Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 1. Bölüm – Sunuş

Cildin içeriği hakkında *

Birinci cildin önsözü, genel çizgileriyle, bu cilt ve bundan sonrakiler için de geçerlidir. Onda, hemen başta, bir sistematik kurmakta karşılaştığımız güçlükten söz etmiştik. Bu güçlüğümüz gücünden bir şey kaybetmeden devam ediyor, bizi ilk söylediğimizden bir ölçüde döndürecek kadar: bütün inanç ve âdetleri ayrı bir bölümde irdelemeyi tasarlamışken, konunun zamanla gördüğümüz çok çapraşık hali ve dolayısıyla sınıflandırmadaki zorluğu nedeniyle bu kez bu bahisleri, her konuyla ilgili olarak, o konu içinde irdelemeyi uygun gördük. Bu cilt, tarım, hayvancılık ve bunların ayrılmaz etkeni olan meteoroloji ile ilgili inanç ve âdetleri içeriyor. Hemen ekleyelim ki böylece de insanoğlunun inançlar havuzunun ortasına düşmüş olduk.

Kavram kargaşasının doğurduğu güçlükler *

Bu yolla da düze çıktığımız sanılmasın; yokuş, bütün dikliğiyle hâlâ karşımızda duruyor. Kavram kargaşalığı önümüze kesin sınıflandırmanın olanaksızlığını çıkarıyor. Gerçekten göreceğimiz gibi çeşitli kavramlar, genel kuram çerçevesi içinde, o derece birbiri içine girmiş durumdalar ki birinden söz ederken diğerini anmadan olmuyor. Sıra bu diğerine geldiğinde, onun için söylenmesinin gerektiğinin bir bölümünün başka bir bahiste sarf edilmiş bulunduğu görülüyor. Bu dağınıklığı okuyucularımızın bağışlayacaklarını umuyoruz. Günah bizde varsa, büyüğü cehtlerini Afrika ya da Avustralya vahşileri üzerine teksif edip Küçük Asya’ya, o eşsiz laboratuvara üvey evlât muamelesini reva görmüş batılı bilginlerin boynundadır: bize, önce de söylemiş olduğumuz gibi, yön veren çıkmadı. Önünü de, arkasını da, biz saptamak zorunda kaldık, ilk olarak. Hata, sevabın yoldaşıdır, hele böyle girift labirentler içinde yol aldıkça. Kaldı ki inançlar sistemini, o sistemin sahibi toplumun sosyo-ekonomik koşullarından bağımsız olarak irdelememiz bizim için olanaksızdır: “…mezhep, bir takım siyasî, İçtimaî, İktisâdi olayların tesirlerinin mezhep kurucusu sayılan insan ile ona uyanlardaki fikrî ve dinî tezahürüdür. Mezhebi doğuran tarihî, coğrafî, siyasî, İçtimaî ve İktisadî şartları tam olarak tanımadan, görüşleri ve davranışları sıhhatli bir şekilde temellendirmek, dolayısıyla da değerlendirebilmek ve o insanları anlayabilmek hemen de mümkün değildir. Şu bir gerçektir ki, şahısların veya toplulukların fikir ve görüşleri İçtimaî, tarihî, siyasî çevreden tecrit edilemez…”.[1] Karıştı mı işler büsbütün?

Bu sözlerden bizim bu ciltte salt din sorunlarını ele aldığımız sanılmasın. Onu eserin son cildine bıraktık. Burada insanoğlunun doğruca yaşamak için verdiği uğraşın öyküsü var, karın doyurmak için verdiği uğraşın. Toprağın ona cömert davranması gerekir. Bunu sağlamak için de âdemoğlu, kendi dışındaki “üstün varlıklar”la bir takım ilişkiler kuruyor, onlardan dölünün devamını niyaz ediyor, gününde yağmur istiyor.

Kavramları tarif etme çabası *

Sorunların derinliğine inebilmek için başlıca kavramların tarifine ağırlık verdik. “Din”, “ritus”… bilinmeden davranışları değerlendirme olanağı bulunamaz. Zahir olmuş, dolayısıyla şuura aksetmiş hadiselere vukuf peyda etmek, bunları idrak etmek için gerekli aklî mesaiye girişebilmek için tesmiye ve tarif çalışmalarının önceden belli bir noktaya getirilmiş olması gerekir. Algı âlemini bir temsil ve mana dünyası haline dönüştüren işte bu çalışmalardır. Her teorik bilgi, hareket noktasını dilin önceden oluşturduğu bir âlemden alır. Tabiiyeci, tarihçi, feylosof, nesnelerle ancak dilin bunları takdim ediş şekline göre yaşar.[2]

Ancak burada da büyük bir handikap çıkıyor karşımıza: Türkçede terminoloji noksanı. Batı dillerinde cari olanları kullanmakla elverişsiz durumun üstesinden gelmeye çalıştık. Böylece hiç değilse ifade kesinlik ve vuzuhundan ödün vermemiş olduk. Ama burada okuyucuya bir tefrik gayreti düşüyor: aynı bir sözcük yerine göre bazen apellatif (cins ismi), bazen de sıfat olmaktadır, “ritüel”de, “kutsî”de olduğu gibi… Fazla kuramsal davranmış olduğumuzu sanmıyoruz; bunun “tadını” kaçırmamaya özen gösterdik, Türk kültürünü anlamaya yetecek kadarını aldık. Ama tariflerin de her zaman mantıkî sıraya göre verildiklerini de söyleyemeyiz; o “mantık” çok kez izafiyetini koruyor, bu derece birbirinin içine girmiş meseleler önünde. O sırada öznel tercihler etkili olmuş olmalıdır.

Küçük Asya’yı tanıtan batılı bilginler 

Mamafih Batı’ya tümden bühtan etmek de haksızlık olur. Bize, samimi ifade ile, Küçük Asya’yı ilk kez öğreten yine onun bilginleri oldu: Dicle ve Aşağı Fırat vadilerinin keşşafları, Rich’ler, Ainsworth’lar, Henry Layard’lar…; Anadolu’yu gezen bilgin seyyahlar, yukarıdakilerden bazılarının dışında, William Hamilton’lar, P. Lebas’lar, Weddington’lar, Charles Fellows’lar, Georges Perrot’lar ve… Pierre de Tchihatcheff’le Charles Texier. Biz bunların çoğundan faydalandık ve sırası geldikçe de eserlerini mehaz olarak gösterdik.

Rus bilgini Tchihatcheff kendini daha önce Altay’lara yaptığı bir istikşaf gezisiyle tanıtmıştı. Sürekli olarak da yedi yılını Anadolu’ya hasretmişti ve sekiz büyük, resimli, haritalı[3] ciltte topladığı eserinde yarımadamızın topografik, coğrafî, fiziksel verileriyle astronomi, klimatoloji, botanik ve jeoloji konularını işlemiştir (Description physique de l’Asie Mineure, Paris 1853-69).

Keza, II. Katerina devri seyyahlarından sonra, zikre şayan en önemli çalışma Jules Klaproth’unki (1808) olmaktadır. Ethnografik yönü ağır basan bu çalışma Guldenstaedt’in günlüğünü, bir bakımdan tamamlamaktadır.[4]

Gelelim şimdi Charles Texier’ye. Batı’da sanayi devrimi ve dolayısıyla müstemire anlayışının çok başka şekillere büründüğü bir devirde her “büyük” devlet, gözüne kestirdiği “sömürge”yi yakından tanıma gayretine düşmüştü. Fransa, mezkûr bilginin başkanlığında bir heyeti, Anadolu’yu tetkik etmek üzere Osmanlı Türkiye’sine göndermişti. II. Mahmud’un fermanını cebine koyan heyet dokuz yıl süreyle (1839-48) burasını karış karış gezmişti, her şeyi inceleyip ressamlarına gerekli resimleri (gravürleri) yaptıra yaptıra. Sonunda, 1863’de çıkan Description de l’Asie Mineure, Türk okuyucusunun başucu kitabı haline geldi, şöyle ki Küçük Asya adı altında Ali Suat hoca tarafından tercüme edilmiş bu eser (1339) “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Maarif Vekâleti Neşriyatından, sayı 2” olarak neşredildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kuracağı yeni devletin, tarih bakımından yerini saptamayı istemiş.

Fot. 1, Fethiye’de Karia kaya mezarları üzerinde Texier’nin çiviyle noktalanmak suretiyle hakkedilmiş adını gösterir. Altında, aynı şekilde yazılmış, Divat adı okunuyor ki bu zatın, heyete dâhil birinci derecede önemli bir kişi olması melhuzdur.

M.Eliade, G. Dumezil ve diğerleri gibi din ve inançlar tarihinin büyük uzmanlarının çalışmaları, bu cildin bir ölçüde armatürünü teşkil etmiştir. Bu ustaların nazarî ve hatta bazen tatbikî mülâhazalarına “vurduk”, Anadolu adamının ilgili davranışlarını. Böylece de çok şey gerçek aydınlığa çıkmış oldu. Bundan önceki ciltte bu adamın ne olduğunu ve de ne olmadığını anlatmaya çalışmıştık. Bu kere de günlük davranışlarının neye bağlandığını ve de neye bağlanmadığını göstermeye uğraştık.

Kavramların evrenselliği * 

Çok dikenli yolumuzda ilerledikçe çeşitli kavram, davranış, düşüncenin hiçbir zaman bir bölgeye münhasır kalmadığını, aksine bunların tahmin edilebileceğinden çok geniş bir coğrafî alana yayılmış bulunduklarını müşahede ettik. Asya bozkırlarının göçebe – hayvancı uygarlığı sahiplerinin de, aynı şekilde, bir yandan Çin, bir yandan da Hindistan ve bu ülke aracılığı ile Ege’ye ve hatta Adriatik’e (ve Kuzey Denizi’ne) dayanan sahalardan gelen etkilere maruz kaldıklarını hemen vurgulayalım. Etki alışverişine daha neolithik çağlardan itibaren şahit olunuyor: “uç”lar durmadan birbirlerine ışın saçmışlar.

Hint-Avrupa grubuna dahil topluluklar üzerinde de durmuş olmamız bu nedenledir. Grek’ler de aslında bunlardan değil midir? Ancak bu hususta, Anadolu’yu fazlaca ilgilendirmemesi itibariyle bu grubun Cermen ve İskandinav kollarına ait mümasil bilgilere değinmedik.

Bir hayvancı ekonomisi olan Hint-Avrupa ekonomisinin lügatçesinde büyük önem taşıyan, Veda ve Avesta dillerinde sırasıyla paşu ve pasu sözcükleri, bir yandan binek ve kasaplık dört ayaklı hayvanlar (mevaşi), bir yandan da taşınır mal mefhumunu ifade ediyor. İlerde tekrar göreceğimiz gibi Zerdüşt, adamı ve zenginliği, yani taşınır malı-mevaşii bulunmadığından hasım güçlere karşı âciz kalmaktan yakınıyor.[5] Anadolu’da da bugün (özellikle büyük baş) hayvana “mal” denmiyor mu?[6]

Eskiden de böyle dendiğine Kaşgarlı tanıklık ediyor: “Ol tawarın edhletti”=“O, malını iyileştirdi, yüz üstü bırakılmış olan malını ıslah ettirdi”.[7] “Er tawarı üpleldi”=“Adamın malı yağma edildi.[8] “Mal kapan kimse için ‘tawar kapguçı’ denir.[9]

Ulysse için “bütün bu yabancı ve dilenciler Zeus’tan geliyor, ikramımız ne kadar az olursa olsun, makbule geçer. İmdi yabancıya yiyecek ve içecek veriniz…” diye sesleniyor hizmetçilerine “beyaz kollu Nausicaa.[10] Burada “Tanrı misafiri” kavramıyla “az veren candan” deyimini bulmuyor muyuz?

Bir mabet yeniden inşa edileceği zaman rahipler siteleri dolaşıp ihsan topluyorlar,[11] tıpkı “cerre çıkmış” tekke çömezleri gibi… «Eşşemiz gunnadı, kirisi (sıpası) gancık (dişi)!” diye bayram ediyor Mahmut Makal’ın köylüleri,[12] dişi yavru, onu doğuran eşeğin sahibinde kaldığından. “Gunnamak”, çok sayıda varyantıyla Anadolu’nun az çok her yerinde hayvanın doğurmasını ifade eder; γυνή de Yunanca “kadın”, “zevce”dir… Dilci olsaydık bunların üstüne başka türlü varırdık. Biz sadece hadsî (intuitive) olarak aklımıza gelen benzerlikleri ortaya koymakla yetiniyoruz. Doğruyu yanlışı ayıklamayı da araştırıcı okuyucuya bırakıyoruz.

  1. ciltte Ege, Anadolu, Hint ve Asya Bozkırı alanında misafir, ikram, yemek yedirme, ziyafet çekme usul ve âdetlerinden uzunca söz etmiş, Kazan Han’ın nasıl ziyafetten sonra çadırını misafirlerine yağmalattığını, anlatmıştık.[13] Hint-Avrupalılarda, ethnografların potlach tesmiye ettikleri bir içtimaî davranış şekline rastlanır. Burada bir toy vesilesiyle zenginlik teşhir ve tahribi bahis konusudur. Mal ve mülke değer verilmediğini göstermek, birikmiş zenginlikleri anî olarak israf ederek rakipleri tezlil etmek için gereklidir. Bir adam rakiplerine bu dizginsiz masraf yoluyla üstünlük göstererek paye kazanır ve onu muhafaza eder. Potlach aynı zamanda başkalarını da sarf etmeye tahrik eder; herkes daha çok israf için kamçılanır, böylece de kiminin keyfi, kiminin de nüfuzu uğruna biriktirilip saçılan bir servet dolanımı ortaya çıkar. Bununla birlikte misafirperverlik (garibnevazlık)la yakın ilişkisi vardı bu âdetin; bunda, bazı topluluklarda bir iktiza olup başlıca zorunluğunun mütekabiliyet esasına göre bir yemek ikramı olan bir müessesenin sosyal köklerini görmek mümkündür,[14] toy’lar, şölen’lerde olduğu gibi.

Müşterek ziyafet davetlilerinin özel imtiyazlardan faydalandığı cemiyetler olan guild’lerin yanı sıra Cermen iktisadî ve dinî lügatçesinde hansa sözcüğüne de rastlanır ki yeni zamanlara kadar yaşamaya devam edip hâlâ Kuzey Denizinin sahil ahalisi beyninde büyük iktisadî ve tarihî önemi haiz bir müesseseyi ifade etmektedir. Hansa bir İktisadî iştirak, bir tacirler topluluğudur. Ancak hansa, bundan başka, bir muharipler cemiyetidir de,[15] Anadolu’nun Ahi teşkilâtı gibi…

Hiç kimse, hiçbir fikir, Pasifik’ten Atlantik’e dönüp dolaşan akınlardan masun kalamamış. “Anadolu edebî ve yazı dilinin kuruluşunda…, şüphesiz Yunus Emre’nin çok büyük rolü olmuştur. Yalnız Orta Asya dil ve tasavvufunun basit nâkili olmamıştır, diline ve kültürüne yerli diyalektik unsurları da katmaktan çekinmemiştir”.[16] Bu “yerli diyalektik unsurlar”ın kendileri de nelerin harmanı olmuyor ki?… Yine “İslâm tarikatlarının bazılarında tıpkı Raja-Yoga’nın Çakra’ları gibi, Letaif adı ve Zen nuranî merkezler tasavvur olunur… Bütün mistik kolların, ister Hint kökünden, ister İslâmî ya da Hristiyanî olsun, tek amacı bu vuslatı (Tanrı vuslatı)… ve mutluluğu yaşamaktır” derken İ. H. Tökin,[17] Hindistan’la Yakın-Doğu’yu birleştiriveriyor.

Aristo’nun başındaki on iki dilimli serpuş (fot. 2) ne kadar da Bektaşî tac’ını andırıyor. Yeniçeri mezar taşları (fot. 3, sağdan itibaren ilk üç tanesi) ne kadar çok Mısır heykellerine (fot. 4) benziyor! III. Thoutmes’in Thebes’teki dehliz-mezarında kral, kutsal ağaçtan süt emerken resmedilmiş.[18] Türk mezar şahideleri hep bu kutsal Hayat Ağacı ile süslü değil mi?

Rastlantı belki. Ama belki de değil. Devam edelim.

“Grek ülkeleri, özellikle İyonya, Eski Asur Koloni’lerinin uzun süre yuvası olmuş Hitit Anadolu’su yoluyla Sami etkisi altında kalmıştı. Ege, en kadim çağlardan beri kaçınılmaz şekilde karşılıklı deniz münakalesine sahne olmuştu. Ama şimdi, Amarna Çağının ithal ettiği kültürel Tek Dünyanın[19] kıta Helenistan dâhil tüm Ege’yi içerdiğini farz ediyoruz. Keyfiyetin delilleri de çok yönlü: arkeolojik, epigrafik ve edebî. Bu keşfin en ilginç sonucu Homer çağı yazını ile Ahd-i Atik yazınının müşterek mahreci haiz olmalarıdır. Aradaki köprü farazî değildir; Ugarit metinleri, vaki olanlar hakkında şüpheye mahal bırakmıyor… [20]

Elam ile Orta Asya arasındaki  bağlantılar *

Şimdi de çok daha uzun bir “köpründen, Elam ile Orta Asya münasebetlerinden söz edelim. Birçok eski uygarlık yaratmış ve temessül etmiş olan İran’a, Evrasia bozkırlarından kopan kitleler muntazaman ona yeni kan ve güç katmışlar. Bu kitleler Asianik, Hint-Avrupa ya da Altay (Türk-Moğol) kökenliydiler. Göçleri sırasında Azerbaycan ya da Horasan yollarını tutmuşlar. M.Ö. II. binlerin başlarında Evrasia bozkırlarından iki Hind-Avrupa’lı kabile grubu harekete geçmiş, batı grubu Karadeniz’in kuzeyinden önce Balkan’lara inmiş, oradan da Anadolu’ya geçmiş. Doğu grubunu teşkil eden Hint-Avrupalılar da Kafkas’ları aşıp Fırat boyunca yollarına devam etmişler ve ileri bir uygarlığa sahip olup sonunda bunları da temessül eden Hurri’lere çatmışlar. Bu gruba dâhil bazı kabileler de Hindistan’a yerleşmiş. Cimmerian ve İskit’lerin de M.Ö. VIII. yy.larda aynı yolu takiben Orta Doğu’ya yerleştiklerinden daha önce söz etmiştik.[21]

Büyük olasılıkla, daha en kadim prehistorya çağlarından itibaren Filistin devamlı olarak kuzey ve kuzey-doğudan, Suriye’den, Küçük Asya’dan, Armeniyye’den, Kafkasya’dan, Transkafkasya’dan ve bu ülkenin ötesinde Türkistan’dan kopup gelen yeni halkların istilâsına uğramıştır. Bu halklar, güneyde Arabistan’a kadar ve bilhassa dar Süeş berzahını aşarak Afrika’ya kadar uzanmışlardır. Zaman zaman vaki olup aralıklarla birbirlerini takip eden bu dalgalardan bir başka silsile de batı yönünü takiben Küçük Asya, Kıbrıs ve Rodos üzerinden Ege kıtasına, Girit’e, Helenistan’a ve Akdeniz havzasının daha da uzak bölgelerine varmıştır.[22]

Çin’in Yang-Shao uygarlığından (M.Ö. takr. 2000) gelen, neolithik çağa ait çok renkli seramiğin üzerindeki motiflerin aynına Kiev’in güneyinde Tripolye seramiğinde, Türkistan’da Anau’nunkinde, Babilonya, Asur ve Elam seramiklerinde rastlanması manidardır. Her halde Hazer Denizi, Pamir ve Altay arasındaki bölgeden hareket etmiş bir ulusun bu intişara vasıta olduğu tahmin edilir.[23] Muhtemelen Hint-Avrupalı ve Altaylı unsurlarla karışık olup Kırgız bozkırının bir noktasından, Ural (Sümerce Arali)nin doğusundan hareket eden Sümerliler, Hazer Denizi’nin güneyinden dolaşarak bir taraftan Azerbaycan’ı, Transkafkasya’yı ve Sincar Bölgesini ve diğer taraftan da, biraz sonra, Transkafkasya’yı, Kuzey Suriye’yi ve Doğu Anadolu’yu aşıp Babilonya’ya varmışlardır.[24] H. Z. Koşay da Elam dili ile Türkçe arasında birçok sözcükteki müşabeheti belirterek Elam ile Orta Asya arasındaki münasebete ışık tutuyor.[25]

“Türk kültürü ile Orta Asya’nın (bugün Türkistan ve Horasan denen illerin) kadim ve kozmopolit geleneği arasında kaynaşmalar yer aldı. Türk’ler… Orta Asya’da yaygın bulunan milletlerarası dinlere ve yabancı medeniyetlere giriyorlardı. Türk’lerin girdiği beynelmilel dinlerin başlıcaları, Türk’ler arasında eriştikleri ehemmiyet sırası ile Burkan (Buddha’nın Türkçesi) ve Mani dinleri, Taoizm, Mogoç (Mecusî’nin Türkçesi) dini, Hristiyanlık ve Musevîlik olmuştu. Bütün bu dinler, muhtelif derecelerde, kültürümüzde izler bıraktı… Burkan dini… monist (bütün varlıkları bir asla irca eden, … hattâ vahdet-i vücûd inanışına temayül eden) bir din olmuş ve Burkan’ın tarihî şahsiyeti etrafında hayalî bir “tangiriler kuvrağı” (pantheon’un Türkçesi) teşekkül etmişti. Bu dünya kâinatın merkezinde[26] ve bütün varlıkların müşterek “gönül”ü olarak tavsif edilmektedir. Burkan etrafında… Hint İçtimaî sınıflarının mümessili olarak Brahman’lar kşattriya’lar (çeri, yani asker ve hükümdar sınıfı); zenginler “bayagut”lar[27] sekiz ayrı sınıf “yil” (ruh). Bunlar insan, kuş, evren (ejderin Türkçesi), arslan şeklinde tasavvur edilirlerdi… mabutlara çiçek ve tütsü saçarak, “aş, içki” takdim ederek, mumlar yakıp, dinî musiki ve raks ile… ibadet ederlerdi…”[28]

«Eberhard’ın görüşüne göre bozkırın Türk-Mogol halkları, M.Ö. XI. yy.larda, daha çok tarıma dönük komşularından kendilerini tefrik etmiş olup M.Ö. 1050’lerde kuzey Çin’i inkıyat altına almışlardı. Nispeten kısa bir süre içinde Kuzeybatılı Türk-Mogol (Chou) uluslarıyla Doğulu tarımcı Tai ulusları karıştı; bundan doğan Shang toplumu o günden sonra Çin uygarlığının damgası olup bundan, ailenin toplumun nüvesi olması, bir feodal orta sınıfın zuhuru gibi İçtimaî ve İktisadî özellikler ortaya çıktı… Bu nedenle dikkatli bir gözlemci Çin ve Türk aile yapısı arasında mevcut çok sayıda müşabehet karşısında şaşırır…”[29]

Evet, her yöne köprüler kurulmuş, yollar döşenmiş geçmeye, çakmak taşı taşımaya, her uca düşünceler, inançlar iletmeye.

Dünya ve ahret görüşünün aynası olan mezar taşlarına bakıyoruz, üzerlerindeki motifler aynı, Hint’te, Yahudi’de, Bizans’ta, narı ile servisi ile güvercini ile Hayat Ağacı ile… Ahmet Rufai yılanı Hint’te bulmuş olamaz mıydı? Elini aşağı çevirdi, yukarı kaldırdı… Ne söyler bu yorumlar, gökten yağmur, topraktan bereket isteğinden gayri?

“Geriye bağlanma dinamiği” neologism’ini kullanmaya cesaret edersek diyebiliriz ki orthodox İslâm asırların gidişine karşı koya dursun, atı almış Alevî-Bektaşî, İslâm’ı yakından delip geçmiş geriye, varmış Mysterion’lu dinlere!

Dansların tozundan gözlerimiz topraklandıkça yeni açıdan görür olduk dini, dinin sahibi Anadolu adamını. İslâm’ın farz ettiği Homo religiosus hayli aykırı düştü gerçeklere. Nereden baktıksa, vardık tarih öncesinin Ana Tanrıça’sına, ekmek için ona yakarma rituslarına. “Atam gök, anam yer!” diyor Bektaşî, “Marifet kapısı”nda; evlendirmişti bu iki “tanrısal varlık”ı, eskinin Hieros gamos’unu takliden.

Büyük olgudur Anadolu.

Hristiyan Anadolu’da  Heretic düşünce * 

Eskiden de Hristiyan’ın çok “Alevî”si, heretic’i varmış bu topraklarda, özellikle doğuda. Sayalım bir kaçını.

VI yy.ın sonlarına doğru, Hüsrev Perviz II’nin saltanatı sırasında (590-628) Adiabenos’lu (Dicle ile Büyük Zab arasında Kuzey Asur bölgesi) Henana, Nasturî Kilisesi’nin “orthodox” doktrinine cephe aldı (Aslında bu Kilise’nin banisi Nestorius dahi, heresy ile suçlanıp Bizans Kilisesi ve Ephesus Konsili tarafından mahkûm edilmiş ve Büyük Vaha’ya sürülmüştü). Nisibis (Nizip), Nestorius doktrinlerini benimsemiş olan Suriye ilahiyatının bir kolunun merkezi olmuştu. Edessa (Urfa)’da “İranlılar Mektebi” adıyla bilinen ilahiyat merkezi, Nasturî propaganda odağı olması hasebiyle 489’da kapatılınca Nasturî’ler İran topraklarına, özellikle Nizip’e taşınmış ve burada ün salan bir mektep kurmuşlardı. Henana Nizip’te okumuştu. “Orthodox” Nasturî Kilisesi de bu “râfizi”lerle mücadelesinde İran sarayının Hristiyan ricalinden, bilhassa, çok nüfuzlu bir zat olan maliye nazırı Yazdin’den destek bulmuşlardı (Zerdüşt’le İsa’yı girift halde görüyoruz, o günlerin İran’ında).

Henana daha birçok şeyin dışında, insanlığın yaşamı üzerinde yıldızların kati tesiri bulunduğunu iddia etmekle suçlanıyordu. O, ne “ruz-u ceza”, ne de ceza olacağını, tüm insanoğullarının Tanrı’nın tabiatına iştirak edeceklerini ileri sürüyordu. Bütün bu akideler aslında Origenes sisteminin ana fikirleriydi. Ve “Vahdet-i Vücut”u önceden haber veriyordu… Ortaya, külte bigâne ve hatta ona düşman bir zühtî (ascetic)-mistic hareket çıkmıştı. Suriye Hristiyanlığının Nasturî ve Monophysist kolu içinde taazzuv eden bu hareketin, sonradan büyük etki sahibi olduğunu görüyoruz.[30]

500’ler civarında adını duyurmuş bulunan Stephen de, yine “rafızî” kanaatleri sebebiyle Edessa’yı terk etmeye zorlanmış, o da Filistin’de yurt tutmuştu. Ona göre cihan üç kısma ayrılmıştı. Üstte Tanrısal Varlık (Allah), onun altında semavî varlıklar ve ruhlar, dipte de maddî dünya bulunuyordu.[31] “Orta sınıf”ı teşkil edenler Kuran’ın “resmî” yaratık olarak tanıdığı cinler, melekler ve daha değişik bir düzeyde peygamberler, veliler vs. olmalı. Mütealî cihanda bir sukut vaki olmuştu. Manevî varlıklar (ruhlar) Tanrı’dan irtidad etmiş olup irade-i cüz’iye sahibidirler ve böylece iyi ile kötüyü ayırt edebilirler. Fakat bunların hepsi aynı derecede günaha girmemişlerdir ve dolayısıyla sukutlarının derecesine göre değişik makamlar işgal ederler.[32]

Yine Origenes menşeli bu fikirler, ilerde Yezidî’leri irdelediğimizde, hep aklımıza gelecek.

Origenes’in kendisine gelince, III. yy.ın başlarında İskenderiye’de Din Okulu’nun başında bulunuyordu. Ama çok geçmeden aforoz edildi ve Cesareia (Kayseri)’ye çekildi ve öğretim faaliyetini burada sürdürdü.

Doktrinleri V. Kiliseler Birliği Konsili (553) tarafından mahkûm edildi. O, Oğul’un Baba’ya, Kutsal Ruh’un Oğul’a bağımlılığını ileri sürüyor, maddenin sonsuzluğuna inanıyordu; cehennem acılarını inkâr ediyor, “maddî vücutlara ceza olarak inen” ruhların daha önceden var olduğunu iddia ediyordu.[33] Hani “Bin cehennem olsa korkmam birinden…”[34] var ya?…

O çağların da Yavuz’u, Hızır Paşa’sı, Pîr Sultan’ı varmış. Pasteur mikrobu buldu, kalmadı tohumsuz husul (spontaneous generation)’e inanan Bedreddin’lere, Atçalı Kel Mehmed’lere sirayet eden mikrop hangisiydi? Mazdak mı, Kalkedonya’lı Phaleas mı, Sühraverdi mi? Bogomil reisi Basil Konstantinopolis’te diri diri yakılmadı mı?

Ya Musa, İsa, Muhammed, Buddha, Şaman, Shinto, Tao… dinlerinin mikrobu? Geldik şimdi konunun en çetin, bizi çok uzun düşündüren, kararda çekingenliğe iten yerine. Çoktan bilinen bir şeyi keşfetmiş, başkalarının ileri sürmüş olduğu mülâhazaları tekrarlamış olmak korkusu bizi ciddî ihtiyata sevk etti. Kaldı ki biz, açıklayacağımız sonuca yaza yaza geldik, baştan kestirememiştik onu. Yazı ilerledikçe taş kültünün su, ağaç, yılan, güvercin… kültlerinde soyutlanamadığını, bunların hiçbirinin müstakilen irdelenemediğini, aslında girift bir bütün teşkil ettiklerini, Anadolu adamının, bütün geleneksel toplamlarda olduğu gibi, hayatında lâ- dinî davranış bulunmayıp günlük yaşantısının her aşamasını “kutsi”nin bir parçası (sacrament) gibi gördüğünü anladık ve böylece de tüm dinlerin tek bir kanun içinde, hidrojen çekirdeği gibi tek bir “nucleus” etrafında mütalâa edilebileceği kanaatine eriştik. Bu “nucleus”, “yaşamın idamesi kaygısı”ndan başkası değildir. Bir kademe ilerde Ana (Toprak) Tanrıça durur. Gerisi, “elektron ve mahrek” farklarıyla çeşitli ritüel uygulamalardan ibarettir. Çeşit çeşit, dizi dizi, rengârenk teşbihler, nazarlıklar, vefk (pantacle)lar, hamailler, Cüz’ler…, çocuksu bir fetişizm’den öteye gitmez.

Ritüel uygulamalarının da, din ve yöreye göre fazlaca değişik şeyler olduğu sanılmasın: aynı bir ritus ya da düşünce sistemini Roma’da, Anadolu’da, Kırgız bozkırında ve Japonya’da bulmak çoğu kez mümkündür. Burada Ali’nin at nalının izi, Hint’te Buddha’nın ayak izi… Çok göreceğiz bu gibilerini.

Enfusî yargıdan kaçınmayı şiar edindik, burhanlarımızı gerek kendi elimize geçen, gerekse büyük ustaların sundukları müspet belgelere dayandırdık. Dinî hadiselerin “maddî”, İktisadî ve tarihî yanını hiçbir zaman gözden kaçırmadık, sorun’un “manevî” tarafına değinmekten hep kaçındık, hiç değilse onu daima arka planda tuttuk.

M.Eliade gibi bir ustanın böyle bir genellemeye neden varmadığı sorusu bizi çok meşgul etti, hatta hataya düştüğümüz korkusunu bile yarattı bizde. Ama günlüğünde hiçbir tefsire gerek göstermeyen aşağıdaki satırları okuduktan sonra ferahladık:

«Marksizm ve tarihin materyalist yorumu insanoğlunun son sınavı olabilir. Sınav, yani kendini mahvetme tehlikesi. Tıpkı tarih öncesinde çok kez kendini yok etmesine ramak kalmış olması gibi. Veya bugün termo-nükleer silâhlarla mahvolma tehlikesinde bulunduğu gibi”.

«Materyalist ya da Marksist gibi düşünmek, insanoğlunun aslî istidadından vazgeçmek manasına gelir. Sonunda insan olarak yok olmak…”[35]

O ise ki Marx: “Bu tarih anlayışı… temel olarak gerçek üretim sürecinin gelişmesine dayanır ve bu görüş, hayatın doğrudan maddî üretiminden hareket eder; insan ilişkilerinin biçimini bu üretim tarzına bağlı, ve üretim tarzı tarafından… meydana getirilmiş olarak bütün tarihin temeli olarak kavrar…” diyor.[36] Engels de: “Tarihin materyalist anlayışına göre, tarihte eninde sonunda[37] karar verici, tayin edici unsur, gerçek hayatın husulü ve tenasülüdür (üremesi). Ne Marx, ne ben, bundan fazlasını iddia ettik.” diye yazıyor, Bloch’a mektubunda.[38]

Şia sorunu ancak sosyo-ekonomik şartlar derinlemesine incelenirse anlaşılabilir * 

Sorunu böyle ele almayanlar onun “maddî” yanını hep filigranda görmeyi itiyat edinmişlerdir. Böyle olunca da, sundukları son derece değerli malzemeyle bir genel senteze gitme olanağını yitirmişlerdir. Hadisenin sosyo-ekonomik yanına sırt çevirerek kim Şia sorununun derinliğine inebilir?

Gerçekten Şiî denilen kişi, Arap hegemonyası tarafından kenara itilip de “yaşamın idamesi kaygısı”na düşmüş, bu yolda mücadele vermiş kişidir. “Hz. Ali’nin hakkı yendi” avazesi bu cidalin bir parolasından başka bir şey değildir.

Değer yargılarının tarihçesinin oluşturulmasındaki güçlük *

Sürekli şekilde değişmekte olan değer yargılarının tarihçesi, özellikle karşılıklı kültürlerin tetkikiyle daha da çapraşık hale gelmekte, değerlerle ilgili ifadelerin bir dilden diğerine, bir sibaktan öbürüne aktarılması zorunluğu doğmaktadır. Bu özel güçlükler duvarı, hatanın kaçınılmazlığı ve tartışılabilir yorumlar bizlere beşeriyetin ve hatta kendi şahsımızın ana sorunu gibi gördüğümüz konulardan yüz çevirtmemelidir. Biz bunların doğruca üstüne gitme cesaretini kendimizde gördük. Kalem, beyaz kâğıt üzerinde ilerledikçe yazarın kendisi de değişmeli ve en büyük umudu, satırları okuyanın da değişmesi olmalıdır.

Tarih, gerçekten vaki olmuş olan hadiseyi her zaman kesin deliller üstüne oturtamıyorsa da insanların bu hadisenin geçtiğini sandıkları şekil hususunda daha açık belgeler bulunuyor elimizde. Phèdre’in başında Plato, Sokrates’in, rastlamış olduğu Phèdre tarafından nasıl kent kapılarına götürüldüğünü anlatır. Bunlar, bir serin suyun kenarında bir çınarın gölgesine ilişirler. Orada Phèdre Sokrates’e, mitos gereğince Bore’nin Orithye’yi eline geçirdiği yerin burası olup olmadığını sorar. Muhatabının, bu masalı doğru olarak mı kabul ettiği sorusuna da, inanmasa bile, bundan şaşırmayacağı yanıtını verir…[39]

Geleneksel toplum insanı ile bugünkü arasındaki fark * 

Gerçekten geleneksel insanla bugünkü arasında görülen en temel tezat, sonuncusunun kendinin tüm beşer tarihi tarafından oluşturulduğu inancında olmasıdır. O ise ki “eski” adam tarihsizdir. O kendini ayrılmaz şekilde kozmos ve kozmik ittıratla irtibatta görür ve bir mitolojik öykünün nihai ürünü telâkki eder.[40] O, uzvî hayatını, söylediğimiz gibi, kutsal ve mistik bir şey (sacrament) gibi yaşar. Onun için lâdinî faaliyet yoktur. En büyük arzusu bir kutsal dünyada ya da kutsallaşmış nesnelerle mümkün olduğu kadar haşır neşir olmuş halde yaşamaktır. Ve yine onun nazarında doğa hiçbir zaman “doğal” değildir.[41] Halay, aslında eğlence için çekilmiyor, ondan çok başka şeyler bekleniyor.

Günlük yaşamın çeşitli davranışlarının, çoğu kez bilinçli olarak, kutsi alana bağlı bulunması bizi bu cildi bölümlere ayırmaya yöneltti, mümbitlik ve doğurganlığı tahrik rituslarının bu zenginliği karşısında. Acaba bütün bunlara “dünya görüşü” diyebilecek miyiz?

Heterodoks düşüncenin müslüman Anadolu’da devamı * 

Yakında takip edecek ikinci bölümde, toprak ve hayvancılıkla ilgili her türlü üretim teknikleri ve meteoroloji bilgilerinin yanısıra, kültürel yapıya dâhil olmaları itibariyle, yine de üretime bağlı olarak akrabalık münasebetleri ve terminolojisinin tahlili, yani aile yapıları; kurulmuş olan devlette toprak mülkiyeti şekilleri ve bunlarda seleflerden kalan miras; Hristiyanlık ve hatta daha gerilerde putperestlik çağlarından itibaren ortaya çıkmış heterodox (“sapık”) dinî doktrinlerin aslında mülkiyet ilişkilerine bağlı birer siyasî muhalefet akımı olmaları ve İslâmlaşmadan sonra bunların yerini Müslüman heterodox mezheplerin alması keyfiyeti; Anadolu’nun İslâmlaşmasıyla eski manastırlarla sonraki tekke ve zaviyelerin uzak ya da yakın ilişkisi ve bunların tarımsal üretim bakımından konum alanları, mülkiyet ve artık değerle münasebetleri; askerî örgütlenme ile kültürel yapı arasındaki ilişki; etnik unsurların tetkikinin devamı ve teknik terminoloji açısından Çağatay ve sair Türkçeler ve inançlarla ilgili davranışlardan arda kalanlar irdelenecektir.

En sona bıraktığımız “İnanç ve Âdetler” cildinde salt din ve sair inanç konuları, intikal ritusları (doğum, sünnet, evlenme, ölüm…) gibi sorunlar ele alınacaktır, bugün ulaşmış olduğumuz aşamaya göre. Diğer konularda şimdilik bir değişiklik öngörülmüyor.

  1. cilt, endeksi bulunmaması nedeniyle eleştiriye uğradı. Bu kadar yüklü ve sözcüklerin çoğu kez büyük adette varyantının bulunduğu bir eserin endeksinin o cildi, taşınmaz hale getirecek kadar büyülteceği düşüncesiyle bu endeksin yapılmasını tüm eserin sonunda, ayrı bir dizin cildi şeklinde düşünmüştük. Kusurumuz bunu önsözümüzde belirtmeyi ihmal etmiş olmamızdadır. Fihristin yetersizliğini teslim ediyoruz. Bu ciltte ayrıntılı bir “İçindekiler” vermeye özen gösterdik; bunun şimdilik tatminkâr olacağını umuyoruz.

Bu eser nasıl okunmalı * 

Bu vesileyle de bir hususu vurgulamak isteriz. Bu eser, içinde herhangi bir sözcük ya da aletin tarifi aranılan bir sözlük değildir. O, ancak baştan sona kadar okunduğunda, belli bir mantık silsilesine bağlı olarak Türkiye halkının kültür kökenlerinin ana hatlarını ve bu konuda bilgi derinleşmesi için hangi yönlerde çalışılmasının gerektiğini gösteren bir bütündür. Konusu da birçok bakımdan, umumun anlayacağı bir hale konmaya mukavemet edecek kadar ağırdır. Bununla birlikte münhasıran üniversiteliler için yazılmış da değildir. Beşer kültürünün ve bu arada Anadolu’muzunkinin temel sorunları, herkesin ilgisine açık tutulmaya çalışılmıştır.

Biz herhangi bir kişisel iddianın ispatından çok, olanın teşrih ve tasvirine yer vermeye gayret gösterdik. Uzmanlarca oluşturulmuş kuramlardan, mümkün mertebe, Anadolu’nun yaşamından örneklerle takviye edebildiklerimizi seçtik. Değinilen sorunların daha derinlemesine tahlili için kaynak olarak gösterdiğimiz yapıtlara başvurulabilir.

Teşekkürler * 

Bu kadar ağır “tasnif, tesvit, tebyiz, tashih” yükünün kaldırılmasında bu kez tümden yalnız kalmamış olduğumuzu hemen belirtelim.

«Kalem olsun eli ol kâtib-i bed tahririn

Ki sevad-ı rakam ile sûrumuzu şûr eyler

Kâh bir harf sukutiyle kılar nadir’i nâr

Kâh bir harf kusuruyla gözümüz kör eyler.”…

dememiş mi Fuzuli?

Bizim için paha biçilmez bir yardım sayılan, gerek kendi zengin kitaplıklarını istifademize açmaları, gerekse bulunmaz kitapların tedarikinde yardımcı olmaları itibariyle başta büyüğümüz İsmail Hüsrev Tökin olmak üzere, Dr. Orhan F. Köprülü, genç tarihçi arkadaşımız Sinan Küneralp, ressam dostumuz Cafer Bater’e büyük ölçüde medyunuz. Küneralp’in ayrıca, fihristin hazırlanması ve baskı tashihleri hususundaki değerli katkıları da şayan-ı şükrandır. Sanatçı dostumuz Ersin Alok’un, her fotoğraf talebimizi büyük sevgiyle karşıladığını da, kendisine mukabil sevgilerimizle, belirtelim.

Günlük çalışmalarımızla yakından ilgilenen ve bu kitabın çıkmasında büyük etken olan dostlarımız Asaf Ertekin ve Sami Karaören de en candan duygularımızın muhatabı olmaktadırlar.

Hepsi sağ olsunlar.

İstanbul, 1 Aralık 1979

[1]              Ebu Mansur el-Bağdadî. – Mezhepler arasındaki farklar (El-fark beyne’I- firak), çev. E. F. Fığlalı, İst. 1979, Fığlalı’nın önsözü, s. XVIII.

[2]              E. Cassirer. — Langage et mythe. A propos des noms de dieux, Paris 1973 s. 45

[3]              Haritaları yapan M. Kiepert.

[4]              M. Vivien de Saint-Martin. — Histoire de la géographie et les découvertes géographiques depuis les temps les plus reculés jusqu’à nos jours, Paris 1875, s. 526-7.

[5]              E. Benveniste. — Le vocabulaire des institutions indo-européennes I, Economie, parenté, société, Paris 1969, s. 47-9.

[6]              Bkz. C. I, s. 544.

[7]              DLT I/264.

[8]              ibd., I/295.

[9]              ibd., II/50.

[10]             Odysseus, VI/208.

[11]             Herodotus, II/180.

[12]             «Bizim Köy», İst. 1950, s. 46.

[13]             Bkz. C. I, s. 816-818.

[14]             E. Benveniste. — op. cit., s. 76.

[15]             ibd., s. 77-8.

[16]             A. Caferoğlu. — Yunus Emre’de arhaik unsurlar, in E. F. Türk Dili ve Edebiyatı dergisi, XX, 31 Aralık 1972, İst. 1973, s. 3.

[17]             İ. H. Tökin. — Yoga, in SOYTAŞ dergisi 8, Eylül-Ekim 1979.

[18]             Bkz. La Peinture Egyptienne, Skira, Les Grands Siécles de la Peinture, 1954, s. 38.

[19]             Tarafımızdan belirtildi.

[20]             C. H. Gordon. — Homer, Caphtor and Canaan, in Anadolu Araştırmaları I, Ank. 1955, s. 140-1. Aynı yazar konuyu “Abraham the βασιλευς” adlı yazısında (Anadolu Araştırmaları II/1-2, İst. 1965, s. 227 ve dev.) daha da genişleterek ele alıyor.

[21]             Bkz. C. I, s. 94.

[22]             B. Hrozny. — Histoire de l’Asie Mineure de l’Inde et de la Crète, Paris 1947, s. 39.

[23]             ibd., s. 43.

[24]             ibd., s. 320.

[25]             H. Z. Koşay. — Elam and Central Asian relations, in CULTURA TURCICA III/2, Ank. 1966, s. 190-5.

[26]             Tarafımızdan belirtildi. Bu merkez, “göbek” (omphalos) konusu bizi haylice meşgul edecek.

[27]             G. Dumèzil’in “Hint-Avrupalılarda üç işlev” kuramı üzerinde uzunca duracağız.

[28]             E. Esin. — Türk kültür tarihinden bir safha. Milâdî sekizinci yüzyılda Türkistan’da İslâmiyet’in Burkan dini ile karşılaşması, in Türk Kültürü Araştırmaları, XVI/1-2, Ank. 1977-78, s. 232-3.

[29]             C. M. Kortepeter. — The origins and nature of Turkish power, in Tarih Araştırmaları Dergisi VI/10-11, 1968, Ank. 1972, s. 247.

[30]             G. Widengren. — Researches in Syrian mysticism. Mystical experiences and spiritual exercises, Leiden 1961, Numen VIII/3’den ayrı basım, s. 161-5.

[31]             ibd., s. 167.

[32]             ibd., s. 166.

[33]             GLE.

[34]             Bkz. C. I, s. 298.

[35]             M. Eliade. — Fragments d’un journal, Paris 1973, s. 318.

[36]             Marx, Engels. — Seçme yapıtlar I, Ank. 1976, s. 48.

[37]             Tarafımızdan belirtildi.

[38]             Selected Works II, s. 488. Zikreden E. Abrahamian. — The causes of the constitutional revolution in Iran, in IJMES, X/3, Aug. 1979, s. 383.

[39]             E. Cassirer. — Langage et mythe, s. 9.

[40]             J. A. Saliba. — “Homo religiosus” in Mircea Eliade, Leiden 1976, s. 47.

[41]             ibd., s. 48.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.