Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 100. Bölüm

İslamda cinler *

O ise ki Mekke Arap’ları, İslâmiyet’ten önce, cinlerle Allah arasında bir nesep karabeti bulunduğunu söylerler (“Onlar Tanrı ile cinler arasında da hısımlık iddia ettiler…”)[1] ve onları Allah’ın şerikleri mertebesine çıkarırlardı (“Onlar Allah’a cinlerden de ortaklar yaparlar…”)[2] Westermack’tan yukarda naklettiğimiz gibi cinlere adaklar adarlar, kurbanlar keserler ve onlardan yardım dilerlerdi (“insanlardan bazıları cinlerden bazı kişilere sığınıyor. Bunlar da onların azgınlıklarını artırıyorlardı”)[3] Peygamber maziden bahsederken Westermarck hali tasvir ediyor, Müslüman Afrika’da devam edegelen İslâm öncesi âdetleri.

Sami alanda kalarak yine gerilere dönelim. Nabuchodonosor I zamanında tanrıça İshtar-İnanna kültü bir yenilenme devresi yaşıyor. “Hışmı zapt olunamaz fırtına” adlı bir inşada tanrıça kendi şanını terennüm ediyor:

Ben, ekber melike, cidalde nara attığımda,

Dağların arasında naram yükseldiğinde

Dağın tanrıları her tarafta tökezlerler;

Dağ yollarında, dağ tanrıları

beni karşılarlar;

Taht sahipleri önümde lerzan olurlar.

Elimi kaldırdığımda, göğe varır

Ben ki, ekber melike, elimle ölçüşecek el yoktur;

Azametli adımlarımdan biri cihanı kaplar

Ben ki, ekber melike, ayağımla ölçüşecek ayak yoktur

…..”[4]

Sanki Ali konuşuyor!…

H.III.yy.da Arap’ların inanç ve âdetlerini çok iyi bilen Câhiz, bu konulardaki Kitab al-Hayawan ve Kitab at-Tarbi wa-t-tadwir adlı eserlerinde putlar kültü, cinler, div-dev’ler ve İslâm’ın kabullenmediği, ama mani de olamadığı inançlardan uzunca söz ediyor. XV. yy.da kaleme almış olduğu Mustatraf’ı ile Ansiklopedi yazarları arasına giren Mısır’lı İbshihî, eserinin LXIV. faslını işbu cinlere tahsis etmiş.[5] Bütün bunlar cinlerin Arap dünyasında mevzilerini nasıl koruduğunu gösteriyor.

“Cin kelimesi cenne aslındandır. ‘Sakladı’, “gizledi” manasındadır… Arapçada “cin” kelimesinin manası çok vâsidir. Cebbar hükümdarlara, satvetli rehberlere de “cin” denilir. Bunlar kudretli, satvetli olup avam ile temas etmemeleri dolayısıyla herkesin gözünden saklı gibidirler… Tebrizî der ki: “Arap’lar sert ve zeki insana cin ve şeytan derler”. Şeytan kelimesi mecazî manasında insan hakkında kullanıldığı gibi cin kelimesi de aynı manada insan hakkında kullanılır…”[6] Bugün biz “cin gibi adam”, “şeytanın gözü” ifadelerini az çok aynı anlamda kullanmıyor muyuz? Bu son ifadeye koşut olarak “anasının gözü” tabiri de çok kullanılmaktadır. Buradaki “göz”, aslında kadının ferci manasında olup nazarlıklarla bolluk, mümbitlik, doğurganlık sembollerinin bununla ilişkisi dikkat nazara alındığında tabirin şekli izah edilmiş olur.

Bu ifadeler, Arap fütuhatıyla Asya içlerine kadar varmış olmalı. Cengiz, devletini kurduktan sonra vergi işlerini de bir düzene koymuştu. Tahsildarlar, devletin büyük memurları arasında ve birinci derecede önem sahibiydiler. Mahmud Yalavaç gibilerinin yanı sıra bir de Cin-Timur adlı birine rastlıyoruz[7] ki bir vergi tahsildarına yaraşacak bir lâkaptır doğrusu…

Simavna’lı Şeyh Bedreddin, “Varidat”ında bu konulara değinmiş. Ona biraz kulak verelim: “Huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar, meyveler… ve benzerlerinin hepsi hayalde gerçekleşir, duyumlarda değil. Cin de öyledir ve adı bunu doğrular.[8] Çünkü duyumlardan gizlenmiştir. Onu gören, dışta gördüğünü sanır. Oysa hayal kuvvetiyle görmüştür; gördüğü gerçek değildir”.[9]

“Cennet sözcüğü de cenne’den türemiş olup o dahi “gizlenme” kavramını içerir şöyle ki ağaçlarla ve daha çok, hurma ağaçlarıyla örtülmüş yerlere, bahçelere de “cennet” denir.[10]

“Bilesin ki cin, melekten, şeytandan ve iblisten daha geneldir. Hepsi de ruhlar âlemindendir; cisimler âleminden değil. Bunlar, tümde ve cüzde bulunan kuvvetlerden başka bir şey değildir. Bu kuvvetlerden Ulu Tanrı’ya doğru götürenlere “melekler”, ondan uzaklaştırıp dünyayı yönetenlere de “şeytanlar” adı verilir…”.[11]

Bu arada da “melek”in sözcük anlamının “kuvvet”, “iblis (şeytan)”ınkinin ise “aldatan, aldatıcı” olduğunu zikredelim.[12]

İslâm öncesinde çölün satyr ve nymph‘leri olan cinler İslâmiyet’le, gördüğümüz gibi, “resmiyet” kazanıyor, evliyalarla aralarında ilişkilere dair birtakım hikâyeler uyduruluyor. Ancak her şeye rağmen Mutezile arasında bile cinlerin mevcudiyetinden şüphe edenler çıktığı gibi feylosoflar, ezcümle Farabî, İbn Sinâ, İbn Haldun bu konuda haylice septik kalmışlardır.[13]

Hz.Süleyman’ın sihir kuvveti *

Arap tarihçileri cihan hâkimleri olarak “kâfir” Nemrut’tan başka “mümin” İskender’le (Hz) Süleyman bin Davud’u zikrederler. Bu sonuncusu, gelmiş geçmişlerin en muhteşemi olmakla kalmayıp onun özellikle sihir-kehanetle ilgili insanüstü kudretleri belirtilmiştir. O, tam “cin gibi” bir padişah, “şeytanın gözü” bir şahsiyettir. Allah onu gizli bilgilerle donatmış, ona kuş ve sair hayvanların dillerini öğretmişti.[14] Tanrı’nın Süleyman’a “deniz kenarındaki kumlar kadar” ilim ve marifet ihsan ettiğini Ahd-i Atik daha önce söylemişti…[15] Fırtına ona itaat ederdi (boğaya ettiği gibi): “Süleyman’a da kasırga gibi esen şiddetli rüzgârları müsahhar kıldık. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru eserdi…”.[16] Bu arada Süleyman’ın, Finikelilerle ortak olarak büyük ölçüde deniz ticareti yaptığını ve bundan azim kazanç sağladığını da zikredelim. Rüzgâr ona lâzımdı… Ticarî bakımdan Peygamber’le müşterek tarafları var demektir ki sonuncusunun ondan o kadar söz etmesinde bu keyfiyetin de payı olabilir.

“Ona (Süleyman’a) erimiş bakırı pınar gibi fışkırttık. Cinlerden de bir kısmı Tanrı’sının izniyle onun önünde işlerlerdi. Onlardan her kim emrimizden çıkarsa ona yakıcı azabı tattırıyorduk. Onlar ona dilediği gibi kaleler, büyük havuzlar kadar lengerler, yerinden kalkmaz kazanlar yaparlardı…”.[17]

Süleyman’ın sihir kudreti, üzerinde Allah’ın ‘ism-i âzamı”nın hakkedildiği bir tılsımlı yüzükten ileri geliyordu. Taht’a çıkmasından az sonra, Hebron ile Kudüs arasında bir vadide bulunurken rüzgârlar, su, cinler ve hayvanlar üzerine hâkim olma iktidarını, bu dört şeyin âlemine vekâleten hükmeden dört koruyucu melekten almıştı. Her biri ona kıymetli bir taş verdi ki; o, bu taşları tunçtan ve demirden yapılmış bir yüzüğe geçirdi. İyi cinlere verdiği emirlerini tunçla, kötü cinlere verdiklerini ise, demirle mühürlüyordu.

Demir tabusu ve çivi *

Küçük Asya’da Cyzikos (Kapudağ) da bulunmuş madalyonların birinin bir yüzünde, başında Hristiyan halesiyle, at üstünde, Süleyman peygamber sapı istavrozlu bir mızrakla, devrilmiş bir dişi şeytanı delip geçiyor; diğer yüzde ise “kem göz” var, Phtonos adıyla müsemma. Bu göz, kısa, müsellesi üç bıçakla delinmekte. Bunlara “kurban bıçağı” adı verilmekte. Ayrıca altta uzanmış halde dişi şeytanın cesedinden çıkmış gibi iki aslan, bir leylek, bir yılan, bir akrep göze saldırmakta. Bu hayvanların hiçbiri aslında yabancımız değil. Mezkûr bıçaklara gelince, bunların demirden olmamaları gerekir. Mısır’da, tahnitçiler cesetleri sadece çakmak taşından bıçaklarla yararlardı. Demir tabusu bütün şiddetiyle hâlâ cariydi. Sami’lerde sünnet de uzun süre bir taş bıçakla yapıldı. Taş kültünü irdelediğimizde Yahve’nin, kendisine tahsis edilmek üzere inşasını emrettiği binalarda demir kullanılmamasını tembih ettiğini biliyoruz.[18] Demirden yalnız cinler değil, meğer Yahve de hoşlanmazmış!

Demirden eşyalar arasında, bıçaklardan başka, çivilerin de önemli bir yeri olduğunu görmüştük: denize giren adam sam yeli’ne karşı beline bundan bir tane bağlamakta, ağaç “haziret”e kendini hatırlatmak için üzerine çakmaktadır.

Tite-Live “en sonuncu ve en kudretli silâh” olarak üzeri mahkûk bir sihirli çiviyi anlatıyor bize; tanrılar dahi onun gücünün üstesinden gelemezlermiş. Çivi, iradeleri tespit ediyor, maddi nesneleri birleştirdiği gibi.

Roma’da her yıl, ludi romani’ler sırasında, bir hâkim Jupiter mabedine bir çivi çakarmış. Bu çivi clavus annalis tesmiye edilip âdet, Etrüsk’lerden kalmaymış (bizim Harbiye kütüğüne her yıl bir çivi çakma töresi acaba nereden kalma?). Halen Cabinet de la Bibliothèque Nationale’de muhafaza edilen kare kesitli, uca doğru incelerek giden bir çivinin dört yüzünde şunlar mahkûk: birinde bir akrep, bir tırtıl, bir engerek yılanı, bir sinek, bir koç; ayrıca deniz kabukları, böcekler (arı?). İkinci yüzde boylu boyuna açılmış bir yılan; etrafında da yapraklar (ya da kurtlar). Üçüncü yüzde hayvanlar bulunuyor: akrep, kaplumbağa, göz şekli, küçük bir dört ayaklı… Dördüncü yüzde birbirine sarılmış iki yılan var. Görüldüğü gibi hep “sihri” hayvanlar bahis konusudur.[19]

Silâhlar, kılıçlar, kalkanlar, tüfekler, toplar üzerinde de dinî-sihrî mahkûkât, Mühr-i Süleyman, Zülfikar, Ayet’ler, Hayat Ağaçları, bunların etkenliğini, taarruz ve müdafaa gücünü tezyit ettiğini hatırlatalım.

Roma’da, tedafüî olarak en çok kurşun, Kronos’a (Saturne) vakfedilmiş en üstün sihri metal kullanılmış. Kronos’un kin ve hınç tanrısı, kurşunun da cehennem tanrılarına vakfedilmiş olduklarını da biliyoruz. Ayrıca, güçlü bir sihir bozucu olan tunç da kullanılmış; o kadar ki Lemuria tesmiye edilen sihirle ızrar gecelerinde aile babası, kötü ruhları uzaklaştırmak amacıyla tunca vururdu.[20] Bugün hâlâ Uzak Doğu’da, ağaca teker teker asılı tunç figürler, rüzgârın tesiriyle birbirlerine çarparak çıkardıkları (ahenkli) seslerle kötü ruhları devamlı surette uzaklaştırmaktadırlar. Bütün bunlardan, potansiyel bir sihri enerji izafe edilen malzemelere, ezcümle tahtaya, vurmakla cinlerin kaçtıkları istidlâl edilir. Gerçekten Hindu geleneğinde Haşeb, mükemmel bir “sihrî zırh”tır: hayvanlar kısa yaşarlar ama ağaç uzun ömrü temsil eder.

Mühr-ü Süleyman sembolü *

Mühr-ü Süleyman üzerinde âdem otu’nun bulunduğu rivayet edilir. Âdem otu (adamotu – adam kökü – kankurutan – Abdusselamotu – mandragora officinarum) çok sayıda inanca konu olmuş, bazen insana benzeyen köklerinin aldığı garip şekil, buna yardımcı olmuştur. Musevî geleneğine göre cennette yetişir. Helen ve Romalılar bundan eksirler yapmışlar, insanı âşık ettiğine, kısırlığı giderdiğine, parayı çoğalttığına inanmışlardır; Büyücüler bunu çok kullanırlardı. Bu mühür (hâtem-i ya da mühr-ü Süleyman), ters iki üçgenin üst üste gelmesiyle meydana çıkmış altı köşeli yıldız şeklinde bir tılsımdır.[21]

Cinlerle oynaşan sadece Süleyman değildir. “Sipehsalâr Menâkibi’nde Hazret-i Mevlânâ’nın “Evlâd” hitabına mazhar olan Selçuklu hükümdarı Rükneddin’in, kölelerinden birinin teşvikiyle, o arada Konya’ya gelip her gece cinnîlerin ziyaretini kabul ettiği rivayet edilen Buzagu adlı ihtiyar bir sûfiyi ziyarete gittiği ve konuşma esnasında Buzagu, Sultan’a “Evlâd” diye hitap ettiği cihetle Hz. Mevlana’nın bundan müteessir olarak, “öyle ise, biz de başka evlâd buluruz” dediği yazılıdır. Bu Buzagu adlı ihtiyar Baba, Sipehsalâr’a göre, avamdan bir kimse imiş. Bizim görüşümüze göre bu adam, o esnada (XIII.-XIV. yy.) Anadolu’yu âdeta kaplamış olan Bâtınî’lerden biri idi”.[22] Celâleddin’i çileden çıkaracak kaç sebep bir araya gelmiş…

Bu kadar teferruata girmemizin esbabı “cin” kavramıyla “nazar”ınkinin birbirlerine koşut olmalarından ötürüdür. “Bakış”, fiziksel ifadeyle photon, tek başına bir “iş görmüyor”, cin olmadıkça! Yani ruhun dışarıya açılan iki penceresi sayılan gözlerden kıskançlık duygusu çıkmasına çıkar ama silâhı yoktur.

Biraz sonra bütün bunların bugünün Türkiye’sinde nasıl yaşamaya devam ettiklerini göreceğimiz gibi Samî alanın genel olarak etkilerini belgeleyen fotoğrafların da tetkiki yerinde olacaktır. Daha önce, İstanbul, Kuzguncuk sırtlarındaki Musevî mezarlığına ait taşlar üzerindeki motifleri incelemiş, bunların Müslüman-Türk şahidelerin üzerindekilerle büyük yakınlığını belirtmiştik. Şimdi de, Edime esnafına ait olan birkaçını görelim. Önce fot. 131b’ye yeniden bir göz atalım. Fot. 217 ile 218, şekillerden anlaşıldığı üzere, sırasıyla bir terzi ve bir meyhanecinin mezar taşlarını irae ediyor. Ama bunların hepsinde meşhur “mühür” var. Yine Edirne’de, ilki Selimiye avlusu, Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde, öbürü de Selimiye’nin arkasında, halen yıkık Kadiri Ali Fettavî tekkesi[23] haziresinde (Arkeoloji Müzesi karşısında) bulunan iki Türk-Müslüman sanduka yan taşına bakalım (fot. 219 ve 220). Aynı “mühür”ler bunlarda da var.

[1]              Sad Suresi 38/153.

[2]              En’âm s. 6/100.

[3]              Cin Suresi, 72/6.

[4]              R. Labat.- op. cit., s. 248.

[5]              Ch. Pellat.- op. cit., V/72 (Al-Cahiz. Les nations civilisées et les croyances religieuses) ve XVIII/643 (Les encydopédies dans le monde arabe).

[6]              Ö. R. Doğrul.- Taun Buyruğu I, s. 248, not 61.

[7]              B. Ögel.- Türk Mitolojisi I, s. 222, not 37.

[8]              Yukarda zikrettiğimiz cenne kökü.

[9]              Şeyh Bedreddin.- Varidat, çev. C. Yener, İst. 1970, s. 63.

[10]             ibd., s. 96 not.

[11]             ibd., s. 101-2.

[12]             ibd., s. 65, not 7 ve 8.

[13]             İA ve EI.

[14]             Neml Suresi, 27/15-17.

[15]             Mülûk I, IV/29-34.

[16]             Enbiya S. 21/81 ve Sâd S. 38/36.

[17]             Sebe S. 34/12-14.

[18]             Deuteronome 27/5-6.

[19]             J. Marquès -Rivière.- op. cit., s. 347-8.

[20]             ibd., s. 61-2 ve 145.

[21]             İA, Mad. “Süleyman bin Dâvûd”

[22]             F. Köprülü.- Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, Ank. 1976, s. 211, not 38.

[23]             Bu bilgileri Edirneli mühendis ve D.M.M.A. öğretim görevlisi M. Nurengin’den aldık. Anlattığına göre bu tekkenin iki kapısı varmış. Biri “sırmalı kapı”, diğeri “hasırlı kapı” tesmiye edilirmiş. İlkinden zadegân-zürefâ, diğerinden avam-nâs girermiş.

Abdülkadir Gilânî gibi Bağdat’a yerleşmiş olan Câhiz de hassa (aristokrasi) ile halkı (âmme) ayırıyor. Ona göre sonuncusu ne “İmam” kavramını anlamıştır, ne de hilâfeti izah edebilir. O, sadece rüzgâra, yükselen dalgaya uyar ve hassa’nın aletinden başka bir şey değildir… (Ch. Pellat.- op. cit., s. 11/41, L’Imamat dans la doctrine de Câhiz). Ekleyeceklerimizi sonraya bırakıyoruz.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.