa ziyaret etmişti”.[12]

Cinlere inanmayla ilgili çeşitli uygulamaların Sudan kökenli olduğunda şüphe yok. Örneğin cinlerle zencilerin münasebetlerinin yakınlığından söz edilirken bunların “kardeş gibi” oldukları söylenir.[13] İstanbul’da, bir siyahî görüldüğünde yanda bulunan kişi çimdiklenerek “on üç buçuk” denirdi. Bu “tılsımlı” sözün kullanılma gereğinin, siyahî zatla cinler arasında şüphe edilen ilişkiden doğduğu bir vakıadır.

Bu rakamın tılsımını şöyle izah etmek mümkündür, cinler konusu çerçevesi içinde: “Süleyman, abdest aldığı zaman, bu yüzüğü parmağından çıkarıp zevcelerinden birine, Amina’ya vermek itiyadında idi. Şeytanî cinlerden biri olan Sahr, hükümdarın kıyafetine bürünerek sihirli yüzüğü çaldı ve bununla kırk gün saltanat sürdü. Bu arada Süleyman bir sürgün gibi dolaşmaya mecbur oldu… Süleyman… tahtını (yüzüğü bularak) yeniden ele geçirdi. Rivayete göre Sayda kralının kızı olan zevcesi Carâda’nın müşrik olması sebebiyle böyle cezalandırılmıştı… Ayın on üçüncü günü Süleyman’ın Allah tarafından nefyedildiği gün olduğu için uğursuz sayılır. İran’ın Nevrûz bayramı ve bununla ilgili merasimler, rivayete göre, Süleyman’ın tahtına dönmesinden itibaren başlamıştır”.[14] Hal böyle olunca, “on üç” rakamını tam olarak ağza almamak için sonuna bir “buçuk” eklenmiş olmalı ki aşağıda göreceğimiz “kırk bir kere” (maşallah) ibaresiyle koşutluk hemen görülür.

Arap (siyahî) ile cin münasebetine değinmişken bir Türkmen âdetini anlatalım: Gaziantep kuşatmasında bir ayağını kaybeden hikâyeci gazi Tahtakılıç “Kadir Ağa’nın bir ismi de Hacı Arap’tır. Buna Arap denmesinin sebebi çocuğu olmayanların adaklanması yüzündendir. Çocuğu olmayan adam, buğday pazarında ilk karşılaştığı bir Arap’a ‘bir oğlum var, sana satayım’ der ve âdeta pazarlıklı alışveriş yaparak oğlunu Arap’a satar. Arap’tan on para alır. O günden sonra oğlunun bir ismine ‘Arap’ denir (Eski Türk’lerde bu âdet demiri demirciye satmakla yapılırmış). Bizim Kadir Ağa da böyle satılmış olduğu için kendisine Hacı Arap da deniyor” diye anlatıyor.[15] Amaç, çocuk olmasını önleyen cinlerin kaçırılması…

Cinlerin “nefret” ettikleri şeylerin başında demir, tuz, parlak renkler, keskin kokular (ve bu arada barut kokusu) ve nihayet Ayet-i Kerime’nin geldiğini söylemiştik. Demirden nefret keyfiyeti bu metalin sonradan meydana çıkmasıyla “onlarca” zararlı telakki edilmiş olmasından ileri gelmiş olmalı. Bu takdirde de cinlere inanışın çok daha gerilere, hatta metal öncesi Neolithik’e kadar gerilere gidebileceği istidlâl edilir. “Demiri, son derece şiddetli, mukavemetli ve insanlara çok faydalı olmak üzere indirdik…”.[16]

İnsanoğlunun teknik gelişme karşısındaki tepkileri *

Nitekim daha önce irdelediğimiz feriae’ler tabularında bir husus gerçekten şayanı dikkat oluyor: bu iydler sırasında bir kadim tekniğe dayanan faaliyetlere tevessül edilebilmekte, buna karşılık yeni teknikleri gerektirenler yasaklanmaktadır. Burada, teknik yeniliklere yönelen husumet, “neolithik mucize”nin önemiyle tenakuz haline düşüyor, insanlar neden kendilerine daha iyi bir yaşam sağlayan terakkiyi reddediyorlar? Neden refah ve bunun faydalarına sırt çeviriyorlar? Bu soruların yanıtı aslında tabuların doğuşunu izah eder.

İnsanoğlunun teknik gelişme karşısındaki tepkisinin bir diğer görünümü kültürel faaliyette belirir. G. Simondon (Du mode d’existence des objets techniques – Paris 1958)[17] “kültür, tekniklere karşı bir savunma sistemi şeklinde teşekkül etmiştir; bu savunma ise, teknik nesnelerin beşerî gerçek içermedikleri varsayımına dayanarak, insanın kendi savunması gibi görünür” derken sanki Osmanlı toplum yapısından söz ediyordu.

Yeni teknikler henüz ilkel bir dünyada gün görüyor. İbdalar, ne türden olursa olsun, bir batıl korku yaratıyor; yeni teknikler minelkadim yerleşmiş nizamı altüst ediyor, sosyal yapıda değişikliklere itiyor. Sanki doğaya tecavüz ediliyor ve de doğaüstü güçlerin hiddeti celp ediliyor. İnsanoğlu kendi cüretinden ürküyor.

Teknik terakkilerin vaki olduğu anda, ihtiyaçlar düzeyi fevkalâde aşağıda ve nüfus yoğunluğu henüz azdır; böylece büyük bir iktisadî ve demografik gelişmenin koşulları hazırlanmış oluyor. Bu ilk inkişaf safhasında korkular tezahür etmiyor.

Bir ikinci safha, demografik genişleme kritik bir düzeye vardığında başlıyor. İnsanların ve her birinin ihtiyaçlarının çoğalması, umumi hoşnutluğa son veriyor. Bu anda, insanın teknik yenilikler karşısında o zamana kadar gizli kalmış korkusu yepyeni bir şiddetle zuhur ediyor. Gerçekleştirilen terakkilerin netaici ağır şekilde hissedilir oluyor. İşbölümünün ona icbar ettiği meşguliyetlerin yükü altında ezilen insanoğlu kendini napâk hissediyor: uygarlık onu telvis etmiştir. Ve çok sayıda tathir edici ritus ortaya çıkıyor.[18]

Feriae’ler sırasında demirle toprağa dokunmak uğursuzluk getirir. Dinî ve sihrî maksatlar için demirin, bir tabuyla bağlı bulunduğu bilinir. Ovidius (M.Ö. 43-M.S. 17) demirin zararlı olduğu fikrini ifade ediyor. Sublicius köprüsünde demir bulunmamalıdır. Keza kutsal ormanda da demir kullanma hakkı yoktu. Genel olarak, Feriae yasaklarının dışına çıkıldığında, günahın kefareti (piaculum) olarak bir yavru köpek kurban edilirdi. Böylece kutsal kaide ihlâlinin getireceği sihrî musibet uzaklaştırılmış olurdu. Devam etmeden Önce bu kefaret konusuyla ilgili önemli bir hususa yer verelim: bugün Anadolu’da, yemin edilip de vaat tutulmadığında, köpeklere ekmek doğranır. Bu âdetin, işbu piaculum’un munisleşmiş bir devamı olması muhtemeldir.

Lem Yezl Musa’ya şöyle dedi: “Bana taştan bir mihrap inşa edecek olursan bunu katiyen kesme taştan yapmayacaksın; zira kalemini taşa vurduğunda, onun kutsallığını bozmuş olacaksın…”[19] Musa ile İsrael’in yaşlıları nas’a şu emri verdiler: “Ürdün suyunu kat ettiğinizde… Tanrı’nız Lem Yezel’e bir mihrap inşa edeceksiniz, üzerine hiç demir değdirmeyeceğiniz bir taştan mihrap, Tanrı’nız Lem Yezel’in mihrabını yontulmamış ham taştan yapacaksınız…”.[20] “Bunun üzerine Josue Lem Yezl’e… Musa’nın kanununda yazılı olduğu gibi bir mihrap inşa etti; bu, üzerine demir değdirilmemiş ham taştan yapılmış bir mihraptı…”[21] Süleyman’ın Lem Yezl için inşa ettiği mabette de “hazır kesme taş kullanılmış, ne çekiç, ne balta, ne de herhangi bir demir âlet inşaat sırasında mabette işitilmiş…”[22]

Ritusları uygun şekilde icra etmek için Romalılar taş, bakır ya da bronzdan alet kullanırlardı. Bir münadi grubuna mensup fetiales φετάλείς’lerin işlevi hasım milletlerden tazminat talep etmek, savaş ilânını düşmana bildirmek ve barış antlaşmaları müzakerelerinde bulunmaktı.[23] Antlaşma (feodus)dan sonra kurban kesmek için taştan bıçak kullanırlardı.[24] Keza flamen dialis, yani Jupiter rahibi, ancak bakırdan bir usturayla tıraş olabilirdi; eşi de tırnaklarını demirle kesemezdi.

Hiç şüphesiz, nispeten yeni tarihli, bir kaidenin karşısında bulunuyoruz. Gerçekten kuzey İtalya M.Ö. 800’lerde Demir Çağı’na girmeye başlamıştır. Demirin kullanılmasına müteallik tabular bu çağda ecdadın Altın Devir düşünün korunmasını tamamlıyor; ama bu kez bahis konusu olan madde, bundan böyle âdemoğlunun doğayla mücadelesinde elzem olan malzemedir.[25]

Cinlerden korunmaya çalışmak *

Cinleri bu malzemeyle kaçırmaya çalışmak, bunların da, o çağları görmüş yaratıklar gibi, mezkûr tabulara riayet ettikleri inancını istilzam ettirir.

Eyyam-ı bahûr’da esen sam rüzgârı’nın denize giren insanın bedeninde tevlit ettiği siyah lekeler cinlere atfedildiğinden deniz donunun bir tarafına bir çivi asılır. Nazarlık diye kullanılan ve göçebe insanın çok önemli bir aracı olan at nalı da, şeklini muhafaza ederek demirden bir cin kaçırıcı olarak kapılarda görünür. Şeklinin de bir çift boynuzunki olduğunu unutmayalım.

Teyzemiz vefat ettiğinde evdeki yaşlı kadınlardan biri, cesedinin üzerine bir bıçak koymuştu (İst., 1943). Bıçak demirdendi ve cesetlere girmeye çalışan cinleri kaçıracaktı. Bunu koyan kadın demirin bu niteliğinin farkında mıydı?…

Göçebe Hazar’ların mezarlarında, hemen her erkeğin yanına kınlı veya kınsız bir bıçak konmuştu, sair silâhlardan başka.[26] B. Ögel, bunları nezir eşyası olarak görüyorsa da biz bunların konumuz olan cinlerle ilgili olmayıp daha çok öbür dünyada kullanılmak üzere bırakılmış olduklarını sanıyoruz. Asya mitolojisinde Samî türünde cinlere pek rastlanmıyor.

“Lohusalarımız kırk gün evden çıkmaz. Onların adına nefse denir… Nefsenin evinin kapısına bir orak geçirmek veya yastığının altına bir çift demiri koymak gerekir”.[27] “Halk, lohusa kadınlara “Al basacak” diye pek çok korkar… Yastığın altına bir orak, bir maşa, bir kurgu (kilit) veya bir açkı (anahtar) konur… bu Al karısı’nın korktuğu bir şey varsa o da demir ve ateştir. Bu inançları Beydikli oymağında Döne Kadın’dan dinledim”[28] diye anlatıyor A. R. Yalman öğretmen. Ve devam ediyor: “Hastalıklar, nazarlar, uğraklar için yapılan tılsımlarla kurşun dökme ve üzerlik yakma gibi kocakarı tedavilerinin ismine urasa denir… meselâ, dolu yağarken sokağa bir demir parçası atılması… Urasa’larda Türkçe olarak okunan temenni ve duaların ismine sanaka derler. Meselâ “Elemtere fiş, kem gözlere şiş” temennisi bir sanaka’dır… ölülerin üstünde bir oklava kırmak ve karnının üstüne bir bıçak veya demir bırakmak meşhur bir urasadır”.[29]

İran’da Al karısı’na karşı, loğusanın odasına bir tüfenk ya da yastığının altına bıçak konduğu anlatılıyor.[30]

Mardin’de çocukları yaşamayan ailelerin tek çocuklarını cinlerden korumak üzere doğumdan birkaç gün sonra bunlar büyükçe bir kalburun içine yerleştirilir, kalbur etrafına siyah kıldan yapılmış bir ip, çocuğun kundağına da bir yemek bıçağı konur. Çocuk burada yedi gün kalır[31] ve bu süre içinde geceli gündüzlü başında nöbet tutulur. Yedinci geceye haftek (Farsça heft = yedi) denir ve bu gece mevlit okunur ve bir şölen tertiplenir. Daha sonra beşiğe alınan çocuğun yastığına bir dikiş iğnesi geçirilir.[32] Böylece her taraf bir “demir çemberi” ile korunmuş olmaktadır. Yukarıdaki isimden bu âdetin İran kökenli olduğu düşünülebilir.

Buralarda, adları geçmemiş olmakla birlikte hep cinlerin ika ettikleri kötülükler söz konusu olmaktadır. Son derece yaygın bir inanışın kahramanı olan “Alkarısı”, nam-ı diğer “albastı”, burada cinle ayniyet halinde görülüyor. Biz bu “Albastı” konusunu “İspençiyari Teknikler” cildinde enine boyuna inceleyeceğiz. Ancak, şimdiden bunun Sümer-Babilonya’nın bir habis cini olan Alu ve yine Ermeni inanışlarında “yılan saçlı, tunç tırnaklı, yaban domuzu dişli, daima kötülük edip hamile kadınlarla yeni doğmuş çocukların amansız düşmanı cin’in, Al ya da Alk ile ilişkili olduğunu söyleyelim. Hitit dilinde alwanzak, “büyü yapmak”, alwanzatar, “zarar verici sihir, büyü”; alalima, “korku, dehşet”tir.[33]

Cinler, ifritler ve nedeni bilinmeyen hastalıklar Babilonya’da çeşitli yöntemlerle afsunlanarak defedilirdi: “…kötü alu cadısına ve sar’aya karşı… afsun yapan bir fare, baltu ağaççığından bir dal alır, bunları… kapının üstüne asar…”[34]

Sokak kapısının üzerinde, sair nazarlıkların yanı sıra bir farenin asılı olduğunu çocuk yaşlarımızda (1922) Edremit’in Balya bucağında görmüştük ve manzara hafızamızda yer etmişti. Bunu, kulak ağrısına karşı ilâç yapmak üzere, kavanoz içinde zeytinyağına batırılmış fındık faresiyle birlikte, daha sonraları çok kere gördük.

Cadı sözcüğü *

“Cadı” sözcüğü, Osmanlıcada olduğu gibi, “cadu” şekliyle Farsçadan geçmedir. Bir Hitit için, tathir ayinlerini takip eden ritus ve sair uygulamaları bilen kadın sihirbaz “ihtiyar kadın – koca karı”dır. Adı, bir Sümer logogramıyla yazılır: SHU.GI. Bu, hasawa okunursa da kelimenin mutlaka “ihtiyarlık” fikrini yansıttığı söylenemez. Bununla birlikte sihirbaz kadının başka adları da vardır; bunlar, bu kadınların dinî hayattaki işlevlerini hatırlatırlar: SHA.ZU, harfi harfine “kalbi bilen”, SUHUR.LAL, “hierodule” (mabet cariyesi). Fakat bütün bunların hepsi “koca karı” mefhumunu ifade ederler. Kizzuwatna (Kummani – Tokat)’ta tanrıça Ishtar’ın rahibine, aynı zamanda sihirbazına AZU denirdi.[35]

Bu vesileyle “Ocak”lardan birkaç söz edelim. “Ocak”, belli bir hastalıkla uğraşan aileye verilen addır. Bu ailenin sağaltma işiyle uğraşan ferdine de “ocaklı” ya da kısaca “ocak” denir. Her hastalığın başka bir ocağı olup ayrıca nazarla uğraşanlar için de ayrı bir ocak vardır.

Ocak kişi her iki cinsiyetten olabilir ve genellikle ailenin büyüğüdür; kendi soyundan gelene “el verir””, “elim sana, benden sana izin” der. Nazara okuyan bir ocak kadın, inanışa göre, deniz suyu içmiştir.[36] Burada tuzun devreye girdiğini hemen fark ediyoruz.

Ocak kişinin genellikle uyguladığı sağaltma yöntemlerini “İspençiyari Teknikler” bahsinde inceleyeceğiz. Ancak şimdiden, konumuzla ilgili bir hususa dikkati çekelim: çocukların havalesinde ocaklı, çocuğun anasının donunu başına geçiriyor![37] Bu “ananın donu” temasına ilerde, Yezidî’ler bahsinde, tekrar döneceğiz. Bu arada bunda sosyal ve ahlâkî nizamın tersine çevrilmesi taklidiyle hastalık durumunun tersine çevrilmesinin amaçlanmış olduğunu belirtelim.

“Kocakarı”nın bu yaptıklarına urasa dendiğini ve arusa’nın da Arapça gelin, kukla (bebek) manalarına geldiğini- zikretmiştik. Eğer bu iki sözcük arasında bir ilişki varsa, bütün bu işlerin başında bir “gelin” var demektir, biraz sonra göreceğimiz yağmur duasında olduğu gibi. Kim ola ki bu “gelin”, eğer Altay’ın tos-ongun’u değilse. Ana Tanrıça’dan başka? Biz ongunların bu denli geniş faaliyet sahasına sahip olduklarını sanmıyoruz. Onlar, çadırlar içinde aile, nihayet kabile ölçüsünde, bazı faydalı şeyleri (commodities) sağlamakla görevli olup hiçbir zaman bir Büyük Ana gibi evrensel kapsamlı bir tanrısal, varlık olmamışlardır. Ne yağmur yağdırabilme, ne de cinleri susta durdurabilme halleri vardır.evliya

 

Cinlere hükmedebilme, dinler tarihinin sivrilmiş kişilerine nasip olmaktadır, Süleyman gibi. Ama başkaları da bunda onu yalnız bırakmamışlar, ondan neredeyse iki bin yıl sonra: Kadiriyye’nin banisi Gilânî bunlardan biri oluyor. O da bir noktada Süleyman’a benziyor; bir İmam Hanbelî’nin mutedil haline karşılık imsaka fazlaca riayetkâr görünmüyor: kırk dokuz evlât sahibi[38] olduğunu daha önce söylemiştik…

Bununla birlikte evliya prototipi olmuş, şanı İstanbul’dan Delhi’ye yayılmış. XVI.yy.ın bir Türk şarkısı, işbu mistik öndere beslenen hayranlığı gösterir: “O, her gece, tek ayağının üstünde durarak hatim indirirdi”…

O her yerde gavs-i azam, pîr-i dest-gîr, yardım için “el veren”di ve de cinlere hükmederdi. Magrib’de birçok mağara ve kutsal mahal, onun kültüne tahsis edilmiştir.[39]

Sanaka, hurafe, ırvasa (Ay, İç); hikâye, masal (Ada); atalar sözü (İç). Sınaka da yine İç ve Ur’da atalar sözü oluyor (Arapça “sanîa”, düzme, uydurma iş, hiledir). Urasaırbasaırfızaırvasa da, hastalığı iyi ettiğine inanılan büyü ya da kocakarı ilâcıdır, İsp, Brd, Kn, Ant, Mğ’da (Arapça “hafaza”, bekçiler’den de galat olabilir, cinlere karşı bekçilerden). Ayrıca bu dilde arus, evli çiftlerden her biri; ures, zifaf; aris, damattır (Attis, Osiris gibi damat, Kybele ile zifaf eden arus’lardan biri)…

[1]              Burası tarafımızdan belirtildi.

[2]              M. Vieyra.- Le sorcier Hittite, in Le monde du sorcier, s. 111.

[3]              G. Vajda.- Israel et le Judaisme, in Le monde du sorcier, s. 142-4.

[4]              T. Fahd.- Le monde du sorcier en İslam, in Le monde du sorcier, not 66, s. 196.

[5]              F. Köprülü.- Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, s. 89.

[6]              D. Kaya.- Sivas’ta çeşitli inanışlar, in SF 28, Mayıs 1975, s. 14.

[7]              K. Seligmann.- Das Weltreich der Magie. 5000 Jahre Geheime Kunst, Stuttgart 1958, s. 154.

[8]              J.-P. Venant.- Les origines de la pensée grecque, Paris 1962, s. 70.

[9]              H. J. W. Drijvers.- op.cit., s. 94, 96-7, 111.

[10]             E. Westermarck.- Survivances païennes, s. 118-9.

[11]             Bkz. C. I, s. 884-5.

[12]             F. Köprülü.- op. cit., s. 210-1, not 38.

[13]             E. Westermarck.- op. cit., s. 23.

[14]             IA, mad. “Süleyman bin Dâvûd”

[15]             A. R. Yalman.- op. cit. II, s. 204-5.

[16]             Hadîd S. 57/25.

[17]             P. Braun.- op. cit., s. 64’de zikredilmiş.

[18]             ibd., s. 64-5.

[19]             Exodus (Kitab’ül Huruç) 20/25.

[20]             Deuteronome 27/5-6.

[21]             Josue 8/30-31.

[22]             Mülûk I, 6/7.

[23]             Rich, s.268.

[24]             P. Braun.- op. cit., s. 94, not 176.

[25]             ibd., s. 95-6.

[26]             B. Ögel.- İslâmiyet’ten önce Türk kültür tarihi, s. 231.

[27]             A. B. Yalman.- op. cit. I, s. 28.

[28]             ibd., s. 282-3.

[29]             ibd. II, s. 490-1

[30]             H. Massé.- Croyances I, s. 45.

[31]             Loğusa kırk gün, çocuk yedi gün… kalıyor, kalacakları yerlerde…

[32]             A. Güler.- Mardin’de uğur, s. 7193.

[33]             J. Karst.- op. cit., s. 33 ve E. Reiner.- La magie babylonienne, in Le monde du sorcier, s. 79-80.

[34]             ibd., s. 84.

[35]             M. Vieyra.- op. cit., s. 107-8.

[36]             M. Üçer.- Ocaklar, in SF 8, Eylül 1973.

[37]             ibd., in SF 9, Ekim 1973.

[38]             İ.A.’nin “evlât” tabirine karşılık A. Schimmel, bunlara “oğul” diyor. Bu takdirde toplam evlât saysının bunun iki katı mertebesinde olması gerekir. Bkz. A. Schimmel.- Mystical dimensions of Islam, The University of North Carolina Press, 1975, s. 248.

[39]             ibd.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.